30 Aralık 2017 Cumartesi

Pembe Gözlük

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:14 2 yorum
             Sevgili 2017,
             Bu gün seninle son günümüz. Açıkçası "ne güzel bir yıldın, hiç bitmeseydin!" demek isterdim ama senin de bildiğin gibi bana bu sözleri söyleme fırsatı sunmadın. Hayatıma giren bir çok insan gibi bir süre melek gibi gözüküp, 6 ay kadar, sonrasında bana bir ergen deyimi olan "ya bu dünya, başka bir dünyanın cehennemiyse?" dedirtmeyi başardın. Seni canı gönülden tebrik ediyorum.
             Oysa birlikteliğimiz ne kadar güzel başlamıştı. Davullarla halaylarla karşılamıştım seni. "Birlikte çok mutlu olacağız!" demiştim. Sen de aksini iddia etmemiştin. Zaten başlarda çok da eğlenmiştik. Klipler çekmiştik, şarkılar söylemiştik... Her şey harika gidiyordu... Üç aylık bir birlikteliğin ardından mutluluğumuz bir balta darbesiyle hafifçe zedelenmiş olsa da, bana verilen en büyük meziyet olan "kolay unutmak" sayesinde kısa sürede toplamıştık. Hayat güzeldi, sen güzeldin, ben güzeldim..
              Her güzel şeyin bir sonu vardı değil mi? Ama bu kadar da ani ve sert bir son beklemiyordum. Hele ki senden... Çok sevdiğin bir dizinin bir anda final bölümü yapması kadar saçmaydı mutluluğumuzun bitişi. 2015'in ortalarında bana dokunup her şeyin mükemmel olmasını sağlayan sihirli değnek 2017'nin ortasında çat diye kırılmıştı. Külkedisi bile saat 12'de büyünün bozulacağını biliyorken senin bana yaptığın hak mıydı? Düşün ki Külkedisi prensin karşısındayken büyü bozulsa, bir anda evdeki vasat haline dönse hoş olur muydu? Olmazdı. Peki benim suçum neydi? Ben düşerken yükseklerden uçurumlara, aşkın tutmadı ellerdimden ummadığım anda be 2017!
             Tabi tabi çok katkın da oldu bana. Mesela kötü kalpli insanların varlığını ben sende öğrendim. Bayağı, ciddi ciddi, 25 yaşımdan sonra "kötü olmak için kötülük yapan insanlar" diye bir kategori olduğunu kafama vura vura öğrettin. Ben onları hep Türk dizilerindeki uydurma karakterler zannediyordum. Bu yaşıma kadar dünyaya bakarken kullandığım toz pembe gözlüklerimi kırdın attın.  Ben belki mutluydum kendi çizgifilmden bozma dünyamda. Sordun mu bana "görmek ister misin gerçekleri?" diye. Sormadın. Bana "en çok güvendiğim insanlar listesinde ilk 5teki 3 insanın bir olup arkandan Brezilya dizisi kıvamında yalan, dolan, entrika çevirdiğini bilmek ister misin?" diye sorsaydın emin ol sana "cehalet mutluluktur" derdim. Sormadın.
             Şimdi bitti ve gidiyorsun... Bak şimdi gidiyorsun deyince bi duygulandım. Aslında o kadar da kötü de... Şaka şaka defol git. Karşıma çıkarttığın veya karanlık kalplerini önüme serdiğin insanları da al ve git. Şimdi bizim 2018'le konuşacaklarımız var.
              Sevgili 2018,
              Hoşgeldin... Seni coşkuyla, kırmızı halılarla karşılamak isterdim ancak 2017'nin artığı olan bir sınavla boğuşuyorum. Sana 2017'den bahsedip canını sıkmayacağım. Senden sadece bir şey istiyorum. Onun için de iki seçenek sunuyorum. Ya pembe gözlüklerimi bana geri ver ya da dünyayı pembe yap. Bak ne kadar ufak bir istek. Bence yapabilirsin. 2017'nin içimde bıraktığı son umut kırıntısıyla söylüyorum. Her şey güzel olacak...

29 Kasım 2017 Çarşamba

"Yazdım, Yazmasam Ağlayacaktım"

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:27 2 yorum
         Baştan belirteyim, çok iç açıcı bir yazı olmayacak. Çünkü benim içim pek açık değil. Düşman sevindirmek de istemem. Geçici bir süreliğine böyleyim. Yani umarım geçicidir.
          Daha önceki yazılarımda veya instagramda sık sık dile getirdiğim üzere bir sınava hazırlanıyorum: TUS... Kendisini küçük harflerle yazmaya elim varmıyor, o kadar büyük bir sınav. Yani kapsam, düzey olarak. Ya da benim kapasitem az, bilgi düzeyim düşük. Bu da bir seçenek tabi. Gerçi insanların yıllarca çalışmasını göz önüne alırsak sanırım ilk dediğim daha doğru oluyor.
         Okul bitti. Arkadaşlarım memleketlerine döndü. Bütün o halaylar, şarkılar, gezmeler bir anda uçtu gitti. 27 hazirandaki mezuniyet balom... En son o zaman gerçekten eğlendim, mutlu oldum. O tarihten itibaren 5 ay geçti. Hiç yaşanmasa da olurdu hatta hiç yaşanmasa daha iyi olurdu diyebileceğim 5 ay... Önce ne kadar çalışmamış olsam da ağustos TUS'unun stresi, sonra mecburi hizmete kurada neresi gelecek paniği, daha sonra mecburiye başlasam mı TUS mu çalışsam gerginliği... Vermek zorunda olduğum kararlar ve sonuçları... Başlamadım göreve. Ankara'da kaldım. Ders çalışıyorum. Verdiğim bu kararla omuzlarıma koca bir dağ yükledim. İnsanların yıllarca emek verdiği bir sınava 6 ay gibi kısa bir sürede çalışmaya çalışıyorum. Robot değilim. Değişen hayatıma, arkadaşlarımın gidişine, bu kadar asosyal olmaya alışmak zor oldu. Hala da zor... Bir de sürekli ders çalşmam lazım durumu...
        Haziran ayının sonundan itibaren olan dönemde insan ilişkilerimde veya özel hayatımda da işler hiç yolunda gitmedi. Resmen hayatımın en mutlu 2 yılının ardından üstüme bir kara bulut çöktü ve sürekli yağmur yağıyor. Henüz bu sürecin başındayken en sevdiğim, en çok güvendiğim insanlar lisesinde baş sıralara oynayan insanlardan kısa aralıklarla büyük darbeler yedim. Bir insanın daha doğrusu insan görümündeki bir varlığın vicdanının olmadığına bizzat tanık oldum. Yalanlar, bencillikler... "Neden?" soruları beynimde döndü durdu. Şimdi bakıyorum da aslında o insanlara teşekkür bile edebilirim. Sayelerinde insanlardan soğuyup asosyal olmayı öğrendim. Eve kapandım. İnsanların çirkinliklerinden uzaklaşabileceğim tek yer olan kabuğuma çekildim. Çok az insan bıraktım hayatımda. Böylelikle ders çalışmak daha kolay bir hale geldi.
        Kendime "nasılsın?" sorusunu sormayı bıraktım. Nasıl olduğumun çok bir önemi yok şu sıralar. Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken "intihar edeceğim de TUS'tan vakit bulamıyorum!" dedim. Bilinçsizce ağzımdan çıkan trajikomik bir espiri oldu. Ama sanırım durumumu bir parça da olsa anlatıyor.
         Sosyal medya tek eğlencem gibiydi. Ama artık o da canımı sıkıyor. İşe başlayan, eğlenen, gezen, tozan arkadaşlarımı görmek... Bir zamanlar da ben eğlenirken onlar çalışıyordu. Hayat böyle bir şey. Eğlenmek çok önemli değil de iş kısmı... Onlar adına mutluyum ama mesleğimi bu kadar çok severken yapamamak gerçekten acı verici. Beyaz önlüğümü, hastalarımı, kan almayı bile özledim. İntörlük dönemimde de tabi ki hayatımda üzücü şeyler oluyordu. O zaman da bir şeylere sinirleniyordum vs. Ama her şey o hastane kapısına kadardı. Bir hastayla ilgilenirken, bir çocuğu muayene ederken tüm dertler uçup gidiyordu. Şimdilerde sorunlarıma çözüm bulmaktan acizim. En ufak şey bile büyüdükçe büyüyor. Önceden kafama takmayacağım şeyler dert oluyor.
      "Yazdım, yazmasam ağlayacaktım" diyor Turgut Uyar en sevdiğim şiirlerinin birinde... "palyaço söyledi, ben yazdım..."

3 Kasım 2017 Cuma

Adamın Dibi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:03 1 yorum
        Daha önce yazdığım yazıların birinde kendimi taş devrine ait gibi hissettiğimi, modern dünyaya uyum sağlamakta zorlandığımı belirtmiştim. Bugün bir tık daha ılımlıyım. Taş devri olmazsa yeşilçam filmleri de olur. Yani 70ler,80ler civarı... Daha yakınına mümkünü yok ayak uyduramıyorum. Her gün karşılaştığım bir olay karşısında ağzım açık bakakalıyorum. Hele son zamanlarda kadınlar ve erkekler arasındaki rollerin bu kadar değişmiş olması beni dehşete sürüklüyor. Bahsettiğim olay erkeklerin feminenleşmesi veya kadınların maskülenleşmesi değil. Anlatıyorum...
         Eskiden erkekler kadınları evliliğe ikna etmeye çalışırdı. Kadınlar pek yanaşmazdı. Şimdi erkekler evlilikten kaçar olmuş, hayret! Yeşilçam filmlerinde “İzdivaç teklifime hemen cevap vermek zorunda değilsin Nalan. Bir müddet düşünmeni istirham ediyorum” şeklindeki sahneleri hepimiz hatırlarız. Yeşilçamı bırak atasözü bile var. “Bir kızı kırk kişi ister bir kişi alır.” diye. Tamam kız alınan verilen bir şey değildir. Ama atasözü böyle. Hikayelere bakarsak da aynı durum. Siz hiç Leyla’nın çöle düştüğünü, Şirin’in dağlı deldiğini duydunuz mu? Hep erkekler sevdiklerine kavuşmak için bir şey yaparmış. Günümüzde ise durum 30 yaşını aşkın Buğracan’ın milyon yıllık sevgilisine “ben evliliğe hazır değilim!” diyişiyle son buluyor. Beş kız bir araya gelince, hele ki 25 yaşını geçmişlerse “neden evde kaldık?” soruları duvarları inletiyor. Ciddi ilişki ismeyen erkeklerimiz ve evlenme meraklısı kızlarımız yüzünden Mecnun ve Ferhat “çok yanlış zamanda yaşamışız” diye ağlıyorlar.
         Çok nefret ettiğim, hatta duyunca kusmak istediğim bir söz vardır: “karı gibi dedikodu yapma!” diye. Yazarken bile feminist damarlamın kabarmasına yol açıyor. Söyleyenleri kın kın kınayarak bu lafın artık “erkek gibi dedikodu yapma!” olarak değiştirilmesini istiyorum. İki erkeğin bir ortamda yaptığı dedikoduyu 15 kadın bir araya gelse yapamaz. 7 yıllık üniversite hayatım ve sonrasında yaşadıklarım bu dediğimi o kadar net destekliyor ki... Biz kadınlar en azından sevdiğimiz insanların dedikodusunu çevirmiyoruz. Erkekler o kadar umursamaz ki, ne duyduysa, ne gördüyse bir bir aktarıyor. Amaç zarar vermek değil. Onu düşünecek kadar bile umursamıyor dedikodusunu çevirdiği kişiyi. Maksat muhabbet olsun, ortamda laf dönsün, popi olayım, kızları etkileyeyim diye herkesin ini cini dökülüyor masaya. Ben şikayetçi miyim? Açıkcası hiç değilim. Çok eğleniyorum. Ama siz yine de “adam gibi adam benim kankam!” derken veya “sevgilim aramızda yaşananları kimseye anlatmaz!” derken bir daha düşünün. Zira ben tanımadığım o kadar çok insanın, o kadar çok hikayesini biliyorum ki!
           Deliyürek, Aynalı Tahir nerelerdesiniz? Gelin de sizi izleyerek, örnek alarak büyüyen insanlara bir bakın istedim. “Adam ol!” lafını instagramda bağrı açık, nargile üflerken fotoğraf koymak zannediyorlar. Sevdasını dağlara yazmakmış, peşinden koşmakmış (hadi koşmasın da yorulmasın, sabit bir kızın arkasından yürümesine de razıyız), bir kız için uğraşmak, emek vermekmiş... Varsa yoksa çapkınlık yapalım, milleti kötüleyelim, sonra kötülediğimiz adama “kankaaa” diyelim... Kadınlar birbirini çekememekle suçlanmıyor muydu? Kabul tamam bir kadın olarak uyuz olduğum, sevmediğim insanlar oluyor. Ne yapıyorum? Ya hayatımdan çıkartıyorum, ya da uzak duruyorum. Peki erkekler ne yapıyor? Arkasından şerefini namusunu bırakmadığı adamı görünce “oooo abi adamın dibisin!” diyorlar. Ya bu gözlerim kız arkadaşının eski sevgilisine “baba bi ara fifa atalım!” diyen adamı gördü. Medeniyet zehirlenmesi yaşadım diye tahmin ediyorum. Tamam herkes herkesin eski sevgilisi de kanka olmak zorunda mısın? Beş erkek rakı masasında fotoğraf koyuyor sosyal medyaya. Ben beşinin de birbirleri arkasından nasıl konuştularını bilen insan olan ben, fotoğrafın altına yazan “rakı herkesle içilmez! Böyle adamlarla içilir” sözü ve arkasından kalan dördünün “adamsın karşim!” tarzı cümlelerini okuyup dehşete düşüyorum. Sen değil miydin daha dün bana “x kişi de adam mı? Bir ara sevgilime bile yazdı i.ne. İşi gücü artistlik yapmak.” diyen. Ya ben şizofren oldum uyduruyorum ya da çirkin giden bir şeyler var ortada. Zaten Aşk denilen olay da o kadar laçkalaşıp ayak altı oldu ki bu insanların elinde şahsen ben şansımı kedili teyze olmaktan yana kullanmayı düşünüyorum.
          İşte böyle çocuklar(taş devrinden olduğum için büyüğünüz sayılırım). Sanırım dünya benim ayak uyduramadığım bir hızla değişiyor. Veya ben çok yanlış insanlara maruz kalmışım, kalıyorum. Şahit olduklarım karşısında bir yerden sonra tepkisizleşmeyi, onlara benzemeden uyum sağlamayı umut ediyorum.
Not: Tamamıyla şahit olduğum olaylar sonucu yazdığım bir yazıdır. Genelleme yapmıyorum. Tabi ki hala adam gibi adamlar var! Benim de çevremde gerçekten adamın dibi diyebileceğim insanlar var. O insanların çoğalıp, yazıda geçenlerin neslinin tükenmesini temenni ediyorum.

1 Kasım 2017 Çarşamba

İntikam

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 22:04 0 yorum
           İntikam soğuk mu yenirdi? Isıtılıp da mı servis edilirdi? Bir güzel süslenir miydi? Ana yemek miydi, tatlı mı? Bilmiyordum. Kısa zaman önceye kadar... Bildiğim tek şey benim tarzım olmadığıydı. "Neden bir insan için intikam planları yaparak beynimi onunla meşgul edeyim ki?" demiştim çok da uzun olmayan bir süre önce. Ne kadar mantıklıymışım.
           Itiraf etmeliyim ki 2017nin ikinci yarısı çok da istediğim gibi gitmedi. Yok bu cümle fazla ılımlı oldu. Doğrusu 2017nin ilk yarısı rüya, ikinci yarısı kabus gibiydi. Okulun bitmesi, arkadaşlarımın yaprak dökümü gibi memkeketlerine dönmesi, oturup saatlerce ders çalışmanın yapacak tek işim olması, hayatıma girip çıkan saçma sapan insalar (neden girip neden çıktıkları bile belli değil.), bir yığın yanlış anlaşılmalar, hayal kırıklıkları... Alışık değilim beynimi meşgul edecek tek şeyin ders olmasına. Kaldı ki ders çalışmak hatta sürekli bir şeyleri ezberlemeye çalışmak o kadar can sıkıcı bir şey ki, önceden olsa "amaaaan!" diyeceğim şeyler dert olmaya, aylar önce olmuş olaylar zihnimde tekrar yaşanmaya başladı. Asla yanıtlanmayacak "neden?" soruları beynimi işgalde...
         Hal böyle olunca ben çok da mantıklı olmayan şeyler yapmaya başladım. Şans bu ya insanlar intikam planları için günlerce uğraşır, emek verir; benim önüme düştü. 6 ay kadar önce "uğraşamam" diyerek seyircilere doğru atacağım topu, kaleye şutladım. Ve yine şans bu ya vurduğum gol oldu, birkaç kez hem de. Ve sonuç maçı kazandım ama bu bana zerre kadar haz vermedi. Hiç böyle hayal etmemiştim. Çok keyiflenirim, acayip mutlu olurum diye düşünüyordum. Olmadı. Bir de aksine, kendime; asla benzemek istemediğim, kalbi kararmış insanlardan ne farkım kaldığı sorusunu sormama neden oldu. Oysaki haketmişlerdi. Gerçekten canımı yakmış, bana kötülükleri dokunmuş olan insanlardı. Olayı ilahi güçlere bıraksam zaten mutlu olma şansları yoktu. Tıpkı daha önce beni keyfi üzen diğer insanlara olduğu gibi...
           Baştaki soruyu cevaplıyorum. İntikam ağzınıza kadar tok olduğunuz bir anda önünüze konulan tatsız tuzsuz bir kabağı bitirene kadar yemek gibi. Yemek zevk vermiyor, üstüne üstlük rahatsız da ediyor. Ondan önce yediğin lezzetli yemeklerin de tadı silinip gidiyor. Ve sonuçta "ben bunu niye yedim ki?" sorusunu sorarken buluyorsun kendini. Pişmanlık diyemeyeceğim bu duyguya. Yaptıklarımdan pişman olmamayı öğreneli uzun zaman oldu. Sadece belki kendimi bir parça hayal kırıklığına uğratmış gibi veya o insanların içindeki karanlıktan alıp kendi pembe dünyama sürmüş gibi....
           İki gündür hayatımın en ağır gribinin yarattığı duygusallıktan kaynaklı olarak mı bu düşüncelere kapılıp, bu yazıyı yazdım bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir an önce şu saçma psikolojiden kurtulmak zorunda olduğum. Belki benim intikam aldığımı düşündüğüm insanlar benim kadar üzülmemişlerdir bile. Kırılacak bir kalpleri olsaydı, hiç bu durumda olmazdık değil mi? 

18 Ekim 2017 Çarşamba

Börek Aşkı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:42 0 yorum
          Bazı insanlar bahtsızdır. Rahmetli anneannem "talahım(talihim) bok" derdi. Aynen o şekil. Zavallılar ne zaman mutlu olacağını düşünse başına bir iş gelir. "Allahım ben bu duruma nereden düştüm?" sorusuna henüz yanıt aradıkları sırada hayattan bir sonraki darbeyi alıp sıradaki vuruşu beklemeye başlarlar. İşte benim de tam olarak bu şekilde talahı bok bir arkadaşım var. Yaşadığı olaylar saymakla bitecek gibi olmasa da son yaşadığına bağıra çağıra güldük. Evet ağlanacak haline gülüyoruz. Şimdi ben size olayı onun ağzından anlatıyorum.
         " Yaklaşık üç ay önce bir arkadaşımız vasıtasıyla tanıştık erkek arkadaşımla. Sınava hazırlandığım bir dönemde, ilişkiler konusunda bol darbeli bir insan olduğum için yeni bir ilişki düşünmüyorum. Netim bu konuda ya da net olduğumu düşünüyordum. Ama işler öyle olmuyormuş. İlgi şişe kapağından gelse ona vurulan bir yapım var. Huyum kurusun... İşte bu vatandaş da öyle bir anda çıkageldi. Ama ne geliş... Eve desteyle gelen güllerden tutun da her gün beni görmek için kalkıp kütüphaneye gelmeler... Her gelişinde ufak sürprizler. Azıcık üzgün görse yazılan uzun uzun mesajlar... "Ben seni üzmem, benimle hep mutlu olacaksın, seni üzersem kendimi affetmem..." Beylik laflar biliyorum. Ama insan inanıyor işte. Bu sefer farklı olacak diyorsun. Her seferinde farklı bir bok çıkıyor zaten ya neyse.
           Çok bilinçli olmayan bir biçimde de olsa daha ilk haftadan annemle tanıştı. Birkaç hafta sonra ben onun kardeşiyle tanıştım. Her şey fazla mükemmel gidiyor. Hissediyorum bir sıkıntı olacak, olmak zorunda. Bu şekilde bir ay bitti. Sonrasında ben kısa süreliğine memlekete gittim. Her gün konuşuyoruz. "Çok özledim"ler havalarda uçuşuyor. Tabi böyle olunca insan gelince şöyle olacak böyle olacak büyük beklentilere giriyor. Geldim. İlk günler iyiyiz ama fark ediyorum bir sıkıntı var. Alttan alttan laf sokuyorum. "Ya sen önceden bana çiçek alırdın, sürpriz yapardın". Sanki üstünden seneler geçmiş gibi "önceden" diyorum. Yok adamda tık yok. Hiç üstünde bile durmuyo dediklerimin. Tabi ben "ben yaparsam, o da yapar" düşüncesiyle hediyeler alıyorum, tatlışlıklar yapıyorum. Adama çiçek bile aldım. Daha ne yapayım? Normalde kendim yemeğe yemek yapmayan ben sevdiği yemekleri öğrendim. Yapmaya çalışıyorum. Fena da olmuyor hani. Ama durum aynı stabillikte gidiyor. Çok sabırlı bir insan değilim. Çok geçmedi, on gün sonra falan ben bunu aldım karşıma. "Ne oluyor?" dedim. Başta inkar etti. Sonra doktorlarda Levent Ela'yı nikah masasında bırakırken 10 dakika aralıksız konuşuyor en son "e bu adam ne dedi şimdi?" diyorsunuz ya, öyle bir açıklama. "Sen mükemmelsin ama ...." "seni çok seviyorum ama ...." Kaç saat konuştuk bilmiyorum. Sonuç yok. "Ara verelim" diyorum "maç mı bu?" diyor. "Bitirelim" diyorum "konuyu nereye getirdin" diyor. "Devam edeceksek düzelmen şart" diyorum. "Düzeleceğim desem inanacak mısın?" diyor. Belli ki adam elde etme sürecini seviyormuş. Sonrası sorumluluk, gelemedi tabi.
          Ömür tüketen saatlerce konuşmanın sonunda "bana zaman verirsen değiştiğimi göstereceğim." dedi. Pişman olacağıma adım gibi eminim ama hem seviyorum hem de keşke demeyeyim diyerek kabul ettim. Aynı gün akşama doğru ev arkadaşım börek yapacaktı. Tartışmaya başlamadan önce söylemiştim. Çok sevdiğini biliyorum o böreği. Geldi bu. Böreği yedi bir güzel. Ama ben kırgınım, kızgınım. Durduk yere böyle olmasını kabullenemiyorum. "Kolay olmayacak" dedim. "Biliyorum, halledeceğim" dedi. Gözümün içine bakıyor böyle. Böreğin kalanını da saklama kabına koyup gönderdik bunu. O akşam mesaj attı. Ben yine elimden geldiğince iyi cevap veriyorum. Ertesi gün "günaydın" mesajı sonrasında da bir "ne yapıyorsun?" ve kapanış. Sonra bir daha ne arama, ne sorma. Anlayacağınız son bir günki "devam edelim, değişeceğim" böreklereymiş. Adam börek için devam edelim demiş. Börekler bitti, aşk bozuldu. Hayır saklama kabım da gitti ona yanıyorum."
           Böreği yapan ev arkadaşı aralıksız gülüyor. "Benim börekler nelere kadir" modunda. Haksız da sayılmaz. Ben ne kadar üzülsem de istemsiz gülüyorum. Arkadaş da kendi haline gülüyor çünkü. Zavallıcık. Bir gün bahtın dönecek. Ben inanıyorum. Börek kaldı mı peki?

14 Ekim 2017 Cumartesi

İçimdeki Adölesan

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:56 0 yorum
         Son günlerde içimde baş edilmesi imkansız bir ergen baş gösterdi. Resmen 17 yaşındaki kardeşimi solda sıfır bırakır nitelikte. Aslında geç ergenlik tıpçılar arasında çok normal karşılanan bir durumdur. Malum herkesin ergen olduğu 13-19 yaşlar arası biz ders çalışırız. O kadar çok çalışırız ki çoğumuz adölesan dönemde normal karşılanan isyan durumunu bile yaşamaz. Tüm hırsımızı sorulardan, kitaplardan, sınavlardan çıkartırız. ""Ha ha bu kitap da bitti!" "Günde 800 soru çözebiliyorum!" tarzı cümlelerle kendimizi tatmin ederiz. O yaşlarda insanlar sevgili kavgası yapar, bizde genelde sen çok çalıştın da sakladın tarzı kavgalar baş gösterir. Mesela benim hiç lise aşkım olmadı. Doğal olarak o yaşlarda hiç aşk acısı da çekmedim, hiç terk de edilmedim. Bizim için gayet normal bir durumdu bu. Ama üniversiteye gelip, ergenliğini normal geçirmiş insanlarla karşılaşınca durumun ne kadar içler acısı olduğunu anlarsınız. "Nasıl yani senin hiç sevgilin olmadı mı?" tarzı şaşırma cümleleri başlarda komik gelse de sonradan anlaşılır durum. 22 yaşında ilk kez bir duyguyla tanışmak, birini sevmek ve kötü bitmesi... Bir daha sevebileceğini, karşısına yeni birisinin çıkacağını 15 yaşında ilk kez aşık olmuş birine anlatmak çok kolaydır. Anlatmanıza gerek bile yoktur. Üç beş güne atlatır o zaten. Mis gibi yaşar acısını, önüne bakar. Ama bizim zavallı geç ergenizimizde işler öyle yürümez. Aylar süren depresyondan, saatlerce ağlama nöbetlerinden bahsediyorum... Anlayacağınız durum sıkıntılı.
        Benim durumuma gelirsek, 25 yaşındayım... İki hafta içinde ilk görev yerim belli olacak. Doktor  Hazan Çıtlak olarak tercih edeceğim hastaneleri arayıp bilgi aldım. Kendi adımın önüne doktor sıfatını koymak ilk seferde çok tuhaf gelsede üç beş kez sonra alıştım. Hatta evin içinde "doktorum lan ben" diye konuştum bir süre. Sanki haziran ayında mezun olmamışım gibi... Ama gelin görün ki içimdeki ergen bu durumu hiç umursuyor gibi durmuyor. Sürekli bir isyan halinde. Normal şartlar altında kin tutmak şöyle dursun, olayları aklında tutamayan ben bir süredir günler, haftalar hatta aylar önce yaşanılan olayları düşünüp tekrar tekrar sinirleniyorum. Sadece sinirlenmekle kalsam iyi. Bayağı intikam planları yaptığımı fark ettim. Ben ve intikam aynı cümlede... Gerçekten çok ilginç. Çünkü ben işimi ilahi güçlere bırakırım. Onlar benim için zaten hallediyor. O kadar çok şahit oldum ki bu duruma. Beni üzen insan evladının mutlu olma şansı yok. Bu da benim için yeterli. Yani yeterliydi. Şimdilerde bayağı arabalarını çizme, evlerini dağıtma tarzı planlar yaparken buluyorum kendimi. İçimdeki ergeni fiziksel intikam konusunda zor da olsa dizginleyebiliyorum. En azından şu an için. Ama laf sokma, gönderme yapma... Yok arkadaş içimde dayanılmaz bir istek var. Her gün birilerinin kuyruğuna basmak istiyorum. İyi ki twitter'ımı yıllar önce kapatmışım. Yoksa neler yazardım neler.
        Son zamanlarda üst üste çok şey yaşandı ondan mıdır, yoksa ders çalışmak dışında genel anlamda işsiz olmamdan kaynaklı mıdır anlamadığım bir durumun içindeyim anlayacağınız. İçimde Kral tv'nin alt yazı bölümüne "İsmail Yk'dan Allah belanı vesin şarkısını eski sevgilime armağan ediyorum." yazabilecek kapasitede bir insan evladı var (Hala öyle bir uygulama var mı bilmiyorum bile). Umarım tez zamanda içimdeki ergeni öldürüp yoluma içimdeki çocukla devam etmeyi başarırım. Aksi takdirde yıllar öncenin mevzuları bile gün yüzüne çıkmaya başlayacak. Birisi beni durdursun!

11 Ekim 2017 Çarşamba

Darlamayun!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:57 0 yorum
           Karadenizlinin beyni farklı çalışır.  O kadar Temel fıkrası boşuna çıkmadı ya! Aslında bakarsanız Karadenizliler hatta daha hakim olduğum kısım Trabzonlular gerçekten özenle yaklaşılması gereken insanlardır. En basitinden iki Trabzonluyu dün gırtlak gırtlağa kavga ederken, bugün birlikte çay içerken görebilirsiniz. Bizim (bir Trabzonlu olarak tabi ki kendimi dahil edecektim) her şeyimiz anlıktır. Anlık sinirle adam öldürüp 5dakika sonra cesetten özür dileyebiliriz. Mesela benim anlık öfkemle saydığım laflarla insan ölebilir. (Öfkemi fiziki boyutlara taşıdığım durumlar da olmuyor değil ama kendimi çok fazla açık etmek istemiyorum) Önceden bu tarz durumlarda çok üzülür hemen kendimi affettirme derdine düşerdim. Sonra farkettim ki ben o lafları keyfimden saymıyorum. Kuyruğuma basıyorlar, tırmalayınca suçlu beni çıkartıyorlar. Artık hiç affetirmekle uğraşmıyorum. Kendi kendime size söylediklerim için üzülürüm ben. Siz bilmeseniz de olur.
           Geçenlerde kuzenimle hamburgerciden yemek siparişi verdik. O tavukburger istedi, ben köfteburger. Yemek geldiğinde o duşa girmişti. Ben açlığıma yenik düşüp onu beklemeden başladım yemeğe tabi. Bir yandan da bağırıyorum: "bu hamburgerciyi şikayet edelim. İkisini de tavuk göndermişler". Kuzenim duştan çıkıp yemeğe gelene kadar ben yedim bitirdim. Geldi, açtı yemeği "Hazan benimkini niye yedin? Köfteburger bu!?" dedi. Nasıl bir mantıkla sadece birisini açıp "ikisini de tavuk göndermişler" dedim hiçbir fikrim yok. Gerçi ben arkadaşımı arayıp telefonu evde çalınca "telefonun evde kalmış" diye mesaj atan insanım. 25 yıllık kuzenini tanımıyormuş gibi hala dalga geçiyor.
           Ben annemin Antepli olmasından ötürü biraz törpülenmiş bir karadenizliyim. Saf Karadenizliler var ki bir de... Mesela bizim köyde bir amca var. Bizim oranın tabiriyle "emice". Bu emice ne zaman birisi bir yerim ağrıyor derse, ağrıyan yerine iğne yapar. Enjektörün içinde hangi ilaç olduğunun hiçbir önemi yoktur onun için. Başın mı ağrıyor, sapla iğneyi... Kolun mu acıyor batır iğneyi... Bir gün amcanın eşi eskaza "boynum ağrıyor" demiş. Teyzeyi ertesi gün toprağa verdik. Allah rahmet eylesin... Aynı amcamız bir gün kabız olmuş. Ne ettiyse çıkamamış tuvalete. Kıvrım kıvrım kıvranırken aklına süper bir fikir gelmiş. Bir hortum bulmuş. Hortumun bir ucunu musluğa takmış diğer ucunu da çıkmayan dışkının çıkmasını istediği yer olan anüse... Ve sonuna kadar açmış musluğu. Amca aylarca üniversite hastanesinde yattı. Düzeldi ama şükür. İyiymiş şimdi. Hayır aslında bakarsan fikir mantıklı. Tıkanan boruyu tayzikli suyla açabilirsin. Ama tıkayan şeyin nereden çıkacağını düşündü? Ağzından mı acaba? Orası muamma. Bir gün görürsem kendisine soracağım bu soruyu.
          Bazen size göre saçma bize göre çok mantıklı fikirlere sahip olsak da, Trabzonlular olarak net insanlarız. Sonuç odaklıyız. O yüzden lafı dolandırmak, gevelemek sizi kurtarmaz. Siz en iyisi çat çat söyleyin derdinizi. O an çevrede delici kesici alet yoksa on dakikaya sinirimiz yatışmış olur zaten. Bir ileri iki geri bir adamsanız(?) zaten hiç yaklaşmayın. Kısacası "adamu darlamayun"

9 Ekim 2017 Pazartesi

Taş Devrine Işınla Beni Scotty

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:57 1 yorum
         Sanırım ben taş devrinde doğacakmışım da son anda bir zaman kayması yaşamışım. Taş devri derken de cilalı falan değil. Öyle düz, sade, belki azıcık yontulmuş olanından.Uyum sağlayamıyorum kompleks dünyanın allengirli oyunlarına sahip çetrefilli insanlarına. Üstümde doğal yaşamın netliği var. Siz hiç bir kaplanın ceylana "fake" attığını gördünüz mü? Ya da iki gergedanın birbirlerine "aslında ben senden hoşlanıyordum ama sen bana pas vermezsin diye gidip yakın arkadaşınla evlendim" dediğini duydunuz mu? Yok göremezsiniz de duyamazsınız da. İnsanları anlamaya çalışmaktan beynim çürüdü yahu! Ne var yani sevdiğine "seviyorum üleeeennn" desen beyaz atkılı Kadir İnanır gibi, sevmediğine yol versen? Kızdığın zaman süzüne süzüne "yok bişiii" demek yerine armut ikram etsen, sevgili ayıcığımız afiyetle yerken sen derdini anlatsan? Olmaz mı? Türklerin tabiriyle "hiç mi olmaz?" Olmuyormuş demek ki...
        Entrika günümüzde temel besin maddesi tarzı bir şey haline gelmiş. Hep bir planlar, programlar... Karşıdakinin üç adım sonrasını hesaplama çabaları... Ben düşünmeyi sevmediğim için satranç oynayamayan insanım. Yapmayın bana bunları...
         Hep bir "ben adamı gözünden tanırım!" atarları. Yok ben tanıyamıyorum. Ne gözünden ne ağzından ne de burnundan. Bir insanla tanışıyorsam iyidir. Yani niye kötü olsun ki. Dizi mi bu rolü kötülük yapmak olsun? Bir insanı kankaya bağlama sürem 15 dakikayla sınırlı. Sonra "vay efendim niye böyle oldu?" E sen 3gündür tanıdığın insanı alır hayatının ortasına koyarsan olur. Çünkü insanlar  senin gibi düşünmeden yaşamıyor ki! Hep bir çıkar çatışmaları, çok zekiyim havaları...
         Zor değil, gerçekten. İyi bir insan olmak, karşıdakini adam yerine koymak, empati kurmak, egoyu zekayla aynı seviyede tutmak... Sonra "neden bu kadar atarlısın?" Bezdum, yeminlen bezdum... Ya beni gönderin taş devrine, keyif için değil hayatta kalmak için avlanayım ya da gideyim ormana modern dönemin Tarzan'ı olayım. Ormanda yüzüme gülüp arkamdan konuşmaya ayılarla yaşamak istiyorum. Entrikadan gözü dönmüş, ahkam kesmeyi meslek edinmiş, sevgi yoksunu insanların arasında yaşamaktan çok daha kolay olacak eminim.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Ayrıl da Gel

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:25 0 yorum
          Hiç at yarışı oynadınız mı? Ben bir aralar bayağı ilgiliydim. Burnumu sokmadığım bir halt kalmasın tabi. Ganyan bayiye gidip amcalarla çay içtiğimi bilirim. Hala hatırladıkça gülüyorum.
           At yarışı deyip geçmeyin. Öyle iddia'ya falan benzemez at yarışı. Emek ister, çalışma ister. Açarsın gazete ekini. Bir atı kestirirsin gözüne. Daha önceki derecelerine bakarsın. Çimde mi koşmuş kumda mı? Aynı jokeyle mi koşmuş? Daha önceki jokey kaç kiloymuş? Yorumları okursun. Böyle bir sıralama yaparsın. Hipodroma gidip "koş kızım" diye bağırmazsan hiçbir anlamı olmaz zaten. Benim gibi ufak paralarla oynuyorsan nadiren kazanırsın. Kazanmanın tadı anlatılacak gibi değildir zaten de benim asıl bahsetmek istediğim kaybetme kısmı. Kaybetmenin de, yanlış ata oynamanın da çeşitleri var çünkü.
         Alırsın gazete ekini, oturur çalışırsın. Çalışırken eğlenirsin. Ufak bir kupon yaparsın. Gidersin hipodroma. Hipodrom güzel bir yerdir. At sahipleri genelde kendilerini belli eder. Onları kesersin, "zenginliğin gözü kör olsun" dersin. Bir şeyler yersin. Sonra yarış başlar. Birinci ayak, ikinci ayak, üç... Devam ediyor. Son ayak başlar. Heyecan doruktakta. Tek ata oynamışsındır. Oynadığın at son ana kadar başabaş gider. Birinci mi ikinci mi olacak derken, kaybedersin. Kaybetmenin bile güzel olduğu nadir anlardandır. Tabi para için değil de benim gibi eğlence için oynadıysan. Amacına ulaşmışsındır. Heyecanı sonuna kadar yaşamışsındır. Harcadığın paranın hiçbir önemi yoktur gözünde. Mutlu mesut gidersin evine.
           Kaybedişin ikinci çeşidine gelirsek... Üç beş arkadaşın aynı atı tüyo verir sana. Yorumcular ağız birliği yapar. Ama sen bir türlü emin olamazsın. Saatlerce kafa patlatırsın. Senin kafanda başka bir at vardır çünkü. En sonunda "görürsünüz hepinizi yanıltacağım" diyerek yaparsın bir kupon. İş inada binmiştir ya. Senin atın koştuğu ayağa kadar çok ata oynarsın. Anlayacağın bu işe büyük para yatırırsın. Ve o ayak başlar. Start verilir ama o da ne? Senin at yarışa başlamaz bile. Senin inadın gibi at da inat eder. Jokey ne yapsa boş... Giden parana mı yanasın, emeğine mi yoksa insanların "biz demiştik" demesine mi bilemezsin. Eğlenmemişsin, heyecanlanmamışsın. Günün boşa gitmiş. Boynu bükük dönersin evine.
           Diyeceğim şu ki kaybetmek var, kaybetmek var... Yanlış ata oynamak var, oynamak var... Dileğim kayıpların bile arkasından "iyi ki" diyeceğimiz günlerimizin olması...

26 Eylül 2017 Salı

Kız Sıdıka

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:02 0 yorum
           Ev hanımlığına iyiden iyiye alıştım. En azından kendimi doğrama planlarımı şimdilik rafa kaldırdım. Bence büyük bir adım. Yemek yapıyorum, bulaşık, çamaşır... Güzel yönleri yok değil. Mesela alarm sesi nasıl bir şeydi unuttum. Gerçi her gün kendiliğimden sabahın köründe uyandığım için bu avuntum da boş anlayacağınız.
         Küçük yaşımdan itibaren Türk filmlerine olan hayranlığım bu aralar iyice depreşti. Akşamları otururken, yemek yerken kısacası ders ve spor dışındaki her anımda yaşasın Türk filmleri! İtiraf ediyorum psikolojim alt üst. Modern zamanlarda aşk yok olmuş mudur? İzlediğim her filmde "benim bu kadından farkım ne? Neden bana böyle şeyler yapılmıyor?" diye isyan ediyorum. Biraz önce bir filmde adam kadına evlilik teklifi etmek için ateşböceklerini kavanoza doldurmuştu! Kuzenim "Hazan film onlar. Gerçekte yok bu adamlardan. Bu senaryoları bile eminim kadınlar yazmıştır. Erkeklerin kafası böyle inceliklere göre değil!" dese de yok. İki sahne sonra ben yine başlıyorum. Bir şunu yapanımız olmadı, bir bunu yapanımız olmadı...
         Ev hanımlığımın üstüne evde koca beklerken türlü aşk hayallerine dalan kız masterı yaptığıma göre oldum ben oldum. Yetkililere sesleniyorum. Bir an önce çalıştırın beni. Nöbet tutturun, hasta yağdırın üstüme. Bırakın tek taşımı kendim alayım, tek başıma kendim takayım. Hazan'dım 15 günde Sıdıka oldum. Bir sonraki adımı görmek istemiyorum.

20 Eylül 2017 Çarşamba

Ev Hanımı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 03:29 0 yorum
          Dünyanın en zor mesleği ev hanımlığı... Hiç saçmalama falan demeyin. Doktorluk falan halt etmiş yanında. Şu kısacık ev hanımlığı tecrübemle hayata bakışım değişti desem yeridir. O kadar çok boş zaman var ki şöyle mi baksam, amuda mı kalksam yoksa obua çalarken koşarak mı baksam diye düşünebiliyorum. Hele benimki gibi sürekli meşgul olmaya alışmış beyinler için tam bir dram söz konusu. Zavallıcık kafamın içinde dehşete düştü. Hasta yok, nöbet yok, sabahın köründe uyanacağım derdi yok, ne yapacağını şaşırdı.
           Halay dolu bir yılın ardından tus'da tam da hakettiğim gibi bir sonuç aldım. Bunun üzerine "artık dizi kırıp oturma zamanıdır" dedim. "Ohoooo intörnlük olmasa, nöbetler olmasa derece yaparım ben" laflarının ne derece boş olduğunu henüz bir ay dolmadan anladım. Sabah uyan kahvaltı, ders, spora git, gel, yemek, ders, yemek, tv izle ( favorim doktorlar, en azından hastane görüyorum), İstiklal marşı ve kapanış. Ertesi gün bir daha, sonra bir daha... Haksızlık etmeyeyim arada temizlik yapıyorum bir de markete gidiyorum. Durumu en dramatik hale getirense dolaplara sığmadığı için ekstra askılık aldığım kıyafetlerim... Askılarda çürüyorlarmış hissine kapılıyorum. En son ne zaman eşofman dışında kıyafet giydim fikirsizim. İyi ki spora gidiyorum. Yoksa duş bile almayacağım herhalde.
           Durumu abarttığımı düşünebilirsiniz. Ama bu yazılanlar tamamıyla büyük bir hayal kırıklığının eseridir. "Ben ev hanımı olmak istiyorum" diye isyan ettiğim günler dün gibi aklımda. Ne çıkartıyoruz buradan? En kötü iş bile işsizlikten iyidir. Sabah küfrederek gittiğiniz işinizin kıymetini bileceğiniz bir gün diliyorum. Ben mi? İşsizlikten kendimi doğramazsam hiçbir sorun yok.

7 Eylül 2017 Perşembe

Sevgili Buldun, Kuş Kondurdun

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:50 0 yorum
          Bir sevgili bulunca tüm dünyayı unutan kızlar, kızlarımız... Yine sevmediğim genelleme yazılarımdan birisi... Ancak yazılmayacak gibi değiller ki! Özel üretim gibi, nerede karşılaşsam hepsi birbirinin aynısı... Evet şimdi başlıyorum.
          Bu kızlarımız daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim "uzun ilişki kızları" gibi "sevgililik  müessesesine" erken yaşta başvururlar. Yalnız uzun ilişki kızlarından temel farkı aradığı şeyin popülerlik değil sahiplenilme olmasıdır. Yani aranılan sevgilinin okulun popüler çocuğu olmasına veya sınıfın bütün bireylerinin bu ilişkiye dahil olmasına gerek yoktur. Daha çok sessiz sedasız yaşarlar ilişkilerini.
         Yaş artar, zaman geçer. Ancak bu kızlarımızın hayatı hep stabildir. Sevgilisi olmayan dönemlerde dünya iyisi bir insan haline gelirler. Her derdinize koşar, her işinize yardım ederler. Gaddar olmak istemem ama bütün bunları sizi çok sevdiği için yapmazlar. Bu durumu benim kabul etmem biraz güç oldu ama başıma vura vura öğrettiler. Sizi adeta "arkadaş bank" olarak görürler. Sizin arkadaşlarınızla kaynaşır, tanıştırdığınız her erkeği kendilerine potansiyel olarak görürler. Her ortamda sergiledikleri flörtöz tavırlarla sizin kankalarınızdan birini ayartmayı başarırlar. Sonrası işte işin korkunç kısmı. Her an yanınızda olan "canım, cicim, kardeşim" dediğiniz insan bir anda puf, yok olur. Ne zaman arasanız sevgilisiyle bir işi vardır. Hatta kapısına dayanıp "ölüyorum" deseniz "sevgilim gelecek" cevabıyla karşılaşırsınız. Bu durumu ilk kez yaşıyorsanız sinirleriniz bozulur, canınız sıkılır. Sonra gün gelir devran döner. Kızımızın "her şeyim" dediği ( gerçekten de başka kimsesi kalmamıştır) bey bu "her şeylikten" bunalır ve totoşuna tekmeyi koyıverir. Kızımız bir anda evsiz, barksız, sahipsiz kalır. Kuyruğunu kıstırdığı gibi gelir kapınıza. Siz de iyi insansınız ya "bir daha yapmaz" dersiniz. Yara bandı olursunuz ona. Eskisi gibi olur her şey. Yine her işinize koşar, yine en iyi arkadaşınız olur, yine sizin arkadaşlarınızla tanışır ve evet. Fark ettiniz mi? Yine aynı hazin hikaye... Burada tanışılan kişinin sizin arkadaşınız olması şart değildir. Sizin gibi başka bir "fazla iyimser" arkadaşın arkadaşı da olabilir. Sonuç değişmez. Yine elini eteğini çekip sizi bir kalemde siler.
         Benim gibi insanların değişebileceklerine inanan bir saftirik Elmer'sanız defalarca yaşayabilirsiniz bu olayı. Maddi manevi bir güzel sömürülürsünüz. Nasıl olsa kardeşinizdir ya!? Üç kuruş paranın lafını mı edeceksiniz? Etmeyin tabi. Ama sevgilisi olunca adınız bile olmayacaktır. Nankör bu insanoğlu... Bir sevgili bulunca sizi yok sayan insanlardan uzak, mutlu günler:)

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Kalanlardan Gidenlere

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:33 0 yorum
        Duygusallı yazılar yazmak yerine geyik muhabbeti çevirmeyi çok isterdim. Ben de sizin gibi okurken daha çok eğleniyorum. Buradan da bir itiraf geldi: Kendi yazılarımı okuyup, eğleniyorum. Hele üstünden biraz zaman geçmişse, bayağı gülüyorum da. "Kendini beğenmiş" diye taşlamadan önce bu yazıyı göz yaşlarımla suladığımı söylersem belki biraz yumuşarsınız. Şaka değil. Hayatımın en ayrılık dolu günüydü. Üç, beş, on... Kaç kişiyle vedalaştığımı sayamadım bile. Yedi yılda biriktirdiğim tüm arkadaşlarımı bir bir yolcu ettim. Sanki kız anasıyım, yüksek yüksek tepelere kız veriyorum. Gerçi öyle olsa bir kızımı gönderir ona üzülürdüm. Bugün ben birini otogara bıraktım, gözümdeki yaş kurumadan öbürünü arabaya bindirdim. O daha ana yola çıkmadan başka birine sarılıp "mutlaka görüşelim" dedim. Giden de gittiğine mi yansın, beni mi teselli etsin bilemedi. Bütün gün akan makyajıma bağlı yüzümün yarısı siyah olarak gezdim. Huyumu bildiğim için sabah kendi kendime "makyajı bol yapayım da ağlayacak gibi olursam makyajımı düşünüp vazgeçeyim" diye düşündüm ama nafile. Evdeki hesap hiç olmadı. Aksine Selvi Boylum Al Yazmalım'da annesi Asya'nın yüzüne kara çalıyordu ya o şekilde gezdim bütün gün.
       Ayrılık çirkin kabul de ayrılıktan sonra kalan olmak en çirkini. Giden gitmenin verdiği heyecanla bir şekilde avutuyor kendini. Kalan kaldığı yerde bir yandan özlemle bir yandan anılarla mücadele veriyor. Şimdi şu bilgisayarımı İlyasko ile aldığımız gün.. Avm'ye girip 6 bin lira bırakıp çıkmıştık. Zenginlik değil. Yanlış anlaşılmasın. Bütün alınması gerekenleri bir güne toplayınca öyle olmuştu. Sonra da gece acilde nöbete gelip 6 bin lirayı nasıl harcadığımızı ballandıra ballandıra anlatmıştık.
          Kapıda Fatoş'un doğum günümde yazdığı akrostiş asılı... Bir insan daha birinci sınıftayken bu kadar iyi anlatılabilir mi?
Hep yerindedir neşesi
Atipik tıpçıdır kendisi
Zengin renklerden elbisesi
Attırmayın tepesini
Ne çok severdik İbrahim Tatlıses'i  
        Tamam son dize konsunda çok iddialı değilim ama kalan 4 satırda Hazan özeti yapmış.
        Masanın yanında duran kırmızı sandalye var. Ayşe bir yıl önce, ertesi gün henüz hiç çalışmadığımız bir sınav varken, gecenin üçünde "kuş gibi hafifim" diyerek kanat çırpıyordu. O sınavdan nasıl geçtim biliyor musunuz? Poğaça yiyerek. Bildiğimiz poğaça... Zeytinli olması lazım. Küçük stajlardan biriydi. İki haftalık olanlardan. Hangi hocadan sözlüye gireceğimiz sınav sabahı belli oluyordu. Şansıma derse girmeye takıntılı hocalardan birine rast gelmiştim. 4 kişi girdik sınava. Üç arkadaşı sorularıyla ağlatıp bana "sen şu dersimde poğaça yiyen aç kız değil misin?" diye sormuştu. "Evet" cevabımla birlikte hocanın gözünde yanan A1 ışığını görmüştüm.
        Sonuç şu ki ayrılık zor, kalmak daha da zor. Sıradaki şarkı kalanlardan gidenlere gelsin... "Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık/ Her bir dertten ala yaman ayrılık...

9 Ağustos 2017 Çarşamba

En

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:55 0 yorum
        Mutluluğu çok yanlış yerlerde aramıyor musunuz? Daha doğrusu mutluluğu fazla aramıyor musunuz? Hep daha fazlası hep "önündeki engeli aşınca mutluluğa ulaşma düşüncesi..." İtiraf etmeliyim ben de böyleydim. Lisede üniversite sınavını kazanınca her şeyin mükemmel olacağını, mutluluğun bana bir tepsi içinde sunulacağını düşünüyordum. Güzel olmadı mı? Oldu. Ama olmasının nedeni benim bu düşüncemden ve yarattığım hırslardan vazgeçmiş olmamdan kaynaklıydı.
       Hep bir yarış... En başarılı, en iyi, en güzel, en, en, en daha çok en olma isteği. Sevgilin mi var? En yakışıklısı, en güzeli senin sevgilin... İşe mi gireceksin? En rahatı yine seninki... Sınav mı var? En başarılı sen olacaksın... Evlendin mi? En güzel evlilik hayatı seninki... Acı mı çekiyorsun? Yine en çok seninki... Yok öyle bir dünya! Olmasın da en zeki, en iyi, en güzel sen olmak zorunda değilsin.  Her sınavda başarılı olamayabilirsin. İnan bana başarısızlığın da güzel bir tadı var. Biraz ekşi, biraz acı ama alışıyorsun. Alıştıkça seviyorsun. Mutluluğu hep ilerde aramaktansa şu an elindekilerle mutlu olabilmeyi başarıyor musun? Asıl başarılı sensin. Olay "şu olsun her şey güzel olcak, bu geçsin huzura ereceğim"e kaldıysa, yazık sana. Bir arayışla tüketeceğin, bir solukluk ömrün var. Kolay gelsin. Ben gidip yine ne kadar şanslı olduğumu düşünerek huzurlu bir uykuya dalacağım. En mutlu günler sizin olsun, bana birazı da yeter...          

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Kaybettim

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:41 1 yorum
          En kötüsü de bir insanı yaşarken kaybetmek. Bir sevdiğini, hatta çok sevdiğini... Onun hatası ya da senin hatan... Hiç fark etmez. Önemli olan yarın hayatında olmayacak olmasıdır. Başına gelen en ufak şey için onu arayamayacağını bilmek, mutluluğunu ya da mutsuzluğunu paylaşamamak... Başta sinirlenirsin. İlla ki bulursun suçlayacak bir şeyler. Zamanla yokluğu bastırır öfkeni. "Neden yaptı?"nın yerini "keşke yapmasaydı" alır. Aşkın acısı unutulur. Yeni bir aşk yeşerdi mi kalbinde eskisi hiç olmamış gibidir. Son aşk ilk aşktır. Ama dostluk, arkadaşlık... İstediğin kadar çok insan tanı, istediğin kadar sevildiğini hisset... Tutmaz eskisinin yerini. Dost kaybetmenin acısı da dostun yaşattığı hayal kırıklığının da acısı bambaşkadır. Ne zaman ilaç olur ne de başka insan.
         Ben bugün iki dostumu birden kaybettim.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Mektup

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:47 0 yorum
            Sevgili gelecekteki ben,
            Halini hatırını sormuyorum. İyi olcağını umuyorum. Ummuyorum, iyi olmak zorundasın. Sen iyi ol diye ben şu yaz ayında, haftanın yedi günü, günde 10saat ders dinliyorum. Senin mutluluğun için kendimden vazgeçtim resmen. Bir önceki cümleden anlayacağın üzere TUS kampındayım. Kamp deyince bu güzel yaz gününde, ormanlık bir alanda yapılan, çadırlı, gitarlı kamp gelmiştir şimdi senin aklına. Bilirim ben seni. Başına gelen kötü şeyleri silmek konusunda bir idolsün. Öyle olmasa aynı hatayı yüz kez tekrarlamazdın ya o da ayrı konu. Sen şimdi Tus'du, kamptı, soruydu unutmuşsundur hepsini. Ben sana kısaca şöyle anlatayım: o kadar saat dinlenilen dersi, sosyal hayatının eksiye inmesini veya hayata tutunma çabanın uyumak ve yemek yemekten ibaret olduğunu geçtim. En kötüsü insanlar... Kocaman bir salon dolusu, yeni mezun doktor... İddia ediyorum yarın o sınıfa bikiniyle gidip dersin ortasında tek elimle amuda kalkıp diğer elimle silahla kendimi vursam yüzde 90'ı "sessiz ol, ders dinliyoruz" diyecek. Kalan yüzde 10u ise "ateşli silah yaralanmasında önce BT mi çekiyorduk, acil ameliyata mı alıyorduk. Hoca TUS'da çıkar demişti!" diye düşünecek. Salon yanık beyin kokuyor. İnsanlar enerji tasarrufu için (hepsini derse kullanacak) bakışarak anlaşıyor, konuşmuyorlar bile. Ya işte hepsi sen az nöbet tut, iki kuruş fazla para kazan, mutlu ol diye.
          Sen mutlu ol diye yapıyorum da eğer değişmediysen ki hiç umudum yok, kesin yine saçma sapan bir insana sonrasında daha saçma ikinci insana ve en en en saçma üçüncü insana aşık olmuşsundur sen. Aşık olman ayrı dert, sonrası ayrı dert. Benim binbir emekle biriktirdiğim mutluluk toz olup uçtu bak. Yüz kez dedim sana. Paratoner gibisin. Nerede bir dengesiz, umursamaz, tuhaf adam var, çekiyorsun. Adam derken de bir şüphem olmadı değil.(benden selam söyleyin bütün aşklarıma) Kedilerinle birlikte, huzur evinin huzurunu kaçıran huzursuz teyze olarak öleceksin. Neyi zorluyorsun?
        Şimdi senin çevrende arkadaşın da kalmamıştır. E tabi millet evlendi barklandı bebek bezi konuşuyor. Çift olarak birbirlerine çaya gidiyorlar falan. Çocukları arkadaş oldu. Sen de götür kedilerini, tırmalasın çocukları. İşte tam da böyle yapacağını bildikleri için görüşmüyor seninle arkadaşların. Üzülme, üzülme.. Büyük bir kısmı sonrasında sana gelip "b.k vardı da evlendim, en akıllımız senmişsin" diyecek.
        Evet gelecekteki ben, beynimi ve çok kıymetli zamanımı daha fazla harcamamak adına mektubumu burada noktalıyorum. Büyük kedilerinin ellerinden, küçük kedilerinin gözlerinden öperim. Hoşçakal...
     
     

9 Temmuz 2017 Pazar

YAŞLI

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:35 0 yorum
         "Sen çok değişmişsin! Yaşlanmışsın sanki..." Hastasıyım bu geyiğin. Konuşmanın sonrasında geçen "çökmüşsün, eskisi gibi değilsin" cümleleri... Kaç insanla yaptım bu konuşmayı sayamadım bile. Başlarda ciddiye alıp üzülüyordum. Aynanın karşısına geçip cidden yaşlandım mı diye bakıyordum. Yakın çevremi darlıyordum. Sonra sorun bende değil sende misali benim "yaşlandığımı" söyleyen insanlara bir baktım. Hemen hemen hepsinin öğrencilik yıllarımdan "köküne kadar eğleneceğim" felsefesini benimsediğim dönemlerden kalma arkadaşlarım olduğunu gördüm. O zamandan bu zamana doktor olduğumu, elimden sayamadığım kadar hasta insanın geçtiğini fark edemeyip "imi sin yişlinmişsin" diyorlar. Arkadaşım yalnız senin yaşından fazla insan öldü benim elimde. Sen geceleri o gece klübü benim bu bar senin gezerken ben nöbet tutuyordum. Yine sen hafta sonları öğlene kadar uyurken ben sabahın 5inde 15 hastadan kan alıyordum. Sen akşam işten gelip ayağını uzatırken de ben ders çalışıyordum. E bir de sen yaşlan istersen. Kaldı ki benimki yaşlanmak değil "olgunlaşmak". Aradaki farkı anlayabilcek olsan biz bu konuşmayı hiç yapmamış olurduk o ayrı dava. Ne yapayım yani hala sizinle aynı yaşta olduğumu kanıtlamak için ergenlerin takıldığı mekanlara mı gideyim? Masaların üstünde dans mı edeyim?(Selam olsun "gençliğime") Kaldı ki zamanım olunca onu da yaparım. Şimdilik bütün gün ders çalışıp, ders aralarında da ev işleriyle meşgul olmak zorundayım. O yüzden mümkünse bana "öyle olmuşsun, böyle değişmişsin" laflarıyla gelmeyin. Hatta mümkünse bana hiç gelmeyin. "25 yaşına geldin hala çalışıyorsun. Ben asla yapamazdım" cümlelerinizi koltuğunuzun altına alıp az ötede oynayın. Aradığınız doktor derdinize çare bulmak amacıyla ders çalışıyor...
 

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Eksik

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:16 1 yorum
            İnsanın hayatında bazı anlar vardır. Kendini hiç olmadığı kadar mutlu, huzurlu ve tam hissettiği... Evet doğru sözcük bu "tam". O anı kaydetmek istersin. Video veya fotoğraf gibi değil... Kokusu, sesi, duyguları... Her şeyiyle... Bir daha asla o anı yaşayamayacağını, o anda yaşadığın mutluluğu bulamayacağını bilirsin. Bir nefestir her şey... Sonra aradan zaman geçer. Çok veya az hiç fark etmez. Bir saniye bile o kadar çok şey alıp götürür ki insandan... Bir gün okuduğun kitaptaki bir cümle, dinlediğin müzikteki bir melodi veya gece evinin balkonunda otururken burnuna gelen bir koku... Bir anlığına geçmişe dönersin. O kadar gerçektir ki her şey... Bir nefes kadardır yine ama seni darmadağın etmeye yeter. Artık o anda olduğun yerde değilsindir, o anda yaslandığın omuz artık hayatında yoktur ve en kötüsü o an hissettiğin duygulardan eser yoktur. Sadece boğazında bir düğüm kalır. Eksilmişsindir, eksiksindir.. Evet "eksik"...

30 Haziran 2017 Cuma

Alın Yazısı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:46 2 yorum
       Şimdi bir düşünün... Henüz 6 yaşındayken başlıyor serüven. Okumayı öğrendiğin andan itibaren bir yarışın içindesin. İlk yıllarda belki bir "aferin" için belki de bir kurdele için uğraşırken yılların geçmesiyle istekler de artıyor. "İyi bir lise kazanayım da üniversitem garanti olsun" düşüncesiyle test kitaplarının arasına gömülüyorsun. Sanki fen lisesi kazanınca her şey hallolacakmış hissi seni bir süre idare ediyor ve farz et ki kazanıyorsun. Lisede rakiplerin daha da dişli. Herkes aynı sınavda aşağı yukarı aynı dereceyle gelmiş o okula. Gördükçe, gençliğin de vermiş olduğu azimle asılıyorsun derslere. "Bir kazanayım da tıpı illaki bitirilir" düşüncesiyle dershane ve okul sırlarında dirsek çürütüyorsun. Henüz 16- 17 yaşındasın. Bu tempoya üniversitede yapacağın aktivitelerin hayali ile alışıyorsun. Çok da şikayetçi değilsin halinden. Deneme sınavları, etütler, kurslar, soru çözümleri... "Sen günde kaç soru çözüyorsun?" yarışları... Bir şekilde kendini bildin bileli hayalini kurduğun tıpı  kazanıyorsun. Doktor olacaksın, garanti. Yani sen öyle zannediyorsun. Şimdiye kadar çalıştığın dersin tıp fakültesinde devede kulak kaldığını anladığın an başlıyorsun bocalamaya. Çevren adeta yaprak dökümü.. Kimi kendi isteğiyle başka bölüme gidiyor, kimisi sene tekrarını alışkanlık haline getiriyor. Burası tıp fakültesi yok öyle alttan üsten ders alayım. Hayat diğer bölümlerdeki insanlara alttan almayı öğretirken sana sıfırdan başlamayı öğretiyor. 3. sınıf mı? oku bakalım 4 kez. Anlayınca 4.sınıfa geçersin. Çalış, çalış, çalış... "Kanka hadi partiye gidelim!" "Kanka komitem var ya" Bu muhabbet bir iki derken bir bakıyorsun diğer bölümlerden hiç arkadaşın kalmamış. E zaten sen daha okulu yarıladığın zaman onlar mezun olup iş hayatına atılıyorlar. Şimdi kopmasaydın o zaman kopacaktın, üzülme! Bir şekilde 4.sınıfa gelmeyi başardıysan şimdi de hayat sana "rütbe"yi öğretecek. Asistan, hoca, hemşire, hepsi senden kıdemli. İyi öğren bu rütbe olayını. İntörnlüğünde daha çok işine yarayacak. Şimdi de sözlüler var. 2 haftada bir hocaların karşısında terleyeceksin. Hadi çalış çalış, durma. Hoooop şimdi de dershane başladı. "O nerden çıktı?" deme hiç boşuna. Kocaaaa hacettepe tıp'ı bitirip pratisyen kalamazsın. Uzmanlık şart. Tus'u özetliyorum. En iyi ihtimal 10.000 sayfa. Otur satır aralarına kadar ezberle. Bu kadar. "Kim en iyi ezberler" yarışmasına hoş geldiniz! Doktorluk bunun neresinde? İntörnlükte işte. Dershane dersleri, nöbetler, asistan eziyetleri, idrar taşımalar hepsi bir arada! Cem Yılmaz tabiriyle "little little, in to the middle" Hadi hadi tus yaklaştı çalış. Yaz tatili nedir ki onun senin hakkın olmadığını 24 yaşına kadar anlaman gerekirdi...
      İşte tam bu noktadayım. 24 yaşımda hala oturup "ders çalışmak istemiyorum" diye bağıra çağıra ağlayabiliyorum. Sanırım derslerin arasında kaybolurken büyümeyi de unuttuk bir yerlerde. Ben 12 yaşımda da dershaneye gidiyordum. Şimdi de gidiyorum. 12 yaşımdayken ders çalışmamak için değil, Ahmet beni sınavda geçti diye ağlıyordum. Değişen tek nokta bu. Hatta belki o zaman daha olgundum bile diyebilirim.
         Bu "korkunç" hayal (size hayal bana gerçek" burada da sınırlı kalmıyor. Bir şekilde tusu kazandın, hocaların egosunu sevip okşayıp büyüttüğün bir asistanlık ve sonrasında doğu görevi... Hadi diyelim ki asistan olmak istemedin. Hakkın ya. "Ben pratisyen kalacağım" dedin. Devlet baba sana ordan el sallıyor, bak. Git otur kucağına da sevsin seni biraz. Ne sandın "24 yıldır okuyorsun, al bu diploman" diyeceğini mi? Yok öyle dünya değil yok öyle Türkiye. "Hadi yavrum git bakayım zorunlu göreve. Şöyle bir iki yıl gönlümü hoş et, sonra vereceğim ben sana diplomanı. Demek Yüksekova'ya gitmek istemiyorsun. Peki işsiz mezunsun o zaman. Ama lise mezunu. Üniversite diploman pufff!"
          Artık ağlanacak halimize mi gülüyoruz. gülünecek halimize mi ağlıyoruz orası biraz muamma. Bu gün zorunlu hizmete 2 ay geç başlamak uğruna dekanlıkta verdiğimiz savaştan sonra hayatıma küfretmek yerine instagramda benim yaşımda olup, ders çalışmak zorunda olmayan arkadaşlarımın hayatlarına imrenerek bakarken gelen bir mesajla kahkaha atarken buldum kendimi. Asıl amacım kahkahamın nedenini açıklamaktı ama ruhumun karanlık parçası biraz karamsar bir girişle yazımı sabote etti. Neyse sonuçta hiç tanımadığım bir vatandaştan gelen mesajı ve vatandaşın hayalini gerçeğe nasıl dönüştürdüğümü aşağıda görmektesiniz. Mutlu günler :)

26 Haziran 2017 Pazartesi

Kem Göz

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:08 0 yorum
         Hayır arkadaşım ben başkası mutsuz diye sevinmiyorum, onun kadar mutsuz değilim diye seviniyorum. Ek olarak benim bir zamanlar yaşadığım bir üzüntüyü yaşadığı için de "baaak nasıl oluyormuş" şeklinde bir zihin sesi oluşmuyor değil. Ama ben hemen bastırıyorum onu.
         Bu sıralar hangi çifti sosyal medyadan takip etsem ayrılıyor. Maşallah dediğim üç gün yaşamıyordu, "stalk" dediğim de üç güne gidiyor. Başta bu durumu kem gözlerime vurmuş olsam da aslında buzdağının görünmeyen kısmı başkaydı. Ben bir çifti neden göz hapsine alırım? Durduk yere aklıma gelmezler heralde, rüyama da girmezler. Demek ki o sıralar sosyal medyada çok gözüme ilişmişler, çok paylaşımda bulunmuşlar, mıçmıç ilişkileriyle midemi bulandırmışlar. Sonra çaaat diye ayrılmışlar. Aslında çiftimiz mutsuz, bir problemleri var. Ama "hayır çok mutluyuz" yalanıyla, bizleri ikna ederek kendilerini de inandırabileceklerini düşünüyorlar. Bu olay sosyal medyayla da sınırlı kalmıyor tabi ki. Beni "kronik bekar" gördüklerinden midir nedir "Hazan'ın sevgilisi, nişanlısı, kocası yok; ben kesin ondan mutluyumdur" düşüncesiyle geliyorlar yanıma. Öyle kanıksadım ki durumu bir arkadaşım gelip, "ay biz de çok mutluyuz, canım sevgilim iyi ki var!" dediği anda kafamda ayrılık çanları çalıyor. Ayrılık sonrası çalınan kapımda da sözler klasik " biz aslında o zaman da çok mutsuzduk!"
            Arkadaşım sizin anlamadığınız nokta şu, mutluluk insanın içindedir, karşısındakinde değil. Aşık olursun, sevgilin olur ama sen kendinle mutlu değilsen o ilişki sana mutluluk vermez. Ben oldum olası kendisiyle mutlu bir insanım. Hayatımın hiç bir döneminde "keşke bir sevgilim olsa" demedim. Gerektiği yerde zaten olur. "Niye seni kimse beğenmiyor mu, hiç mi talibin yok?" tarzı sorulara sevgili egomun izniyle "hayır, kimse beni beğenmiyor" şeklinde cevap verdim. Ben kendimi seveyim de, başkası sevmese de olur. Ben buraya bunu yazdım diye siz huyunuzdan vazgeçecek değilsiniz. Tamam ya sizi mi kıracağım? Gelin hadi ikna edin beni. Yeni sevgilinizle hepiniz benden mutlusunuz!

25 Haziran 2017 Pazar

Uzun İlişki Kızı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:10 0 yorum
             İnsanları kalıplar içine sokmak hoş bir şey değil biliyorum ama yaptığım her şeyin de hoş olduğunu iddia etmiyorum zaten. Şimdi size bir insan modelinden bahsedeceğim. Tam olarak fabrika seri üretimi gibi.. İlla ki sizin çevrenizde de bu insanlardan biri veya birkaçı hiç olmadı benzeri vardır.
             Modelin adı "uzun ilişki kızı". Bu model kızlarımız henüz ilkokul sıralarındayken kendilerini belli ederler. Allahın hikmeti mi hormonların erken işgalimi bilinmez yaşıtları çizgi film izlerkerken bu kızımız karşı cinsi keşfetmiş durumdadır. "Sevgililik" kelimesi ilk olarak bu kızlarımızın hamleleriyle maddi bir boyut kazanır gözümüzde. Çöp kutusunun başında kalem açarken kurulan küçük konseyde "duydunuz mu Aliyle Ayşe el ele tutuşmuş" sözü ile başlar ömürlük serüven.
           Lise yıllarına geldiğimizde, ilkokuldan tecrübe sahibi olan kızımız daha sınıftakiler birbirinin ismini öğrenmemişken birisini kestiriverir gözüne. Hep de okulun fırlama, serseri çocuğu olur bu kestirilen kişi. Bir kaç gün içinde başlar okul arkası serüvenleri. O okulun arkasında ne varsa ben bir türlü anlayamamışımdır ancak çiftimizin uğrak mekanı olur. Bir kaç ay içinde parmaklarda yüzükler başgöstermeye başlar. Bir liracıdan elli kuruşa alınan yüzükler tabi ki okul arkasında takılır parmaklara. Sonrasında o yüzük belki bin kez çıkartılıp takılır. Neden genellikle kıskançlık olur. Fırlama delikanlımızın illaki bir aşığı olur. Yani yanından bi kız geçse kızımız onu "aşığı" zanneder. Kızımızın peşine başka bir delikanlı takılır. Bulunmaz hint kumaşı çünkü. O yüzükler balkonlardan, camlardan, mektuplarla, şarkılarla atılır aynı şekilde geri takılır. Bu durum tabi ki sadece çiftimizi etkilemez. Kızın arkadaşları hep beraber terk eder genci, delikanlının arkadaşı hep beraber çıkartır yüzüğü. Öyle bir birliktelik. "Aşk"ı dizilerden öğrenen bir nesil için yanlarında yaşanan canlı dizi oldukça heyecan vericidir. O yüzden verirler gazı verirler gazı. Hep bir aksiyon, hep bir dram...
         Bu kızlarımız genelde liseyle birlikte eğitim hayatlarını da bitiriler. Her şeye erken başladıkları için evlilik müessesine de çok erken yaşlarda adım atarlar. O lisedeki bıçkın delikanlıyla atılan son yüzükten sonra bir anda bir yerlerden çıkan adamla psikolojisi çok da iyi olmayan güzel ülkeme kavga gürültü içinde yetişmiş bir çocuk hediye etmeyi de ihmal etmezler.
        Gelelim üniversite hayatına devam etmiş olan "uzun ilişki kızlarımıza"... Üniversiteye başladığı anda bir boşluğa düşer. Lisedeki aşk hayatının arka fonunu oluşturan arkadaşları burada bulunmamaktadır. O atılan yüzükle, kıskançlık krizleriyle hop oturup hop kalkan kimse yoktur çevresinde. Üniversitede herkes kendi hayatına dalmış, herkes kendi dizisini çevirmektedir. Artık "serseri sevgili"nin bir numarası kalmadığına göre o ilişki itinayla bitirilip yenisine yelken açılır. Erkekler konusunda master yapmış olan kızımızın masum, ağır başlı tavırlarıyla, hanım hanımcık duruşuyla yeni bir uzun ilişkiye başlaması çok da uzun sürmez. Bu bölümde çok anlatılacak bir şey yoktur. Kızımızın bütün hayatı sevgilisidir. E öyle olunca arkadaş edinmek için hiçbir çaba sarf etmez. Üniversitenin ikinci veya üçüncü yılında hiç akla gelmeyecek bir şey olur. Kızımız terk edilir. Herkes şok diyemeyeceğim çünkü çevresinde üç beş insan ya vardır ya yoktur. Onlarında umrunda değildir bu ilişki. İşte kızımız tam bu noktada hayatının bocalamasını yaşar. Ne ilkokuldaki popülaritesi ne lisedeki arka fon arkadaşları vardır. Yapayalnızdır. Başlarda yalnız takılmaya çabalar ama böyle "mutluyum" pozları veremeyeceğini fark edince bir arkadaş grubuna invaze olmaya çalışır. E adamlar ne zamandır arkadaş. Alırlar mı seni aralarına? Hayır alsalar bile senin sevgilin gibi çekerler mi nazını? Çekmezler. Kızımız bu arkadaş olayının çok da ona göre olmadığını anlayınca kendine yeni kurbanlar aramaya başlar. Bir iki reddedilme üç beş dedikodu altı yedi yanlış adım derken çıtayı düşürdükçe düşürür ve hoooop "aranan sevgili bulundu!" "Senden önce sadece bir sevgilim oldu" ile başlayan ilişki "senden önce boşa yaşamışım" şeklinde devam eder. Sonuç bu, bu olmadı bi sonraki, o da olmadı daha da sonraki "en büyük aşkı" ile mutsuz bir evlilik... Evliliği kurtarmak adına yapılmış bir çocuk... Mutsuz bir ailede sevgisiz büyüyen kız çocuğu da farkında olmadan mutlu olmak adına annesinin yolundan gider. Ve bu "kadersizlik" (onlar öyle diyor) nesiller boyunca aktarılarak devam eder. Mutluluğu kendinizde bulmanız dileğiyle... Son.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Sezon Finali

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:21 1 yorum
          Boş bir sayfa açtım. Yazdım, sildim... Tekrar, tekrar... En son yine boş sayfaya bakarken buldum kendimi. Olmuyor. Nasıl ifade edeceğim bilemiyorum. Zihnimde kendiliğinden cümle haline gelen kelimelerim terk edip gitti sanki beni. Hayatımın en zor yazısını yazıyorum. Bundandır son ana kadar ertelemem. O Kadar keskin bir virajdayım ki, karşıyı hiç görmüyorum. 17 yaşımdan 24 yaşıma kadar biriktirdiğim her şey bir anda "puff" uçacak. Ve benim en ufak engel olma şansım yok.
         Ankara'ya ilk geldiğimde küçücük bir kız çocuğuydum. Bir elimde valizim, bir elimde oyuncak ayım... Şimdi bakıyorum da ne kadar da cesurmuşum. Yeni insanlar tanıyacağım, yeni yerler keşfedeceğim, yeni duygular tadacağım diye içim içime sığmıyordu. İnsanları tanıdıkça insanlardan korkuyormuş insan. Bunu anladım.
         Asıl üzüldüğüm 7 yıl önce kafamda çizdiğim, yaşamak istediğim her şeyi yaşadığım bir bölümün sonuna gelmek mi, sevdiğim insanlardan ayrılacak olmak mı yoksa bilinmezliğe adım atacak olmak mı? Hiç birine hazır değilim. Hani insan "her şeyi herkesi arkamda bırakıp hiç bilmediğim yerlere gitmek istiyorum" der ya. Ben istemesem de tam o noktadayım.
         Bundan 3 ay sonra hayatımda adımımı atmadığım bir şehrin, hiç duymadığım ilçesinde kalbi durmuş bir insanı hayata döndürmek için kendimi parçalıyor olma ihtimalim o kadar yüksek ki! Ya yanlış bir şey yaparsam? Ya zarar verirsem? Çok sevdiğim doktorluğun bu kadar ağır olduğunu yeni yeni fark ediyorum. Tek başıma hayati kararlar almakmış benim işim.
        3 saattir bilgisayarın başında oturuyorum. Düşük çeneli Hazan'ın da kelimelerinin kifayetsiz kaldığı anlar oluyormuş.
        Evet sevgili okuyucu, "bir garip tıp öğrencisi"nin sonuna geldik. Artık "bir garip doktor" olarak yolumuza devam edeceğiz. Hazır mıyız?
       

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Eskisini Getir, Yenisini Götür

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:18 1 yorum
            Mezuniyet tarihimizi bir hafta öne çektiler. An itibariyle bir aydan az süre sonra öğrencilik hayatım bitiyor. Hazır mıyım? Çalışmaya, iş hayatının sorumluluklarına, evlenmeye, çocuk sahibi olmaya, yüzümdeki kırışıklıklara... Cık, hiç sanmıyorum. Daha dün şu sınav geçsin partilere akalım diyordum. Gerçi hala diyorum da aldığım zevk aynı olmuyor ki. İstediğim kadar 17 yaşımda hissedeyim, belli ki o zamanda bu zamana çok şeyler değişmiş. İşte 7 yılda bende değişenler...
1. Eski Hazan kızıl saçlıydı ve "insanlar neden sarışın olur ki?" derdi. Yeni Hazan sarışın.
2. Eski Hazan sık sık "asla" derdi ve bunu büyük bir gururla söylerdi.  Çok sevdiği, yıkılmaz sandığı duvarları vardı. Yeni Hazan tükürdüğünü yalama, başkasında eleştirdiğini kendisi yapma konularında oscara aday gösterilince "asla" demekten vazgeçti.
3. Eski Hazan hunharca, acımadan eleştirirdi. Siyah ve beyaza inanırdı. Eğer onun tabularına aykırı hareket ettiyseniz siyahtınız ve onun hayatında yeriniz yoktu. Yeni Hazan dünyadaki en gri şeyin kendisi olduğunu gördüğünden beri her hatayı affediyor.
4. Eski Hazan ruj sürünce makyaj yaptığını zannederdi, yeni Hazan fondöten, eyeliner, ruj ve kaş farını makyajdan saymaz. Aydınlatıcı, kapatıcı sürmeden makyaj olmaz ki! Fondöten doğal bir kere!
5. Eski Hazan kendisini çok güçlü zannederdi. Bu yüzden cesurdu. Yeni Hazan o
kadar çok kırılıp yapıştı ki anlamsız cesaretin çok da gerekli bir şey olmadığının farkında.
6. Eski Hazan sevginin gücüne inanırdı. İki insan birbirini seviyorsa ohooooo. Aşılmayacak dağ, geçilmeyecek dere yoktu. Yeni Hazan sevginin dağ açmak için kürek, dere geçmek için köprü olmayacağının farkında. Sevgi insan ilişkilerinde başlatıcı faktör olabilir ancak sonrasında ilişkiyi sürdürme konusunda çok gerilere düştüğü kesin.
7. Eski Hazan yürürdü. Her yere yürürdü. Yeni Hazan utanmasa tuvalete arabayla gidecek.
8. Eski Hazan düşünürdü. Üç gün sonrayı, beş yıl sonrayı... Hayaller kurar mutlu olurdu. Yeni Hazan o düşünse de düşünmese de hayatın onun için planları olduğunun farkında. Bu yüzden anı yaşıyor. Hayal de kurmuyor. Bekletiye girmedikçe hiç üzülmüyor.
9. Eski Hazan insanları kazanmaya çalışrdı. Yeni Hazan hayatında kalması gereken kişinin kovsa da gitmeyeceğinin bilincinde. Bu yüzden insanlar için çaba göstermiyor. Gidene by by gelene hay hay. (Ruhumdaki kamyon şöförü devreye girdi)
10. Eski Hazan koministti, yeni Hazan hunharca kapitalist. Yaşasın zenginler ve michael korse çantalar...
11. Eski Hazan rengarenk giyinirdi, kol çantası takmazdı, pazardan alışveriş yapardı. Yeni Hazan topuklu ayakkabılarıyla aşk yaşayan bir avm kızı.
12. Eski Hazan inanırdı. Herkesin anlattığına inanırdı. "Bir palyaço neden yalan söylesin ki? Ben palyaço olsam söylemezdim. Marangoz olsaydım da söylemezdim. Ben insan olsaydım yalan söylemezdim." Yeni Hazan herkesin kendi doğrusu olduğunun farkında. Sen anlat, ben dinliyorum...
13. Eski Hazan başkalarının mutluluğuyla mutlu olurdu. Yeni Hazan başkalarının mutsuzluğuyla haline şükrediyor.
14. Eski Hazan aşka inanmazdı. Yeni Hazan dünyayı aşkın kurtaracağının ama ömrünün dünyayı kurtarmaya yetmediğini düşünüyor.
15. Eski Hazan pop dinlemezdi. "İki günlük ömrü olan şarkı şarkı değildir" derdi. Yeni Hazan onu eğlendiren her şeyi dinler. Üç günlük dünyada iki günlük şarkı da olur. Çok da sanat kasmaya gerek yok.
16. Eski Hazan hırslıydı. Kafasına bir şeyi kor, onun için gece gündüz uğraşırdı.
Yeni Hazan "amaaaaaan" diyor.
17. Eski Hazan kendisini çok da önemsemezdi. Yeni Hazan çok sayıda insanın ıq düzeyinin tek haneli olduğunu fark ettiğinden beri geceleri egosuna sarılıp uyuyor.
18. Eski Hazan insanların değişeceğine, insanları değiştirebileceğine inanırdı. Yeni Hazan hiç kimsenin biri için değişmeyeceğinin bilincinde. Kimseyi değiştirmek için çaba göstermiyor. Varsa hazır yontulmuşu alıyor, yoksa kimseyi keresteden heykel yapmaya uğraşmıyor.
19. Eski Hazan başarınca mutlu olurdu, yeni Hazan mutlu olmak için başarıyor. (Çoğunlukla başaramıyor olsa da)
20. Eski Hazan karşılaştığı bir olay karşısında en kötü senaryoyu kafasında kurar, buna bağlı kendini harap ederdi. Yeni Hazan mı? Olay da sen de... Hadi gel bir çay içelim.

19 Mayıs 2017 Cuma

Mezuniyet Kınası

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:14 0 yorum
         "2 yıllık üniversite okuyanla benim kepim bir mi?" derdi Aysun Kayacı benim yerimde olsa. Köydeki çobanla kendi oyunu kıyasladığında tüm Türkiye bir olup yerden yere vurmuştu kadını. O zaman da anlamamıştım, kadının dediğini anlamayacak kadar gerizekalı mı bu toplum yoksa salağa yatıp prim yapalım modunda mı diye. Tam ikinci şık doğrusu diyeceğim bu sefer de aklıma Aziz Nesin geliyor. 1982den beri tartışılan "Türklerin yüzde 60ı aptaldır" sözü... Bence adam gayet optimistik yaklaşmış olaya. Gerçi yüzde 60ı aptal demek kalan yüzde 40ı zekidir anlamına gelmiyor. Eminim öyle olsa her yıl televizyonda "ağzı çalkalamak orucu bozar mı?" sorusu zirilyon kez tartışılmazdı. (Ramazan is coming)
         Çevremdeki herkes bu sene mezun oluyor gibi hissediyorum. Boy boy fotoğraflar, törenler, balolar... Her şeyin bokunu çıkarma konusunda benimle yarışan canım ülkemde gün geçmiyor ki yeni bir adet pörtlemesin. Mezuniyet kınası nedir arkadaş? Hadi pikniği anladım. İşte son son arkadaşlarla bi ip atlayalım, top oynayalım. Bu kınayı kim çıkarttı? Biz üniversite okuduk ( okuduğu bölüm evde koca bekleme garantili) o yüzden evlenemedik ( kaçıyor çünkü gelinlik) bari mezun olurken yakalım kınayı mı diyorlar? Yalnız eğer o iki yıllık okul için eline yakıyorsa kınayı ben yedi yılım için tüm vücudumu kaplatırım, buraya yazıyorum.
         "Bitti mi, inanmıyorum, zor oldu ama bitti sonunda!" Yahu bir git. Haftada üç gün dersin vardı onun da iki gününe imza attırdın. "Ay vizem, aman finalim" dedin dizini kırıp iki gün çalışmadın. "Ama bizim bölüm çok zooooor" dedin gözünü ayıra ayıra binumum partilerden, gezmelerden geri kalmadın. Şimdi durmuş "bitti mi inanmıyorum" diyorsun. E gezmekten tozmaktan okula gitme fırsatı bulamadıysan inanmazsın tabi. Zordur idrakı şimdi senin için.
          "Ben hayatta tıp okuyamazdım, o ne öyle ömrün çalışmakla geçiyor." Güzel yavrucum, ruhu sarışınım zaten okuyabilecek durumda olsan okuyor olurdun. Sen neden okuyamıyorsun da ben okuyabiliyorum önce bir düşünmen lazım. Hayır sanki tıp oku diye herkese yalvarmışlar da onlar beğenmemiş en son bana kalmış gibi hissediyorum. Napalım biz çükibios üniversitesinin fıkıtımetri bölümünü kazanamadık, Hacettepe'de tıp vardı buraya geldik. Siz gezdiniz, biz ders çalıştık. Sonra siz iş bulmak için gezdiniz, biz bu sefer hastanede çalıştık. Sonra siz iş buldunuz, bu sefer de "doktorlar çok maaş alıyor, her yurt dışında geziyor" dediniz. İşte sen okuyamazdın, o kadar çalışmaya dayanamazdın, beğenmedin, bana kaldı. Şimdi nedendir bu isyanın?
          Yine dolmuş dolmuş içime atmışım. Yazdım, oh, az da olsa rahatladım. Hadi durmayın günde onbeş yirmi fotoğraf atın. Mezun olun hadi. Yakın kınaları yak yak. Bizim mezun olmaya bile zamanımız yok. Mutlu günler...

16 Mayıs 2017 Salı

Ama...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:36 0 yorum
         Çalkantılı ilişkiler içinde bir oraya bir buraya savruluyorum. Sanki bir satranç oyunundayım ama karşımda o kadar çok kişi var ki... Ben bir hamle yapınca karşı taraf beş hamle birden yapıyor. Ben asla o kadar adım sonrasını hesap edemiyorum. Oyunu bozup kalkıp gitmeyi de beceremiyorum. Kuralları kim belirliyor bilmiyorum ama benim lehime olmadığı kesin. Ve işin en kötü yanı bu çirkin oyun hiç bitmiyor. Kişiler, karakterler değişiyor ama ben hep masanın bir tarafında oturmaya devam ediyorum.
         Rakiplerimin çoğu hırsla oturuyor karşıma. Bu bir oyun, eğlenelim diyen de var. Ama gerekli ciddiyeti gösterip aynı zamanda bunun bir oyun olduğunun farkında olan bir bilemedin iki kişi... Onlar da diğerlerinin arasında eriyip gidiyor. Ve ben artık çok sıkıldım. Masayı da taşları da rakipleri de yakmak istiyorum. Her cümlemin sonunda gelen "ama"yı buraya da ekleyeyim. Ama vicdanım en ufak sivriliğimde bas bas bağırıyor.
         Ama bu aralar hayatım çok "ama"...

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Sular Kesildi, Çalışamadım Hocam!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:14 0 yorum
          Eveeeettt klişeleşmiş bir yalanı daha gerçeğe çevirmeyi başardım, durmayın tebrik edin. Siz yıllar boyu hocayı trollemek için "sular kesikti, çalışamadım hocam" deyim tüm sınıfı kahkahaya boğmadınız mı? İşte tamam, ben de gerçek yaptım. Durmayın itfaiyeyi arayın. Gelsin şu evimin üç ağzına, üç burnuna su versin. Başka türlü olmayacak bu.
           Beyin cerrahiyi üç "hayır"la uğurladıktan sonra kadın doğuma başladım. Hacettepenin en ponçik bölümünde olmanın huzuru içinde "tus da çalışmaya başlayayım bari!" dedim. Bugün hastaneden çıktım. Yemeği zaman kaybı olmasın diye dışarda yedim. Adeta koşarak eve geldim. Geleli henüz 10dakika oldu olmadı çalışan çamaşır makinası çat dedi durdu. Bi baktım su bitmiş. Bu lanet kartlı sistem zımbırtısı var bizde. Karta su yüklüyorsun, yüklediğin kadar kullanıyorsun. Neyse, bi koşu gittim kartı taktım. Kafamda hala plan program... "Yarın gündüz boşum gece nöbetçiyim, şimdi bi duş alır otururum derse yarın öğlene kadar bir güzel çalışırım" dememle birlikte hayat bana hareket çekti. Kartı taktım, su yok. Aradım aski'yi(ankara su ve kanalizasyon idaresi bokunda boğulursun umarım) (yine çok minnoşum) ve hayatımın en tuhaf telefon konuşmalarından birini yaşadım.
          Telefonda uzunca bir süre bekledikten sonra karşıma çıkan beyefendiye durumu bir güzel açıkladım. Ben adamdan suyumu açmasını beklerken adamın açıklamaları karşısında gülme krizine girdim.
-Sizin sayaç sisteme kayıtlı değil.
+Neden?
-Sizin sayaç değişmiş çinkü.
+O neden?
-Bozulmuş çünkü!
+Evde yaşayan benim, bozulmadı!
-Yok siz fark etmemişsiniz bozulmuş (o nasıl oluyorsa)
+Eee yani?
-Yani ASKİ'ye gitmeniz lazım.
+Bunu neden mesai saatleri içinde söylemediniz? Aski şuan kapalı ve benim suyum yok!
-Ama sizin ASKİye gitmeyi TAHMİN ETMENİZ GEREKİRDİ!
             Evet suçlu benim. Çalışan sayacımı bana haber vermeden değiştiren Askinin hiç suçu yok. Ben müneccim boku yediğim için benim askiye gitmem gerekirdi. Sanırım olay şöyle gerçekleşti: Bir gün ofiste oturan Aski çalışanları "evet hissediyorum, Hazan'ın evinin su sayacı bozuldu" dediler ve gelip benim sayacı değiştirdiler. Benim de bu durumda "evet hissediyorum bugün ASKİ'ye gitmem lazım" demem gerekirdi ama affedin, diyemedim...
           Ve sonuç: Aldım eşyaları Yumuk'un banyosuna çadır kurmaya geldim. Tahminlerime göre yarın nöbete kadar ki kısmı da Aski'de saçma salak uğraşarak geçireceğim. (Tahmin yeteneğim sanıldığı kadar kötü değilmiş) Bu evde yaşadığım milyon saçmalıktan birisi. Bir ara su basmıştı, bir ara doğal gazımızı kestiler,  2335422milyon kez gayet güzel çalışan kombimizi "belediye kuralı" diyerek söküp söküp taktılar. Arayın itfaiyeyi artık. Tazyikli suyla yıkasın şu evi...

1 Mayıs 2017 Pazartesi

İşte Benim Tıp Hayatım

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:27 1 yorum
             Batarken güneş ardından hacettepenin, 2 ay kaldı intoşların veda vaktinin...(kafiyeyi uyduracağım diye anlatım bozukluğunu ağlattım) Beyin cerrahinin son nöbeti, kadın doğum ve acil... Başladığım acilde bitiriyor olmak da ayrı bir dram katıyor olaya. 12 ayda ne kadar çok şeyin değiştiğinin kanıtı adeta. İntoşluğa ilk başladığım gün dün gibi olsa da "çalışma hayatı insanı olgunlaştırıyor" klişesine bir tık benden.
             Beyin cerrahi son nöbetimde üniversite hayatımı şöyle bir gözden geçirmek istedim. 7 yıl önce bu okulun kapısında annesiyle babasıyla vedalaşıp, onlar ağlarken Ankara'yla "birbirimizi üzmeyelim" tarzı bir anlaşmayı gülerek yapan 17 yaşındaki kızdan geriye çok az şey kaldı. Cümlenin acıklı olduğuna bakmayın ruhumdaki küçük arabesk parçasının ara ara devreye girmesinden kaynaklı. Evet başlıyorum:
Hazırlık: "Kıza bak trafik lambası gibi..." İşte o kız benim. Kırmızı mont, turuncu çoraplar, yeşil ayakkabılar, kocaman küpeler... Manik Hazan'ın istilasına uğramış haldeyim. Günde 3 saat ders
sonrası tam olarak itlik serserilik. Liseyi yatılı okumuş bir de üstüne üniversiteye giriş sınavında derece yapacak kadar ders çalışmış bir insanı bu kadar boş bırakmak mantıklı mı? Henüz hazırlığın ilk günüydü Yamuk'la tanıştım. O zaman Yumuktu gerçi. Yamuk olmayı 5.senenin sonunda hak etti. 7 yıllık serüvenimin en yakın takipçisi... Gerçekten, dışarıda ders çalışmaktan, hırstan, nadiren izlenilen tv dizilerinden farklı bir dünya olduğunu keşfettiğim yıldı hazırlık. Yumukla rastgele bir otobüse binip, canımızın istediği durakta inip yeni yerler keşfetmeye çalışırdık. 18 yaşıma girdiğim gün de yanımda o vardı. Kızılaya gidip "ilk müzik duyduğumuz yere gireceğiz" diyerek soluğu Maydonoz'da almıştık. Başlarda olayı biraz abartarak haftanın 7 gününün 6'sını orada geçirmiş olabiliriz ama sonrasında bir düzen oturtmuştuk. Geçen sene kapandığı güne kadar da yuva sıcaklığı vermişti bize. (Bu noktada hüzünlendim)
           E gezdik tozduk. O kadar eğlendik derken hazırlık ne oldu? Bütünleme tabi ki! Hayatımdaki ilk başarısızlığım sayılabilirdi sanırım. Yaz okulunda deniz görmeden harcadığım koca bir yaz... Bu yazın tek güzel yanı evime kavuşmak olmuştu. "7 yıl üniversite okuyacağım bir evim olmasın mı?" diyerek ev bakmaya çıkmıştık. İlk baktığım evdi. Kapıdan girdiğim anda "tamam" demiştim. Sonrasında ev sahibi satmaktan vazgeçse de ben Ankaradaki binumum boş evleri gezmek zorunda kalsam da sonuçta o ev benim oldu.
Dönem 1: Oryantasyon haftasının 2.günü annemi arayıp "bu tıp çok kolay ya!" dediğim ana gitsem tüm terbiyemi bozarak kendime  hareket çekerdim. Adı üstünde değil mi? Oryantasyon. Adamlar laboratuarın yerini gösteriyor, ben oradan açık öğretimden bir şey daha mı okusam diye düşünüyorum. Tıp çok kolay ya!
            Hazırlık okumayanların ürkek kuşlar gibi birbiriyle tanışmaya çalıştıkları günlerde biz hazırlık tayfası olarak "nerede mangal yaksak?" modundaydık. Hacettepede sanırım öğrenciyi ürkütmemek adına 1.sınıf oldukça kolaydır. Girdiğim ilk komiteden (Hacettepede sınavlar komite şeklinde olur. Öğrendiğin bütün derslerin test sorularının olduğu ÖSS, YGS tarzı bir sınav) 75 üstü alınca kendimi ödüllendirmek adına saçlarımı kızıla boyatmıştım.
           Hazırlıkta temelini attığım arkadaşlıklarımı pekiştirdiğim ( bu insanlardan bazıları hala hayatımın temel taşlarıdır), dersle çok da alakamın olmadığı, Yumukla maydonozdaki mesaimize devam edip, bol bol gezdiğim bir yıldı kısaca dönem 1.
Dönem 2: Anatomi=bir ben var benden içeri. Yıllarca yaşadığım bedenimin her bir noktasının latince birbirinden güzel isimlerinin olduğunu öğrendiğim yıl 2.sınıftır. Hala liseden gelen öğrenme aşkının son demlerini içimde canlı tuttuğum bir zaman dilimindeymişiz ki eve gelip hunharca ders çalıştığımı hatırlıyorum.
         Dönem 1in sonlarında tanıştığım bir çift de yumukla olan beraberliğimize katılmışlardı. 4 kişilik aile gibiydik. İnanmazsınız evde ıspanak, kuru fasülye pişiyordu. Cam, koltuk siliniyordu. Bulaşıkları kimin yıkayacağına 4saat pis yedili oynayarak karar veriyorduk. Yumukla ben yaramaz çocuklar olarak dışarıyı da çok ihmal etmiyorduk. Bazen benim arkadaşlarımla bazen başbaşa mekan mekan geziyorduk. Anatomiden vakit kalan sürelerde tabi ki.
           Hem bir aile sıcaklığı hem de öğrenci hayatını birlikte yaşadığım not ortalamamın 79 olduğu, ders çalışmayı iş değil eğlence gördüğüm son yıldı dönem 2.
Dönem 3: Oradan bana korku filmlerinde gerim gerim gerip sonunda çığlık attıran bir müzik açsanıza. Hayatımın dönüm noktasına geldik de! Kurduğum tüm düzenin yıkıldığı, "vay be insanlar bunu da mı yaparmış" dediğim, bazı zamanlarda Küçük Emrah!tan bile daha çok yıkıldığım yıl da dönem 3!tür. İlk iki seneyi 80!e yakın ortalamayla geçen ben dönem 3 finalini 59,8!le geçmeyi başardım. Aradaki uçurumu siz düşünün.
            Yaz tatilinde bavulumu toplayıp Londra'ya gitmemle başladı her şey. Kalbim ilk kez orada "pırrr" etti( kanatlarını yolmamak büyük hataydı). 6 haftada hayatımda bir çok ilki yaşayarak döndüm Türkiyeye. Dönüşümden çok kısa süre sonra 2.sınıftayken aile saadeti yaşadığım çiftle aramız bozuldu. Bir gün bizim evde ıspanak pişmez oldu. (Aramızın bozulmasında tamamen suçsuzum. Kendilerine buradan tüm kalbimle mutluluklar) Yumuk da kendi özel hayatının derinliklerinde kaybolup gitmişti. Bu durumda bana düşen de kendi özel hayatımı oluşturmaktı. Ama inanın 21 yaşına kadar hiçbir özeli olmamış bir insan için oldukça çetrefilli işler. Sonuçta elime yüzüme bulaştırdım. 2014 yılbaşında "aksiyon" istemiştim. Aksiyonun boku çıktı hayatımda. Aşk, ihtiras, tutku, öfke, kavga... Ne ararsan. En yakın arkadaşlarım dediğim insanların hain saldırıları...(ama acıklı)
          Büyüme grafiğimi çizecek dönem 3 yılını dik veya dike yakın olarak gösterirdim. Keşke hiç bu şekilde bir büyüme yaşamasaydım. Pembe camlı gözlüklerim bir anda paramparça
 olmuştu. Hayat kuşlar ve çiçeklerden ibaret değilmiş, anlamış oldum. Hayatın güzelce dayağını yediğim, Yıldız Tilbe ve Müslüm Gürsesle bir de ruhumdaki arabeskle tanıştığım, hayatı çooook mutlu ile çooook mutsuz arasında yaşadığım yıl da dönem 3tür.
Dönem 4: Fırtına sonrası sessizlik... Esip gürleyip söndüğüm hatta gereksiz yere fazla söndüğüm yıl.
Tam bir duraklama dönemi.. 3'ten 4'e geçerkenki yazda ilk kez gittiğim Malta'da bir ayda eğlenmenin bokunu çıkarttığımdan mıdır bilinmez okul başladığı anda sakin bir Hazan vardı. Okul konusuna gelirsek kliniğe yeni başlamanın, ilk kez hasta görmenin verdiği ufak heyecan... Komitelerden sözlülere geçiş. Hayal edin. 3 tane prof veya doç karşınıza oturuyor, hayatlarını adadıkları bölümle ilgili sorular soruyor. Bir bilsen iki bilemiyosun üçüncüyüz zaten heyecandan unutuyorsun. Bir de hacettepede dönem 4'te 4 büyük staj kavramı vardır. Dahiliye, pediatri, kadın doğum, genel cerrahi... Hadi kadın doğum diğerlerine göre daha rahat, cerrahi de çok bakmaz bilgine. "Pratisyen olcaksın oğlum, cerrah mısın sanki?" Çok da mantıklı bir düşünce. Ama gelelim pediatriyle dahiliyeye... Ben diyeyim okyanus, sen de sahildeki kum taneleri... Öylesine uçsuz bucaksız. Zaten bu sözlülere girmeden önce "konuyu istediğim bölüme nasıl getiririm?" çalışmaları olur insanın beyninde. Eğer az çalıştığın veya üzerinde durmadığın bir konuya atlama gafletinde bulunursan sen o sınavın üstüne bir bardak soğuk su iç. E bir de juri faktörü var. Ben hayatım boyunca juriden yana şanslıydım. Ama bir de şansız olan grup var. Kalmak zaten garanti bir de üstüne hunharca yediğin azar... Odadan
kovulmalar, hakaretler.. Bir yerde haklılar. İnsan canı bu. Mükemmeli yetiştirmeye çalışıyorlar. Gel gör ki bizim öğrenci "geçeyim de gerisi boş" modundadır ve o mükemmellik sınavda giyeceğin beyaz önlüğün yakasından görünecek boyutta kıyafeti ütülemek düzeyindedir.
           Evde dizini kırıp oturmanın ne kadar bana göre bir şey olmadığını anladığım, bu yüzdendir ki son kadın doğum stajında ufak ufak gezmelere tozmalara yeniden başladığım, kendimi Hacettepe tıp için çok önemli olduğumu zanettiğim yıldır dönem 4.
Dönem 5: 4.sınıfın sonlarına doğru bu dinginlik ve huzur durumunun bana göre olmadığını anlamaya başlamıştım. Bu aydınlanma durumuyla birlikte kendime yeni bir çevre edinme girişimlerim günler içinde sonuç vermişti. Yazın yeterince tatil yapmış ve seneye yeni arkadaşlarımla hızlı bir giriş yapmıştım derken korkunç bir gerçekle burun buruna geldim: "dershane" Tus gerçeğiyle ilk kez burun buruna geldiğim yıl dönem 5'tir. "Eee nasıl olacak bu işler?" derken ilahi güçler midir bilinmez bir tarafıma motor takılmış gibi enerji patlaması yaşadım. Hafta içi okul, iki haftada bir olan sözlüler, haftasonu dershane demeden geceleri de hunharca eğlendim.Gündüzler Hacettepenin, geceler benim oldu. Şimdi bakınca nasıl o kadar şeyi bir arada yürüttüm bilmiyorum ama başardım. Hem sosyal hayat hem dersler birlikte yürüyebiliyormuş demek ki. E bu yazı da boş geçirmeyelim diyerek yaza da güzel bir Malta tatili ayarlamıştım ki daratatammm: Dermatolojiden bütünlemeye kaldım. Geçemezsem intörnlüğe 1 ay geç başlayacağım, arkadaşlarımdan ayrılacağım, cık olmaz. Tatili iptal edemem o kadar para verdim, parasını geçtim hayallerim yıkılır. Aldım dermatoloji kitaplarımı malta sahillerinde bir deniz bir güneş bir not diyerek, 15 gün Malta'da eğlenme rekorları kırarak döndüm. Bütünlemeyi doksan küsür puanla vererek bitirdim bu seneyi de.
           Sosyal hayatın başarıya engel olmadığı, yıldızların üstünde dans edip, kuş gibi hafifleyerek sandalyelere çıkarak(!) bitirdiğim yıldır dönem 5.
Dönem 6: Namı değer "intörnlük" Aklıma ilk gelen şeyin "şişeler" olması... Bana intörnlüğünde öyle
arkadaşlar edineceksin, öyle bir grubun olacak ki beraber klip çekeceksiniz, halay çekeceksiniz, en kötü anınızı paylaşacaksınız deseler "hadi be oradan" derdim. Dedirtmediler. Sayın dekana rastgele bir araya getirdiği bu insanlar için plaket vermek istiyorum. İntörnlük amelelik. Bu konuda netiz. Diğer yazılarımdan bu konunun derinliklerine ulaşabilirsiniz. Verdiğimiz psikolojik bir savaş. Hocası ayrı, asistanı ayrı, postası ayrı, tus belası ayrı... Biz ne yaptık? Tus her zaman kazanılır. Bir daha bu an yaşanılmaz diyerek başladık çalıp söylemeye. Pişman mıyım? Asla. Yeni bir ailem oldu. Mecaz değil bu, gerçek. Yeri geldi nöbetlerde 36 saat beraber olduk yeri geldi  birbirimize iş yıktık, bazen birbirimizin omuzunda ağladık ve çoğunlukla beraber güldük. En kötü anlarımızda birbirimize kahkaha attırmayı başardık. O kadar kısa sürede o kadar çok zaman geçirdik ki başımıza gelen olayı ailelerimize değil "şişeler"e anlatmaya başladık. "Bu kadar işin arasında ne kadar eğlenilir?" sorusunun cevabı şişeler kadardır. İnanmayan youtube'da kliplerimizi izleyebilir.  (https://www.youtube.com/watch?v=5z-U7_OQy-M)
          Kendimizi hastanın gaitasından daha gaita hissettiğimiz anlarda bile gülmeyi, eğlenmeyi asla elden bırakmadığımız yıl da dönem 6'dır.

          Tahmin ettiğimden çok daha uzun bir yazı oldu. Okumaya sabrınız yettiyse büyük başarı. Ama benim daha yazmadığım o kadar çok şey var ki... Dile kolay 7 koca yıl. Benim çocukluğum, gençliğim, hayatımın en güzel ve en kötü anılarını barındıran 7 yıl. Bu süre boyunca veya bir noktasından sonra hayatıma giren mükemmel insanlar için hallelujah! Umarım sizin de benimki kadar eğlenceli bir üniversite hayatınız olmuştur veya olacaktır. Anı yaşamak önemli. Mutlu günler:)

23 Nisan 2017 Pazar

Gizli Numara

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:36 0 yorum
       Hayat bazen bana sırf blog yazayım diye tuhaf olaylar yaşatıyor diye düşünüyorum.
       Dün gece 2.30 suları... Telefonum hunharca çalıyor. Gizli numara... Nöbetlerden kalma alışkanlık, hiç sorgulamadan açarım telefonu. Asistan arar, hemşire arar... "Alo" dedim, karşımda gençten bir erkek sesi. Ben ki uzun ve anlamsız cümleler kurma konusunda master yapmış insanım, karşımdaki beni solda sıfır bıraktı. Uyku sersemi, "benim adım şu" dese zor anlayacağım bir durumdayım zaten vatandaş çetrefilli cümlelerle ilanı aşk ediyor. "Kimsiniz?" diyorum, "şimdi sen bana kim olduğumu soruyorsun, haklısın, kim olduğumu merak etmek senin en doğal hakkın" diye bir başlıyor, araya da giremiyorum. Ne desem araya tuhaf tuhaf kelimeler katarak tekrar ediyor. "Tanışıyor muyuz?" diyorum "Tanışmak nedir ki? Mecnun Leyla'ya aşık olurken Leyla'yı çok mu tanıyordu?" diye bir başlıyor... Piraye'den Nazım'a Kerem'den Aslı'ya tarih vere vere hikayelerini anlatıyor. Tam 19 dakika boyunca bana aşkını bir anlattı ki ben size anlatamıyorum o derece. Ağlama krizlerine girdi, susturamadım. En son vatandaş "yarım saat önce yurdunun önünde kornaya asıldım, neden panjurları açmadın?" deyince "Yurt mu?" dedim. O zaman kafamdaki ampul çat etti. "Kimi aradınız?" dedim "Merve'yiiii" dedi gayet normal bir biçimde. O an "Merve değilim" demek yerine anasına sövsem bu kadar üzülmezdi heralde. Düşünsenize adam tüm cesaretini toplamış. Nasıl korkuyorsa kızın reddetmesinden, gizli numaradan aramış, anlatmış, ağlamış, içini dökmüş ve hepsi yanlış kişiye...
        O an Merve olmadığım için üzülmedim desem yalan olur. Fena mı olurdu işte kim diye merak ederdim, ona buna sorardım falan. Sapık mıdır nedir diye korkardım. Kısaca hayatıma aksiyon girerdi ama malesef ki ben Merve değildim. Merve olmamamın verdiği hayal kırıklığıyla tam yeniden uykuya dalacağım zırrr yine çaldı telefon. Açtım, tabi ki bizim dertli aşık. "Merve'yi aradım telefonu yüzüme kapattı, sen en azından dinledin. Onun numarasının sonu 21 seninki 12 ondan karışmış..." diyerek teşekkürler, özürler... Dedim "bak kardiş, sesinden anladığım kadarıyla genç çocuksun. Aşk peşinde koşmak güzeldir. Büyük yürek gerektirir. Ortada bir aşk varsa koş ama istenmediğin yerde durmamak da adamlık gerektirir. Sana Merve mi yok. Sen Merve'yi sevdin diye Merve'nin de seni sevmesi şart mı? Hayat kısa, Merveler uçuyor..." Gecenin bir körü bende çok varmış gibi tanımadığım adama verdiğim akıldan sonra uykunun kollarına koştum.
         Sabah uyandığımda kafamda "acaba işletildim mi?" sorusu dönmeye başladı. Hayır işletilsem ne olacak sanki? Yok. Tahmin edin ne yaptım? Aradım tabi ki sonu 21 olan numarayı. Ve evet aşık çocuğumuz doğruyu söylüyormuş. Karşımda İzmir'den Merve vardı ve gerçekten dün gece bir gizli numara tarafından aranmış.
         Bu olayın sonunu sanırım hiç öğrenemeyeceğim ama umarım o telefonda bana zırıl zırıl ağlayan çocuk seni mutlu edecek Merve'ye kavuşursun. Mutlu Merveler:)
NOT: Bu yazının ertesi günü bu sefer de uykumdan kapı sesiyle uyandım. Bir korku gittim kapıya. Kapıda bi adam, elinde kocaman bir buket çiçek... Bende saniyeler içinde oluşan bir heves... Bu mutlu an sadece 5 saniye sürdü. Adamın ilk cümlesi "Aybüke hanım mı?" oldu. "Değil Allahın cezası değil. Elimizde bir garip Hazan var. Olmaz mı?" diyemedim de, "yok değilim" dedim. Adeta hayat karşıma geçmiş "zaaaa yalnızsın, çok yalnızsın zaaaaaa" diyor. Yarın da birisi önüme tektaşla çöküp o malum soruyu sorsa hiç üstüme alınmam. Yanından geçer giderim. Nasıl olsa ben değilimdir. Tamam ya yalnızım. Yok sevenim. Mutlu musun hayat? (Beni trolleyen hayata trip attığım gerçeğiyle sizi başbaşa bırakıyorum)
         

22 Nisan 2017 Cumartesi

Hacettepe Tıp'ı Nasıl Kazandım?

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:12 3 yorum
           Son günlerde, özellikle yeni klibimiz yayınlandıktan sonra (Hacettepe intörnler- damar yolunda) "abla ben de Hacettepe tıp istiyorum. Sen nasıl kazandın?" tarzı soruların çeşitli varyantlarıyla bol miktarda karşılaştım. Yetişebildiğim kadarıyla cevap vermeye çalıştım ancak malum beyin cerrahinin harika nöbetleri... Yetişemediğim ortada. Ben de blog yazayım da geniş kitleleri aydınlatayım bu konu hakkında dedim ama şöyle bir problemim olduğunu fark ettim. Bu sorunun cevabını hiç bilmiyorum.
          Üniversite sınavlarına (son adı ne oldu bilemiyorum malum ülkemizde değişim sık gelişim sıfır) hazırlanan bir adet kardeşim var ancak kendisi bana hayatı boyunca "abla bunu nasıl başardın?" diye sormadı. "Sen de baban ve ablan gibi doktor mu olacaksın?" sorularına "niye ben salak mıyım?" şeklinde yanıt veren ve "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna "adam" cevabını veren (bunu söylediğinde henüz 10 yaşındaydı) bir çocuktan bahsediyoruz. Ne kadar benziyoruz değil mi? Bir gün de babamın "Fatih Sultan Mehmet senin yaşında İstanbul'u fethetti, sana derS çalışmak zor geliyor" şeklindeki yakarışına "Atatürk de senin yaşında cumhurbaşkanıydı, ben sana bir şey diyor muyum?" şeklinde cevap vermişti. Bu cevaptan sonra düştük yakasından zaten. Çalışıyor mu çalışmıyor mu hiç bilemiyoruz. Neyse konumuza dönersek "nasıl kazandın?" sorusunun cevabını üniversitedeki son senemin son aylarında düşünmeye başlamış oldum.
         Hmmm, bir düşünelim. Lise son sınıfa bir geri dönelim. Bir kere hayatımın en kötü 3 yılının lise 2,3 ve 4 olduğunu söylemem lazım. Lise 1 de daha küçüksün, yatılıya alışma falan derken çok bir şey anlamadım ama devamı korkunçtu. Lise mezuniyet günü o okuldan çıkarken on yıl önünden geçmem dedim. Bu on yılın yedisi geçti ama cık şu andan itibaren bile on yıl daha geçmeyi planlamıyorum. Neydi bu kadar kötü olan? 13 yaşında evinden ayrılıp yatılı okula geliyorsun. İnsanlarla hele ergenlikteki insanlarla anlaşmaya çalışmak, kendini ilah sanan hocalar, peygamber gibi davranan üst dönemler, içinden kıl çıkan yemekler, yurtta asla uyuyamamak, ergenliğe yeni girmiş 16 erkek çocukla günün 15 saatini aynı sınıf içinde geçirmek... Buradan ne çıkartıyoruz? Kazanmak için ortamın çok da önemi yokmuş.
       YGS ye 2 hafta kala sınıftaki kimya hocası sınav sonuçlarını tahmin etmeye çalışıyordu. Birisine ilk 100 deni birisine ilk 500 dedi başka birine Hacettepe garanti dedi. Sıra bana geldi. "İlk 1000 e asla giremezsin 2000e belki" dedi ve geçti. Tuvalete gidip ağladığımı hatırlıyorum. Sonuç YGSde Türkiye 253.sü oldum. O ilk 100 garanti dediği insanlardan çoğu ilk 1000e bile giremedi. Demek ki neymiş? İnsanlar boş konuşurmuş ve ne dediklerinin çok bir önemi yokmuş. (Size de sevgiler sayın kimya hocam)
         Gelelim sosyal hayata... "Abla hem eğlenip, gezip tozup hem de tıp kazanılır mı?" Yavrucum lisede sosyal hayat nedir? Yani düşündüm düşündüm aklıma bir şey gelmedi. Zaten ilk 2.5 sene yatılıydım. Hafta sonları da inanın banyo yapmakla geçiyordu. Lisede sıcak su bile olmaması... Sonraki 1,5 sene de halamın yanında kaldım. Okuldan gelip ders çalışıyordum. Sonra perşembe günleri aşkı memnu pazar günleri de arka sıradakileri izliyordum. Sosyal hayata girer mi? Bir de hafta sonları öğlen arası yemek yiyorduk dışarıda. Bütün sosyalliğim bu kadar. O yüzden gezerken çalışılır mı bilemiyorum. Şimdiki halimi düşünürsem, çalışılmaz. Lisedeki asosyalliğimin acısını üniversitede yedi yılda feci şekilde çıkarttığım  için durumum ortada. Millet bugün tus'a giriyor. Ben kimle nereyi gezsem planları içerisindeyim. Olmuyor. Bir şeylerden feragat etmen şart. Pişman mıyım? Asla." Bir tıp fakültesinde ne kadar eğlenilir, ne kadar gezilir, ne kadar yaşanılır?" sorularına cevabı "bokuna kadar yaşayarak" şeklinde verdim. Sene veya ay kaybım olmadı. Bir kez beşinci sınıfta uyuzu bilemediğim için dermatolojiden bütünlemeye girdim, o kadar. (sayın hocam uyuz olursun umarım) Tusu kazanamayacağım ortada. En azından şuan için. Ama en ufak pişmanlığım yok. Buradan ne çıkartıyoruz? Lisenin uyduruk sosyalliğini bir kenara atıyoruz ve üniversitede yaşayacağımız güzel günlerin hayalini kuruyoruz.
         Yedi yıl sonra düşününce ancak bunlar çıktı benden. Umarım hayallerinize kavuşursunuz. İnanın yeter. Kendine güven hayatta insana en çok lazım olan şey. Mutlu günler:)

2 Nisan 2017 Pazar

İntörnler İçin Hayatta Kalma Klavuzu

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:01 0 yorum
              Sevgili stajyer doktor,
              Doktor sıfatını adının önünde ilk kez gördüğün ve anında benimsediğin iki yıllık stajyerlik saltanatın sona eriyor.  Henüz doktorluğu hikaye almak ve hasta muayene etmekten ibaret sanıyorsun.  Hayallerini yıkmak istemezdim ama değil... Malesef ki değil. Neyse ki bunu sana kafana vura vura bir yıl içinde öğretebilecekleri bir bölüm var: intörnlük... Doktor muyum? Yok amele. E adımın önünde doktor yazıyor? İnanma sen yazanlara. Yazılara göre idrar taşımak da postanın görevi ama...
              Mezuniyetime son 3ay kala henüz yeni doğmuş bir bebek masumiyetinde başlayacağın intoşluk serüveninde sana tecrübelerimle bir nebze yardımda bulunmak için yazıyorum bu yazıyı: İntörnler için hayatta kalma klavuzu.
1. Binumum görevlilerle aranı iyi tut. Sekreter olsun, posta olsun, yemek dağıtan amca olsun... Çok tuhaf bir anda sana yaptığı basit bir iyilikle seni bol azardan kurtarabilir. Mesela bir senaryo çizelim. Cerrahi nöbetindesin. Saat sabah 4. Kanların 7deki vizite kadar yetişmesi lazım. Serviste yatan bir teyze var tümör nedeniyle opere olmuş. Teyzenin bırak damarı zayıflıktan kemiği kalmamış gibi bir görüntüsü var. Senin gibi intoşlar daha önce teyze üzerinde belli ki iyi çalışmışlar, baktığın her yer mordan siyaha dönmüş görünümde. Hasta yakınından bahsetmek bile istemiyorum. Annesinin biricik  anksiyeteli oğlu... Sen daha odaya girmeden adamın gerginlikten elleri titriyor." Aman orasına dokunma, buradan kan gelmez, sen çok acemi görünüyorsun..." Denilenlere kulak asmadan damara benzettiğin bi yere daldırıyorsun enjektörü. Hayır o kadar ameliyatı, acıyı sanki başkası çekmiş gibi o ufacık iğne batmasıyla teyze bağırmaya başlıyor. Tabi ki kan gelmeyecek. Ne sandın intoş? Bir, iki, üç.. yok olmadı. Davos bile bu kadar gerilmedi. Şu an önündeki en mantıklı seçenek gidip diğer intörnlerden birini çağırmak ancak hasta yakınının kıpkırmızı olmuş yüzünden bir denemenin daha can sağlığın açısından çok da uygun olmayacağını anlıyorsun. İkinci seçenek asistanı bulmak. İşte bu noktada o asistan puf! Sanırsın ki o serviste öyle bi asistan hiç olmamış. Kime sorsan yüzüne aval aval bakar. Telefonu yüzde 99.99 kapalıdır. Kaldı ki ulaşsan da "bi kan almayı bile beceremedin" tarzı  bir cevap alacaksın. Bu durumda eğer akıllı bir intoşsan ve servisteki hemşirelerle aranı iyi tutmuşsan o kan 2dakika içinde hazır olur. Hemşire abla lazerli gözleriyle çat diye buluverir damarı. Yok dik başlı ve hemşireleri "intörn değil, intörn doktor" şeklinde uyarmışsan sabah hoca kan deyince sakın ha sakın "kan gelmedi, asistanı bulamadım.." şeklinde girme lafa. Emin ol bahanelerin hocanın umrunda olmayacak. En iyisi "alamadım" de ve azarına razı ol.
2. Asla ve asla asitanları hocaya şikayet etme gafletinde bulunma. Unutma ki sen bir yıl ordasın o asistan yıllarca... O ettiğin şikayet var ya sana kan, idrar, dışkı olarak geri döner. Hoca sana "vay efendim öyle  yapmış, ben kulağını çekerim. Tabi ki ismini söylemeyeceğim intoşcuğum" diyecek ya kanma. Hayır hoca gerçekten iyi niyetlidir, uyarır asistanı ama sonuç değişmez. O gece nöbeti hocayla tutmayacaksın ve ya servisin işleyişinden hocanın haberi olmayacak. Onun için önemli olan işlerin yapılmış olmasıdır. Kimin yaptığı çok önemli değil. Hepsini yapmak istemiyorsan sivri dilini ısır. En azından başka bir bölüme geçene kadar. Sonra çok içinde kaldıysa git yine şikayet et. Artık sana bir faydası olmaz ama için rahatlar işte.
3.Bu madde özellikle kadın intoş adayları için. Asistan abilerinizle gönül ilişkisi kurmayın. Yani isterseniz kurun siz bilirsiniz ama sonrasında başka bir intoştan "ay o asistan bana da yazdı. Hatta aynı anda yanımdaki intoşa da yazmış" şeklinde bir duyum alırsanız yıkılmayın. Söz meclisten dışarı. Kimseyi zan altında bırakmak istemem ama sadece kendi deneyimlerime dayanarak "bir kahve içelim mi?" diyen asistan abinin bir ay sonra düğünü olduğunu gördüm. Eminim kahveye davet etme amacı düğün davetiyesi falan vermektir. Benim içim fesat. Mesela yemek davetine "abiiii nişanlın da gelsin" dediğinizde (ki şanslıysanız nişanlı olduğunu biliyorsunuzdur) "yok ben seninle başbaşa kalmak istiyorum" diyebilir. Eminim o zaman da bana nişanlısını ne kadar sevdiğini anlatacaktı. İşte benim içim fesat.
4.Asla ve asla çalışkan intoş olmayın. Bu bir yıl içinde "ben yaparım" demek kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük. Bir işi bir kere yapmanız ihalenin size kaldığının kanıtıdır. Bu iş isterse sizinle hiç alakalı olmasın. Yapılmadığı anda sizden sorulur. Mesela nazogastrik sonda takmayı biliyor musun? Tamam bir ay boyunca takacaksın. Kurtuluşun yok. Senden daha akıllı veya durumu daha hızlı kavramış her sorulana "ay ben onu hiç yapmadım ki" diyen bir "inop intörn" de varsa yanınızda mahvoldunuz demektir. Başlarda intörnlük gazıyla yaptığınız her işte asistan veya hocalardan duyduğunuz övgü dolu sözcükler gururunuzu okşayacak, mest olacaksınız. Kanmayın. Gecenin bir yarısı "sen biliyorsun" diyerek üzerinize yıkılan işler altında uykusuzluktan yanan gözlerle kendinize küfretmek istemiyorsanız yapmayın. Kıvam, denge iyidir taze intoş. Ve senin de "yaparım-yapamam" arasındaki dengeye çok ihtiyacın var.
5. Son ve en önemli madde: hastalara bilmediğini çaktırma. Bu noktada lanet olsun tıpa da doktorluğa da diyebilirsin çünkü. Senin 6yıl (belki de daha fazla) kendini parçalayıp, uykundan veya temel aktivitelerinden kısıp okuduğun okul o an hasta için hiç önemli değildir. Özellikle acil gibi suistimale açık bölümlerde çok dikkatlı olman lazım. Bu gözler ne ayılıp bayılanların damardan giden bir şişe suyla iyileştiklerini gördü. O yüzden hastalara kendini doktor diye tanıtıp, işini bilerek yaptığını göstermen önemli. Aksi taktirde kaile alınmayacaksın ve bu seni tahmin ettiğinden daha çok sinirlendirecek. Farzımahal hasta bilmediğin bir şey sordu. "Bilmiyorum" yasaklı kelime. Geçiştirme yoluna git. "Bakarız, hallederiz" tarzı kelimeleri bol kullan. Çok sıkışırsan "acil bi hastaya bakmam lazım" diyerek git ve o hastanın sorduğu şeyi öğren. Hastanın sana saygı duymasını sağla." Ben daha intörnüm, bilmem ki" tarzı kendini acındırmalar bu sektörde sökmez. Sen doktorsun kendine gel.
         Evet sevgili taze intoş, çok zorlu ama bir o kadar da eğlenceli bir yıl seni bekliyor. Tus diye bir gerçek olduğunun farkındayım ancak unutma ki üniversite hayatının son yılı. Bir daha asla eline geçmeyecek kıymetli vakitler. Hastaların primer sorumluluğu henüz üstüne yüklenmemişken, yanında yörende soru sorup danışabileceğin birileri varken tadını çıkart. Benim gibi şarkı söyleyip klip çek, tusu sat, ayağı yanık it misali nöbet çıkışı gez toz demiyorum. Ben her şeyin gözünü çıkartma konusunda bir markayım. Sen tuttur o kıvamı. Hadi zorunlu görevde görüşürüz:)
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea