16 Temmuz 2015 Perşembe

Gece Yarısı Doğan Yedi Renk Gökkuşağı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:30 0 yorum
             Gecenin bir yarısı aniden uyandım. Sanki kulağıma önceden çok sevdiğim ama uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı fısıldanmış gibi. Açık olan penceremden gelen deniz kokusunu içime çektim, son nefesimmiş gibi. Cırcır böceklerinin kurbağalarla düetini dinledim süresiz bir süre. Düşünmemeyi düşündüm en düşünmemem gereken şeyleri. Ilık bir rüzgar zihnimin en derin mahzenlerindeki anıları şöylece bir yalayıp geçti. Yıldızların ışığı içimin karanlığına düştü, ürperdim. Gözlerimi kapattım ve arkamı döndüm. Orada olduğunu biliyordum. Kocaman meraklı gözleriyle bakıyordu, yılların yaşattıklarını yüzümden okuyabilecekmiş gibi. Benim içimi ise bu kadar saf, masum ve narin olduğu için kocaman bir acıma duygusu kaplamıştı. Bilmiyordu, benim yıllar boyunca yaşadıklarımı yaşayarak öğrenecekti. Gülecekti, eğlenecekti, mutlu olacaktı ama daha çok ağlayacaktı. Büyümenin can yakan bir şey olduğunu canı yanarken anlayacaktı.
              Konuşmanın çoğu zaman bir işe yaramadığını, hatta kendini paralarcasına bağırdığın sözlerin kimse tarafından anlanmaya çalışılmamasının can yaktığını henüz bilmiyordu ki hemen başladı sorularına. Merak ediyordu yıllar sonraki halini. Annemin beni korumak için anlattığı toz pembe dünyadaydı henüz. O an yalanlara devam etmek isterdim ama elimden gelmedi. Henüz dürüstlüğüm tamamen körelmemişti.
             "Mutlu musun?"
             Kendimi bildim bileli dilek tutmam gerektiği her durumda, doğum günümde mum üflerken, yüzüme düşen bir kirpikte ve yeni yıla uyanık girdiğimde, dilediğim ilk şey mutluluk olurdu. Küçüklüğümden beri istemsiz bir şekilde zekice bir hamle yaptığımı o an farkettim ve hafifçe gülümsedim. Sonuçta yeni çıkmış bir oyuncak bebek de veya basınca topuğunda ışık yanan ayakkabılar da dilesem sonuç aynı amaca hizmet edecekti. Mutlu olacaktım. Tabiki anlık olarak. Genel mutluluk diye bir şey olduğundan pek emin değilim. Sonuçta ölümler, ayrılıklar, kaybedişler bu hayatın bir parçası değil mi? Hayat anlık mutluluklar ve mutsuzlukların saçmasapan bir senteziyken "mutlu musun" gibi bir soruya evet veya hayır demek imkansızdı. Tıpkı mutlu son diye bir olayın gerçek olamayışı gibi. Mutluysa son değildir, son ise mutlu değildir. Bana hiçbir ayrılığın, terk edişin veya gidişin güzel olduğunu söyleyemezsiniz. Bazen iyi amaçlara hizmet eder, daha mutlu olacağımız bir ana kavuşturur ama yine de "eyvallah" denilen her an insanın anılarında yaşayıp kalbini yavaşça çürüten bir zehir olur. "Mutluluk anlıktır küçüğüm" dedim küçük bir çocuğun kafasını çok da bulandırmamak adına.
             "Hayallerine kavuştun mu?"
             Hayaller kelimesi zihniminde yankılandı, tekrar ve tekrar. Yüksekçe bir dağdan haykırırsın da doğa sana ne dediğini duyman için tekrarlar ya aynen öyle. Karşımdaki küçük kızın hırsları gözünden okunabiliyordu. Adeta "ne istiyorsam çabalar elde ederim, beni başarısızlıktan başka bir şey üzemez" diye bağırıyordu boncuk gözleri. İnsan kendisini kıskanır mı? Ben o an kıskandım. Henûz bir metreden biraz daha uzun olan bir çocuğun hayata meydan okuyan halini, umutlarını yaşama sevincini kıskandım. Küçük şeylerden mutlu olmasını, yarına karşı duyduğu heycanı ve arzularını kıskandım. Ben ne ara "hayat nereye sürüklerse" şeklinde yaşamaya başlamıştım? Ne ara "yaparım"dan vazgeçip "bakalım"a dönmüştüm? Ne zaman kendimden bu kadar vazgeçip, elimdekilerle mutlu olamamaya başlamıştım? Yüzüne bakacak yüzüm yoktu. Hayallerinin hepsini gerçekleştirdiğimi ama bunun artık bana mutluluk vermediğini, hatta bir şey ifade etmediğini nasıl söyleyecektim? Açık bir nankörlüktü bu. Yine kendimle çelişiyordum. Yeniden bir "yapmam lazım ama yapamıyorum" anındaydım. "Bir çok hayalini gerçekleştirdim."dedim kafam önüme eğilmiş bir şekilde. "Neden ağlıyorsun o zaman?" dedi inanmaz gözlerle. Eğildim ve ellerini tuttum. "Bazen küçüğüm bazen hayallerin sana mutluluğu getirmez, aslında hayalinin o olmadığını kavuşunca anlarsın. Beklentilerinin karşılanmaması hayallerinin gerçekleşmesinden daha önemli bir hale gelir. O yüzden kendini yıpratma. Sen ne yaparsan yap bazı şeyler olması gerektiği için olur." Ellerini hızlıca çekti. "Bu kadar duygusal olmuş olamazsın." dedi acıyarak. Oysaki ben tahmininden de derin duygular içinde kaybolmuştum.
              "Nerede hata yaptın?"
               Hatalarım... Benim güzel hatalarım... Acaba nerede yaptım? Günlerce gecelerce düşündüm ve her seferinde başka bir anımı suçladım. Pişmanlıklar biriktirdim deste deste. Bazen kendimi, başkalarını, olanları, olmayanları affedip hepsini yaktım. Bazen küllerinden çıkartıp gözyaşıyla suladım hepsini. Her seferinde başladığım noktaya döndüm. Anlık mutluluklarımda unutup, anlık olmaktan çıkıp biriken mutsuzluklarımda yeniden yeniden ve yeniden yaşadım. Yeniden suçladım, yeniden bağırdım, çağırdım. Beynimin odalarında taş üstünde taş bırakmadım. Yaktım, yıktım, saydım, sövdüm. Tutulmamış sözlere, anı kurtarmak için söylenmiş bütün güzel cümlelere, sözcüklerin anlatmaya yetmediği bütün hislere... Bu sefer unuttum diyip bütün anılarımı gömdüm. "Geçmişe bakarak yürünmez" dediler, dinledim, güzel günler güzel geceler geçirdim. Her seferinde bu beylik lafların bana göre olmadığını aslında hiçbir şeyi unutmadığımı farkettiğimde anladım. Benim lanetim unutamamaktı.
           "Neden?"lerimde boğulup hiçbir cevap alamadım. Sanırım sormamak gerekiyormuş. Onu da ben yapamadım. Kendime en büyük kötülüğü beklentilere girerek verdim. "Beklemek cehennemdir" der Shakespare. Ben de "beklentiler cehennemdir" diyorum. İyilik yap denize at olayı insanoğlu ermemişse, ki henüz gerçekleşmedi, pek mümkün olmuyor. Üç yaptıysam bir bekledim. Her seferinde hayal kırıklıkları kaldı elimde. Kötülüğün insanlar içinde bu kadar yer kapladığını geç anladım. Anlayana kadarsa kayıplarım büyük oldu. Güvenim, masumiyetim, sevgim, iyiliğim... Kimisi azaldı, kimisi bitti. Ama nasıl olduysa hiç ders almadım. Aynı hataları tekrar tekrar yapmaya devam ettim, ediyorum.
           Aşk'ı geç öğrendim. Her şarkıda kendini bulmayı ve şarkıları kulakla değil kalple dinlemeyi de geç öğrendiğim gibi. Yeni aldığı kırmızı rugan ayakkabıyı ayağından hiç çıkarmayan ve çabukcak eskidiği için ağlayan çocuğa döndüm. Ben Leyla oldum. Kimse Mecnun olamadı. Her seven kendini Mecnun sandı ama kimse çöllere düşmedi, en azından benim için. Duygularım konusunda hep cömert oldum hatta bol keseden harcadım. Gururumdan pek hoşlanmadım. Bana engel olmaya çalıştı, ayaklarıma dolandı. "Yapma, etme, gitme"leri büyük oldu. Kovdum onu. Keşkelere sığınabilecek olsam işte tam bu noktada "keşke" derdim. Gurur, duygulardan daha iyi bir limanmış. Sağlam ve yıkılmaz, kimse duvarlarını aşıp acıtamazmış. Neyseki artık gemim kalmadı ki liman ihtiyacım olsun. Kimisini yaktılar, kimisini çaldılar. "Asla üzmem" diyen de üzdükten sonra kalanları da ben terkettim. Kapkara bulutların tüm dünyamı kapladığı, yağmurun delice, hiç durmadan yağdığı ve hayal kırıklıklıklarının yıldırım olarak düştüğü o gecede batmaya mecbur bıraktım onları. Hasarları büyüktü, tek başıma kurtaramazdım. Yardım çağırmadım. Sadece, tek bir kez bir şeyler ben çırpınmadan olsun istedim. Olmadı. Batışlarını izledim. O gece arkama bile bakmadan çıktım o limandan. Sonra üç kez daha gittim kaybettiklerimi görmeye. Her seferinde canım yandı ama ayaklarıma engel olamadım. Kendime itiraf edemesem de içimde bir umut kırıntısıyla gittim. Sağlam gemiler görmeyi beklemiyordum elbet de. Ama en ufak bir çaba görsem, canla başla çalışır, eskisinden de sağlam inşa ederdim. Hiçbir şey yoktu. Sanki hiç var olmamış gibiydi her şey. Orada doğaya aykırı duran, tabloyu bozan tek şey bendim. Ben de vazgeçtim.
              "Belki her yerde belki de hiçbir yerde. Hayat seni tercih yapmak zorunda bırakır ama seçtiğin hiçbir yol güllük gülistanlık olmaz. Diğer yolu seçseydin neler olacağını da hiçbir zaman öğrenemezsin. Bu durumda hata neredeydi kestiremezsin. Hatasız yaşayamazsın ama başkalarının değil de kendi hatalarını yaşadığın düşüncesi belki bir nebze iyi gelir sana. Pişmanlıkların geçmez, için soğumaz ama gerçek şu ki kendi düşen ağlamaz değil. Kendi ağlar, kendi susar." dedim çok da tatmin edici bir cevap olmadığının farkında olarak. Ben ne dersem diyeyim burnunun dikine gideceğini biliyordum. Bendim sonuçta. Aklımdan geçenleri okurcasına cevap verdi: "Kendin yaşa, kendin gör. Beni de boşuna konuşturma diyorsun, anladım." dedi gülümseyerek.
                Bir süre sessizce birbirimize baktık. Sonra yanıma yaklaştı, sıkıca sarıldı. "Sen de bana sarıl" dedi. "Herkes gitse de ben sendeyim, içindeyim ve orada olmaya hep devam edeceğim." Yanağıma küçük bir öpücük kondurdu. Bir adım geriye gitti ve bir anda rengarenk, parıl parıl zerreciklere dönüştü. Usulca pencereden çıkıp gökyüzüne doğru uçtu. Görebildiğim yere kadar takip ettim. Kafamı eğdiğimde güneş doğuyordu ağaçların arasından. Yeni bir gün başlıyordu. Kuşlar ötmeye, babamın horozu avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı. Ufuk harika bir pembelikteydi. "Hava güzel olacak." dedim kendi kendime. "Güzel ve pembe bir gün..."
           
         

5 Temmuz 2015 Pazar

Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:12 0 yorum
           Zamanın geçmesini büyümek değil de yaşlanmak olarak isimlendirmeye kaç yaşımızda başlıyoruz? Ciddi anlamda düşündüm ve bir karara varamadım. Onsekizime hatta yirmime kadar büyüdüm. Malum üniversite okuyanlarda ergenlik biraz geç tamamlanır. E 20'den sonra? Yaşlanıyorum demek istemiyorum sanırım.
           "Zaman, zamansız olmayı sever. Ben çok tanık oldum buna, sen de az şahit olmamışsındır. Ya nasıl geçtiğini anlamazsın saatlerin, ya nasıl daha çabuk geçer diye çabalarsın." der en sevdiğim şairlerden biri, en sevdiğim denemelerinden birinin girişinde. Lise yıllarıma dönüp baktığım zaman, üstünden 5 yıl geçmesine rağmen ilginçtir ki hala ne kadar uzun sürmüş diyorum. Baş ağrısıyla kıvranırken, üç saat boyunca "etüt" adı altında, her kafadan ayrı bir ses çıkan bir sınıfta oturmak. Anlatılmaz, yaşanır. Korkunçtu. O üç saat geçmezdi. Ben de sürekli yazardım. Test kitabının arkasına, ders kitabının boş yerlerine... Ergenliğin de verdiği yoğun duygu durumu değişiklikleriyle yazdıkça yazardım. "İlerde bunları okuyayım da ne kadar mutsuzmuşum görüp, halime şükredeyim." düşüncesiyle de hepsini saklardım. Saklardım değil, saklıyorum. 2 klasör halinde tarihlerine göre ayrılmış yazılar, şarkı sözleri, karalamalar... 4 yıl değil de 4 asırmış gibi.
           Eşyalarımı Trabzon'dan arabaya doldurup Ankara'da almıştım soluğu. Ailemle vedalaşıp, yurduma doğru yalnız yürürken kendimi o kadar özgür hissetmiştim ki. Haydarpaşa Gar'ından çıkıp "Seni yeneceğim İstanbul" diye bağıran bir Türk filmi karakteriydim adeta. Replikleri hafifçe değiştirip " sen bana iyi davran, ben de sana Ankara.. Sen beni sev, ben de seni seveyim." demiştim. Sonrası bir soluk kadar kısa. Hani derler ya ölürken hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçer diye, işte benim üniversite hayatımın sanki oluşu böyle film şeridiymiş gibi. Aksiyon, dram, entrika, aşk, ihtiras, gözyaşı (pembe diziye bağladım) ne ararsan var. Ama dedim ya zaman zamansız diye, hop bu zamana geldim. Allahtan üniversitem 7 yıl da filmime ekleyeceğim 5 10 saniye daha olacak.
          Ankara ile aramızdaki anlaşma hiç istemediğim bir biçimde bozuldu. Tam olarak ne zaman oldu kestiremiyorum. Buna ben mi neden oldum ya da o mu burnum sürtsün istedi onu da bilmiyorum. Artık benim için çok sevdiğim, eğlenceli, aksiyonlu şehir değil. Bozkırın ortasında, içinde yaşamak zorunda olduğum bir beton yığını. Hakkını yemeyeyim ama. Hala arada da olsa bana kıyak geçebiliyor. Bu yüzden 2 sene daha kalabileceğimi düşünüyorum. Sonrası muamma. Kin tutan bir insan değilim. Belki bu süre zarfı içinde Ankara hatalarını telafi etmeyi başarır ve her şeye sıfırdan başlarız. Belli mi olur?
          Yazıya başlama amacım eskiden bayılarak okuduğum kitaplardan eskisi kadar tat almadığımı anlatmak, hatta bir iki kitap eleştirisinde bulunmaktı ama konuyu bir türlü buraya bağlayamadım. En iyisi bunu başka bir yazıya saklayayım. Yazımı da çok sevdiğim şairin, çok sevdiğim denemesinin devamı ile bitireyim:
        "Her şeyin bir gün bitmeye mecbur olmadan -ki yemin ederim hiçbir şey ölmeye gönüllü değildir- yaşamalısın onu. Geç kalınmış bir buluşmanın adıdır hayıflanmak. Peki ona geç bile kalamamak nasıl bir kayıp olur? Sahip olamadığın bir şeyi de yitirebilirsin. Dokunamadığın, elini tutmadığın, yan yana yürümek şöyle dursun hiçbir zaman karşılaşmadığın, karşıdan bakamadığın bir insanı mesela...
         Bizden iki çıkmaz dedim. Ben sen'im artık, sense benim bütünümsün; biz biriz....
         İkiden biz çıkmaz dedi; seninle ben ayrılmak için bir araya geliriz.
         Birini çok sevdim, biri de beni çok sevdi. Ne ikiden biz çıktı ne de bizden iki..."
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea