5 Ekim 2014 Pazar

Yurt Dışında Dil Okulu

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:50 0 yorum
              Hoşgeldiniz efendim, sefalar getirdiniz. Verin müziği iki göbek atalım ayol! Gündüz kuşağı kadın programı sunucuları gibi açılışı yaptığıma göre konuya girebilirim. Konumuz ne mi? Bir çok öğrencinin "Allahım ne yapsam? demesine neden olan yurt dışında dil okulu mevzusu.
              "Ya abi yurt dışı şöyleymiş böyleymiş gençken bi gidip görelim." diyen insan evladının karşısına milyon tane seçenek ve milyon çarpı milyon kadar da şık çıkıyor. Hangi firma, hangi ülke, hangi okul, ev mi yurt mu falan filan derken liste uzayıp gidiyor. Ben şimdi kafanızın birazcık netleşmesine yardımcı olurum belki.
                Öncelikle tatiliniz ne kadar? Daha doğrusu yurt dışında ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz? Burada sınırı 2 ay olarak belirliyorum. 2 aydan fazla mı? O zaman İngiltere, Amerika, Kanada, Malta hatta Yeni Zellanda bile tercihleriniz arasında olabilir. Benim ilgi alanım daha çok 2 ay altı kısım. Öncelikle Avrupa dışını unutmanız faydalı olacaktır. Çünkü çektiğiniz 1 günlük uçak yolculuğu, yorgunluk ve zaman farkı o tatili karşılamaz. Harcadığınız fazlaca para da cabası olur. Bu durumda şıkları ikiye indirmiş oluyoruz. İngiltere veya Malta. Buradaki ilk soru nasıl bir yere gitmek istiyorsunuz? Daha doğrusu gitmekteki ilk amacınız ne?
              "Ben İngilizceyi öğrenmeliyim. Müze gezmeyi, tarihi yer görmeyi, güzel mimariyi çok severim. Sıcakla pek aram yoktur. En sevdiğim mevsim ilkbahar. Yağmur ne kadar da romantik." diyorsanız cevap veriyorum net İngiltere. İngiltere tamam da hangi şehri diye hiiiiiççç boşuna sormayın. Ben İngiltere diyorsam siz Londra anlayın. Yok Oxford'da Türk azmış, yok Brighton tatil yeriymiş... Hepsi fasa fiso.  Brighton Londra'ya 1 2 saat uzaklıkta. Bir hafta sonu atlar gidersiniz. Yarım günde sıkılıp dönersiniz. Denizi güneşi de unutun zaten. Dua edin de iki günde bir güneşi görebilesiniz. Ama Londra... Anlatılmaz yaşanır bir şehirdir. Sıkılmadan aynı sokaklarda defalarca gezebilirsiniz. O görkemi, o düzeni ve ben Londralıyım diye bağıran insanları... Eğlenmek de, kafa dinlemek de, tarih de, doğal güzellik de hepsi var. Bi tek güneş yok. Onu da idare edin artık. Eee Londra tamam da hangi okul? İşte burada tamamen şans. O okul derim kötü olur. Bu okulu eleştiririm iyi çıkar. Şansınızı deneyin. Ben St.Giles diye bi okula gitmiştim. Merkeze 20 dk uzaklıkta Highgate diye nezih bir yerdeydi. Ama merkezden bi okul seçmeniz eğlenceye ulaşım açısından kolay olabilir. Barınak meselesine gelirsek İngilizler misafirperver insanlar. Ben iki kez gittim İngiltereye. İkisinde de aile yanında kaldım. Tavsiye ederim.
                "Abi bıktım kardan kıştan. Bi güneş görelim kemiklerimiz ısınsın. Gece hayatı yaşayacaksın. Ne yapayım ben tarihmiş, güzellikmiş, gezmekmiş" diyorsan tam yerine yönlendiriyorum seni: Malta. Küçücük dantel gibi bir ada. Her yeri koy körfez. Havası hiç üşütmez. Her yerden kendini denize atabilirsin. Gezmeye kalkarsan gezecek yer bulamazsın ama zaten gittiğin yerler de birbirinden çok farklı olmaz bu adada. Bi Popeyes village, bi blue lagoon tamam. Ama zenci kıvamında dönersiniz Türkiye'ye. Maltanın ortamı da daha sıcaktır havası gibi. Daha kolay arkadaş edinirsiniz falan. Gece hayatı da öğrencilerden oluşur genelde. Londra gibi büyük olmadığı için gidilen yerler 3 5 tanedir. O yüzden daha eğlenceli olabilir tanıdık insanlarla beraber eğlenmek. Kalma yeri olarak ise kesinlikle apart öneririm. Aile yanını unutun. Maltanın yerli halkı o kadar az ki hangi milletten kime denk gelirsiniz belli olmaz. Yerlileri de inanın pek sevimli insanlar değiller. Ben Ese'diye bi okuldaydım. St Julians'da. Zaten giderseniz kesinlikle St julians'da olsun okulunuz. Ese'yi seçerseniz de Belmonte apartlarında kalın. En eğlenceli apartmandır. Bir de eklemem gereken bir şey var. Maltaya temmuz gibi gidin ve ağustosun sonuna kalmadan dönün. Ne hikmetse o zamandan sonra Türk istilası oluyor. İngilizce by by olur. Benden söylemesi.
              Hangi şirket mi diyorsunuz? Hiç farketmez. Başınıza bir şey gelirse veya bir sorununuz olursa hepsi aynı umursamazlıkta oluyorlar. Size tavsiyem okulunuzu belirledikten sonra hepsine fiyat sorup en ucuzunu seçin. Aynı süre, aynı okul, aynı apart farklı şirketler arasında 2000 tllik fiyat farkları oluyor.
              Umarım biraz işe yaramıştır bu yazı. Ama şu bi gerçek ki nereye giderseniz gidin olay sizde bitiyor. Eğlenmek istiyorsanız eğlenirsiniz, öğrenmek istiyorsanız öğrenirsiniz. Hadi bana eyvallah! Mutlu günler:)

13 Haziran 2014 Cuma

Bir kalp kırıldığında

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:10 1 yorum
         Nefret etmek ne kadar kolay değil mi? Anlamaya çalışmak, empati kurmak, geçmiş güzel günleri düşünmek yerine nefret etmek... Belki de daha çok kendini sorgulamaktan kaçmak. İnsanın yaradılışı böyle. Hem çuvaldızı hem iğneyi karşıya batırmak. Tecavüzcüye sorsan karşı taraf tahrik etmiştir. Hırsıza sorsan ihtiyacı vardır. Yalancıya sorsan mecburdur. Herkesin bir bahanesi vardır. Herkes kendine göre sütten çıkmış ak kaşıktır.
          Hayatta herkesi kandırabiliriz. Tüm dünyayı kendimize inandırabiliriz. Ama kendimize yalan söylemek o kadar da kolay değildir. Suçlu olduğumuzu bilsek de savunma mekanizmamız devreye girer o an ve sormayız "ben ne yapıyorum?" diye. Daha kolay bir yol vardır karşıyı suçlamak gibi. Bunu nefretle de süsledik mi artık kendimizden kolayca kaçabiliriz demektir. Vicdanı nefretle susturmak... "o da bunu yaptı, bana şunu dedi" demek "ben de ona bunu yaptım" demekten kolaydır elbet.
         Gerçek hayat sınavlardan daha acımasızdır malesef. Bir yanlış tüm doğrularınızı götürür. Neden mi? Çünkü insan kendini Tanrıdan bile büyük görecek biçimde programlanmıştır. Evrende bir toz tanesinden farksız olduğunun bilincinde değildir. Tanrı tövbe edeni affederken insanoğlu için özür dilemek, hatasını kabul etmek imkansıza yakın bir durumdur. Aynı şekilde affetmek de. Dedim ya herkes kendine göre kanatsız melektir. Onun dışında herkes kötüdür. Oysa bir dursa, bir düşünse. Herkesin kendince haklı tarafları olduğunu, kendisinin de dahil herkesin hata yapabileceğini anlasa sevdiklerini, sevenlerini kaybetmez.
        Amacım hayat dersi vermek değil. Çok görmüş geçirmiş bir insan da değilim. Yani haddime de değil. Yumuk'u arayıp "aa telefonu burda kalmış" diyip "telefonun evde" diye mesaj atacak kadar da saftirik bir insanım. Turist takliti yapan yurttaşıma Londra aksanıyla yol tarif ederim. 8 yaşındaki çocuk amfiye gelse bizim dönemde olduğuna inanırım. Yani normal bir insandan kat be kat saf bir insanım. Herkesin aklı kendine yeter. Hatta fazlası olan varsa ben gocunmadan talip olabilirim. Benimki sadece ufacık bir öneri. Herkes hata yapabilir. "Ben ne yaptım?" demek kimseyi küçültmez. Hele özür dilemek, affetmek büyüklüğün göstergesidir. Üç günlük dünyada kimsenin arkasından konuşmanıza, kalbini kırmanıza değmez. Hadi sağlıcakla kalın...

17 Nisan 2014 Perşembe

96

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:16 0 yorum
Geçmişin bataklığına saplanıp kaldım
Hava yok
       Su yok
              Boğuluyorum
                     Kurtaranım yok
Anıların esaretinde boynum bükük
Kalbim sıkışıyor
Çırpınıyorum
Çırpındıkça boğuluyorum


Geçmişin bataklığına saplanıp kaldım
Ses yok
       Görüntü yok
              Batıyorum
                     Çekip çıkartanım yok
Hatıralarım celladım olmuş heyhat
Hatalarım zihnimi işgalde
"Sen" diyor
Sadece ben


Geçmişin bataklığına saplanıp kaldım
Dondu kaldı her şey
       Ne karanlık çukur
              Ne ışıklı tünel
                      Sevgi yok
                             Şevkat yok
Bitiyorum
Artık bir ben yok...

16 Nisan 2014 Çarşamba

Bedava

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:49 0 yorum
          Kucağımda bilgisayar, gözümde markalı güneş gözlüğü mor benekli pijamalarımla bile cool olmayı başarıyorum. Balkon cool'u... Bahar gelmiş. Bunu ne kucağımdaki bilgisayarı soba kıvamına getiren güneş ışınlarından, ne kulağımın, burnumun tıkanmasına, sesimin travesti gibi çıkmasına (kendileriyle bir sorunum yok hepsine selam olsun) neden olan kar temalı polenlerden, ne de converse ile dışarı çıktığım her gün ayaklarımın şalap şulup şeklinde ıslak seslerinden anlıyorum... Ben baharın geldiğini karşı komşumun balkona astığı içliklerden anlıyorum. Bir kışı, elaleme "bu sene de pek soğuk yapmadı , yaz kurak geçecek" diyerek gerek bir meteoroloji uzmanı gerek bir medyum izlenimi veren ama aslında içinden "içliğim şekil, soğuk vız gelir" diyen kel, göbekli, 91 model tofaş arabası olan amca. Aslında amca pek uygun olmadı. Dayı? Yok yok enişte. Kesinlikle enişte. Pazar günü coluğu çocuğu, kayınçoyu, baldızı ve olmazsa olmaz 20 kiloluk karpuzu kartalın arkasına atıp pikniğe giden enişte. Giderken bir kışın üstüne çıkardığı içliklerinin verdiği rahatlama hissiyle gömleğinin açık düğmelerinden beyaz atleti görünen enişte. Gidilen piknikte kendisi için özel getirilmiş mindere çöken ve mangalla uğraşan kayınçoya emirler yağdıran, tek görevi karpuzu kesip soğuması için güneşe koyan enişte...
        Bu aralar çok pis deliresim var. Koca bir psikiyatri komitesinden sonra delirmek de abes mi oldu ne? Neyse... En temizinden bir şizofren mesela. Basitinden bipolar kişilik bozukluğu da olur. Her istediğimi yapıp, söyleyip herbir şeyden muaf olmak... İş yok, ders yok, en güzeli uğraşmak zorunda olduğun insanlar yok. Gelene "gölge etme, başa ihsan istemem" diyecek kadar rahat bir kafa... Hırs yok, düşman yok... Arkandan fısıldanacak iki elime: "hasta o" sanki kendileri sağlıklıymış gibi. Sanki bu kadar kötü, karanlık, hırs dolu düşüncelerle normallermiş gibi. Zaten gerek bir zamanlar pembeye boyattığım saçlarım, gerek insanların arkamdan "cesaretine kurban olayım" şeklinde bağırmalarını sağlayacak rengarenk kıyafetlerim, gerekse kütüphanede halay çekmemi sağlayacak enerjimle hep "anormal" damgası yemiş bir insan olarak bir de "deli" deseler çok dokunmaz.
      Bir karavanım olsun sürmeyi bilmesem de... Çekeyim dere tepe bedava, yağmur çamur bedava bir yere. Ama hürriyet kelle fiyatına olmasın. Bedeva yaşayayım bedava.... Gittiğim ormanlarda koca ayaklı, tek gözlü devlerle tanışayım. Belki ayrık vadiye ulaşır elflerle kahvaltı yaparım. Belki uslu bir çocuk olursam şirinler bile görebilirim.  Bir mantar yer solungaçlanırım. Denize ulaşır balıkadamlarla denizkızlarıyla dans ederim.  Sonra kanatlanır uçarım. Yukarı daha yukarı. Ay'da bir mola veririm. Çekirdek çitleyip dünyaya tükürürüm. "Alın size kalsın dünyanız, götünüzü yaya yaya içiniz gibi karartın derim. Sonra marsa giderim. Uzaylı dostlarım karşılar beni. Dünyada kalmayan bir iyilikle, misafirperverlikle konuk ederler beni. Giderken "yine gel" derler. Kibarca "siz de gelin" derim. Sanki çağırabileceğim bir yerim varmış gibi. Bütün kötülüğüyle Ay'dan tükürürken vazgeçmiştim dünyadan. Oradan samanyoluna giderim. Samanları pembe pamuk şekerdenmiş. Patlayana kadar yerim. Oradan da uzaklara daha uzaklara... Hiç keşfedilmemiş çikolata gezegenine, dondurma ülkesine, parlak ışık galaksisine giderim. Sonra da sonsuzluğa yerleşirim. Bedavaymış orada her şey. Bedava yaşarım bedava...

7 Nisan 2014 Pazartesi

112

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 10:31 0 yorum
Bir gündü içinde karanlık
Ve o farketti hayat çok bulanık
Koştu kaçabilirmiş gibi kendinden
Kafasında hep aynı soru: "neden?"
Döndü bir uçurum gördü
Baktı son kez hayata sövdü
Ve ruhu oradan atladı
Bedeni hayatta kalacaktı

5 Nisan 2014 Cumartesi

Zehirli İnsanlar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:31 0 yorum
         Secim müzikleri aniden gitti... Utanmasalar tuvaletlerimize kadar asacakları rengarenk bayraklar da yok... Sloganlar, kafiyeli sözler puf diye yok oldu. Bari alıştıra alıştıra bıraksaydık. Bence memleketce yoksunluk sendromuna girdik. Sonuç ortada: bir seçimi açıklayamadılar. 300 kişilik sandıktan çıkan 700 oy mu dersin, çöpten tutanak çıkartan mı dersin, trafoya girmek için o günü bekleyen kedi mi dersin... Örneğimiz bol. Ülkeyi kapatıp açsak da düzelmez artık. Sistem çöktü, reset şart.
        Seçim, parti, ülke falan daha önce bu işleri evde zor tutulan yüzde 45'e (50 değil) bıraktığımı söylemiştim. Kararımın arkasındayım. Hatta gün geçtikçe Uruguay'a yerleşme, oradan vatandaşlık alma hayallerim daha da bir güçleniyor. Yapacak bir şey yok. adam karaya beyaz diyorsa, sen kendini de yırtsan o kömür aktır diyecektir. (sosyal mesaj verme Hazan) Ben de göz görmeyince gönül katlanır mantığı olarak ülkeyi terk edeceğim. Tabi becerebilirsem. O zamana kadar buralarda azınlık psikolojisi görmeye devam.
        Yahu bıraktım bu işleri tamam da bir noktaya parmak basmazsam vicdanım ağlar. Biliyorsunuz dün 3.5 yaşındaki Pamir İstanbul'da kayboldu. İnsanlar pardon vicdanı olan insanlar sokaklara döküldü. Evlerinde oturanlar televizyonlarının sesini kıstı. Olur ya bir ses duyulur umuduyla. İnsanlar bir küçük çocuğu ailesine kavuşturma umuduyla gece boyu arama yaptılar. Malesef bugün sabah Pamir bir evin havuzunda cansız olarak bulundu. O da yaşayacaklarını tamamlayamadan cennete uçtu gitti. Allah ailesine sabırlar versin. Küçücük bir çocuğu kaybetmek... Daha korkunç ne olabilir ki? beni şoka uğratansa Pamir'in kayboluşunun üstünden saçma salak konuşan insanlar. Pardon insan kılıklı hayvanlar. (hayvanlara hakaret) Ya "zaten aleviymiş" diyen gördüm. "Gezi parkı olayları için çocuğu bahane ediyorlar." diyeni gördüm. "Boşuna çocuğu arar gibi yapmayın amacınız başka" diyeni gördüm. Daha neler neler... Ne zaman bu kadar kalpsizleşti bu insanlar? Ne zaman kötülükleri vicdanlarını susturur oldu? Berkin'in arkasından "oh olmuş" diyenlerle aynı şerefsizler bunlar. İnsaf edin artık. Bir çocuktan bahsediyoruz. Gerçi ben boşuna konuşuyorum. Ruhunu şeytana satmış insanlar laftan anlamaz ki. İçleri kötülükle dolmuş. kendi zehirleriyle önce birbirlerini sonra kendilerini zehirliyorlar.
        Ne diyeyim. Umarım insanlar bir gün o görüş bu görüş demeden insanı insan olduğu için sevebilirler. Bugün Pamir artık yok. Hiç mutlu bir gün değil!

29 Mart 2014 Cumartesi

30

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:31 0 yorum
Şerefe dostlar
Size içiyorum bu gece...
Bacağı kırık masam
Nasıl oldun, iyileştin mi?
Ya sen boyasız duvar?
İyi gördüm seni
Renklenmiş gibisin
Ooo çiçeksiz vazo
Sen de mi buradaydın?
Dostlarım,
Sizsiz ben ne yapardım?

20

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:27 0 yorum
Dengesizleştim bu ara
Bir bakıyorum
                Kalabalığımda boğuluyorum
Bir bakıyorum
                 Yalnızlığımdan ölüyorum
Kağıttan gemilerimde
                 Umutlarımı yüzdürüyorum
Sonra kızıp hepsini batırıyorum...
Hayaller kuruyorum gelecekle ilgili
                 Sanki gerçek olabilirlermiş gibi
Kanatlanıp göğe yükseliyorum
Sonra yerin en dibine batıyorum
Dengesizleştim bu ara
Yani her zamanki gibi...

14 Mart 2014 Cuma

100

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 22:02 0 yorum
Zaman,
Geçmişin ilacını
Gelecekte araman...
Kurduğun hayallarin
Enkazına sarılman
Kederini
Kahkahalara boğman

Zaman,
Beynindeki çatlakların
Üstünü boyaman
Kalbindeki kırıkları
Yapışkana bulaman
İçindeki boşluk
Hiç yokmuş gibi davranman

Zaman,
Kafandaki seslere
Kulağını tıkaman
Ruhundaki korkulardan
Delice saklanman
Eğer bakmazsan
Yok olacaklarını sanman

Zaman,
Unutabilirmişsin gibi
Affedebilirmişsin gibi
Kabul edebilirmişsin gibi
Avuntulara inanman
"Geçecek"lere aldanman
Umutlarını
Yeni yıkımlara hazırlaman
Kapılarını
"Birdaha"lara açman

Zaman,
Acılarına alışman
Hırsını toprağa
Öfkeni havaya
İntikamını suya
Kinini ateşe
Atmaya çalışman

Zaman
            Sadece
                         Birazcık
                                        Zaman....

12 Mart 2014 Çarşamba

99

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:33 0 yorum
Güneşe uçarken
Yandı kanatlarım
Oysa çoktu umutlarım
Çakıldım gerçekliğe
Açığa çıktı bütün korkularım
Ne tutuncak bir dalım vardı
Ne gidecek ışığım
Kırıldı bacaklarım          
Yok oldu solungaçlarım  
Artık
Ne hava benim
Ne deniz
Ne kara  
Kocamandı kalbim
Karanlığına aldı dünya
Renklerim döndü siyaha
Yokum ben
Eskiye veda...

11 Mart 2014 Salı

Berkin Elvan

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:11 0 yorum
   
    Mekanın cennet olsun Berkin... Kanın hepimizin ellerine bulaştı. 16 kilo bedenin bu ülkenin vicdanından daha ağırdı. Güle güle Berkin... Söyleyecek sözlerini, yaşayacak günlerini çaldılar senden. Güle güle...

3 Mart 2014 Pazartesi

Metro Cadısı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 11:35 0 yorum
          Ne kadar çekici bir insanım ben yahu! Nerede saçma salak bir olay var gelir beni bulur. Ankara'nın da saçmalık konusunda master memleketi olduğunu hesaba katarsak, gün boyu trajikomik olaylarla karşı karşıya kalıyorum.
          Başkentte kadın olmak zor iş. Daha önce dövdüğüm adamlardan, dedem yaşındaki insanların attığı laflardan bahsetmiştim. Alıştım artık bunlara. Her Türk kızının başına gelebilecek şeyler. Ama son olayım hakkaten unutulmayacak cinsten.
          Yumukla(insan ve gerçek olduğunu hatırlatayım) akşamüstü sularında metronun içinde yürüyorduk. İlerde beş altı apaçi laf atmak için pusu kurmuş bekliyordu. Bunu farkeden biz düşmandan gelecek laf ataklarına karşı tedbir olarak karşı taraftan yürümeye başladık. İşte her şey o an oldu. Bir anda düşman kuvvetlerini bile şaşırtacak bir taaruza maruz kaldık. Arkadan bir teyze bir anda histerik bir gülme içerisinde: "siz böyle giyinip süsleniyosunuz, sonra kocalarımız bizi aldatıyor" dedi. Ben yine kadın kadının dostudur diyerek yüzümde bir gülümsemeyle darbeyi geçiştirmeye çalıştım. Ama teyze durmadı. Artık gülmüyordu ve üzerimize doğru hızlanmaya başlamıştı. Ortam bir anda değişti. Etraf karardı. Metronun içinde şimşekler çakmaya başladı. Kadın bir anda cadıya dönüştü. Cadınının hışmı yüzünden apaçiler bile donup kaldı. Suratı yeşil, saçları yılan oldu. Çatallı dilinin arasından söylediği sözler metroda yankı yapıyordu: "kıyafetlere bak, giyinmeye bak..."Artık dediklerinin çoğu anlamsızlaşmıştı. Kusarcasına konuşuyordu adeta. Sonra bir anda tüm oklarını üzerime çevirdi. "Sen" dedi. "Senin yüzünden kocam beni aldattı." Gerçeklik bir anda yok olmuştu sanki. Cadı tıslıyor ve iğrenç suratıyla kin kusmaya devam ediyordu. Son bir çabayla "ben değildim" dedim. "Tanımıyorum kocanı". Ama cadının kıpkırmızı gözleri daha da kızarmaya devam etti. Donup kalmıştım. Allahım rüya olmalı dedim içimden. O anda yumuğun beni çekiştirdiğini farkettim. Uçarcasına kaçtık. Arkamıza bakmadan koşuyorduk. Evime geldiğimde her şey normale dönmüştü. Yumuk'a sordum. Rüya değilmiş. En azından hala delirmemişim.
             Size cadılardan uzak, kocalarından daha da uzak, en az apaçiye maruz kalacağınız günler diliyorum:)

27 Şubat 2014 Perşembe

86

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:58 0 yorum
O dünyaya öldü
Gözlerini açtı
Kördü
Ayağa kalkacaktı
Bir çamurdan farksızdı
Sevilmek istedi
Canı yandı
Sevecekti
Kalbini bulamadı
Tutunacak bir dal aradı
Dal elinde kaldı
Bir köşede durdu
Köşe yok oldu
Bu dünya ona fazlaydı
O da dünyayı öldürdü

91

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:53 0 yorum
Çiziyordu
Siliyordu
Olduğu yerde
Sayıyordu
Bir adım attı
Geriye kaydı
Bir ışık yaktı
Daha da karardı
Bir soru sordu
Cevabı yoktu
Bir çığlık attı
Sesi çıkmadı
Aynaya baktı
Boştu
O zaten hiç yoktu

Her gün yeni bir başlangıç

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 18:29 1 yorum
       Eminim bazen size de oluyordur. Aldığınız hava ağır, içtiğiniz su acı geliyordur. Çok sevdiğiniz şehir yaşanmaz, kalabalık çekilmez geliyordur. O an tek çözüm kaçmak, uzaklara gitmek gibi geliyordur. Neresi olduğu önemli değil... Sadece gitmek... Çok uzak yerlere... Kimsenin tanımadığı, sorular sormadığı, yargılamadığı yerlere kaçmak... Yalnız kalmak, her şeyden kurtulmak... Sanki başka bir yere gitseniz kendinizden kaçabilirmişsiniz gibi.. Sanki anılarınız, hatalarınız peşinizi bırakırmış gibi.. Sanki gittiğiniz yerde yorgunluğunuzun ilacını bulabilirmişsiniz gibi... Döndüğünüzde bıraktıklarınızı değişmiş bulacakmışsız gibi...
         Hayallerinizi yıkmak istemezdim ama üzgünüm. Hiç bir yere kaçamazsınız. Tutsaksınız bu şehirde. İşiniz, okulunuz, sorumluluklarınız hapishane, çok sevdiğiniz insanlar gardiyanınız olmuştur. Sizin yaralanmanızdan zevk alan insanlar akbaba gibi çöküşünüzü bekler olmuştur. Gitmek sizin için bir hayaldir.
          Bazen iyi şeyler de olur. Bir şekilde kaçarsınız şehirden. Bir gün, iki gün, beş gün, on gün... Ya sonra? Yine dönüp gelirsiniz. "Güçlüyüm, yıkılmam artık, atlattım" dersiniz eski zindanınıza ayak basarken. Sonra bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de parktaki çınar ağacı acı gerçeği yüzünüze vurur: Hiçbir şey değişmemiştir. Ne kadar hızlı giderseniz gidin, düşüncelerinizden kaçamamışsınızdır. İşte o zaman anlarsınız hatalarınızla yaşamaya mecbur olduğunuzu. Arkaya bakarak ileriye gidemeyeceğinizi anlarsınız.
            Kendinizden kaçamazsınız, yaşadıklarınızdan kaçamazsınız, sorumluluklarınızdan kaçamazsınız... Artık o her istediği yapılan çocuk değilsiniz. Evin prensesi değilsiniz. Kocaman bir dünyada milyarlarca küçük noktadan birisiniz. Ve en önemlisi yalnızsınız. Sizi canından çok seven bin tane de insan olsa yalnızsız. Kendinizi çekip çıkartacak, geçmişin kara kaplı defterini yakacak, güneşe bir adım daha yaklaşacak olan sizsiniz. İnsanların düşüncelerine, sözlerine, hatırlatmalarına gülüp geçecek olan sizsiniz. Ama daha önemlisi kendinizle baş edeceksiniz. Kendinizi eskisinden de çok seveceksinizve bir şarkı tutturacaksınız: Geçmişe dönmem küsüm göz yaşlarıyla, daha güçlüyüm ben hatalarımla... Yüzümüze kocaman bir gülümseme ve evet... Yeni bir güne, yeni başlangıçlara, korkmadan yaşamaya, her şeye hazırız. Güçlüyüz ve mutluyuz...

10 Şubat 2014 Pazartesi

Sevilesi Memleket

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 11:51 0 yorum
          Bir gezi yazısıyla daha birlikteyiz. Bu sefer nereye mi gidiyoruz? Anlamak çok kolay. Uçağımız daha alçalmaya başlarken uçaktaki insanların hepsi dünyayı uzaylı istilasından kurtaracak bir toplantıda kilit rol oynayacaklarmış gibi aceleyle el bagajlarını almaya çalışıyorlarsa ve pilotun, hosteslerin "lütfen yerlerimize oturalım" serzenişleri etkisiz kalıyorsa iki seçeneğiniz vardır: ya Trabzon'a gidiyorsunuzdur ya da Trabzon'dan dönüyorsunuzdur. Seçenekleri bayağı bir azalttığımıza göre geriye son bir test kaldı. Uçağın penceresinden bakıp da bir tarafta göz alabildiğince gri deniz ve aynı renkte gökyüzü, diğer tarafta da betondan arda kalan her yeri yeşil görüyorsanız memleketime hoşgeldiniz. "İnsan geldiği yeri unutur mu?" demeyin. Bir keresinde kısa bir süre içinde o kadar çok yolculuk yapmıştım ki uçakta uyandığımda "ben nereyim, burası kim?" sendromuna tutulmuştum. Yani sizin de başınıza gelebilir.
 
         Trabzon havalimanı denize sıfır, aslında başka bir milletin elinde olsa turizm cenneti yapılabilecek bir yerdir. Ama gelin görün ki biz milletce işin en kolayına kaçmayı kendimize prensip edindiğimiz için doldur denizi yap her şeyi sloganıyla yola çıktık. Zaten şimdi denize doğru dikkatli bakınca böyle karayı görür gibi oluyorum. Yakında Ukrayna ile kara sınırımız olursa hiç şaşırmayacağım. Elin Japonları ekolojik denge bozulmasın, denizi mahvetmeyelim diye düşünerek dağları düzleştirip, küçücük ülkelerine sığarken biz hay versin deniz dolduruyoruz. Bu aralar da deniz doldurup stadyum yapıyoruz. Artık maçları deniz manzaralı izleyeceğiz ne mutlu bize. (Ben biraz daha konuyu dallandırırsam bu uçak hiç inemeyecek sanırım.)
          Uçaktan adımınızı ilk attığınızda %60 ihtimal bir yağmur hoşgeldin der size. Hava yine%60 ihtimalle ne sıcak ne de soğuktur. Burnunuzdan giren ilk havada kış ayındaysak is kokusuyla karşılaşmanız ihtimal dahilindedir. Malum henüz doğalgaz pek yaygın değil buralarda. Ama ne olursa olsun Trabzon havasından solumak bir ayrıcalıktır. O gri deniz, yeşilin en güzel tonu... İnsan eliyle harabiyete uğratılmış olsa da dünya harikası bir yerdir. En azından benim için öyle.
          Artık havaalanından bir çıkalım, çok oyalandık. İlk durağımız meydan. Ok meydanı mı, Kızılay meydanı mı demeyin. Meydan işte. Çok merak ediyorsanız resmi adı Taksim ama bunu bilen insan sayısı o kadar azdır ki eğer birine "Taksime gitmek istiyorum" derseniz "İstanbul otobüsleri Değirmendere'deki terminalden kalkıyor." cevabını alırsınız. Meydana gitmek için havalanından anayola çıkıp geçen ilk dolmuşa binmeniz yeterlidir. Biraz eğlenmek, Trabzon'u yaşamak istiyorsanız size tavsiyem kulağınızdaki o kulaklığı çıkartmanız olacaktır. Konuşmaların basit Karadeniz dizilerinde yapılan saçma şiveden ne kadar farklı olduğunu, insanların kültürlerine ne kadar bağlı olduklarını bir dolmuş mesafesinde anlayabilirsiniz. Kimse kibar konuşmak için çabalamaz. Bunun günlük hayatta hiçbir faydası yoktur Trabzon'da. Hatta yanınızdaki teyze sizin yabancı olduğunuzu anlarsa sorguya çekebilir. Korkmayın ve dediklerini ilk seferde anlamaya çalışın. Biraz sor olsa da teyzeyi "anlamadım?" diyerek sinirlendirmek istemeyiz.
            Meydan'a geldik. Burada ne mi var? Meydan parkı ilk durak. Ankara'daki Güvenpark boyutlarında
ama itiraf etmeliyim daha güzel ortamı olan size göre sıradan, benim için anılarla dolu park. Meydan parkının içinden yürüyünce Uzun Sokağa çıkarsınız. Meydan birbirine paralel üç sokaktan oluşmuştur. En üstte Uzun Sokak, bir altı Maraş caddesi, en altta da Kunduracılar. Kunduracıları takip ederek Moloz'a sahile ulaşabilirsiniz. Buradan ilçelere giden dolmuşlar kalkar. Ama biz bugün merkezde kalacağız. Uzun Sokakta başlayan meydan turumuzda görmemiz gereken ilk şey Uzun Sokak apacileridir. Ankara'nın doğal bitki örütüsü nasıl travesti kartlarıysa, Trabzon'unki de bu apaciciklerdir. Bunları iyi gözlemleyin. O kadar şehir gezdim, gerek kıyafet, gerek davranış gerekse tarz bakımından bunlar gibisi dünya üzerinde yoktur. Adamlarda bir hava var sanki hepsi Nasa'da çalışıyor, uzayda yürüyorlar. Neyse.. Uzun'u boydan boya gittikten sonra köşedeki mavinin önünden iki seçeneğiniz vardır ya Maraş caddesine geçersiniz ya da amele dönüşü yapıp(klasik bir Trabzonlu gibi) uzunu bir daha yürüyebilirsiniz. Maraş caddesi uzun sokağa göre daha resmi bir yerdir. Araba trafiğine açıktır. Bol banka ve iş merkezi vardır. Burayı da boydan boya geçtikten sonra köşeden bir alt sokağa yani Kunduracılara geçeriz. Burada'da bol mağaza bulunmaktadır. Bu sokağı takiben aşağı sahile inilir. Aşağı sahilde Forum arabaları vardır. Forum sıradan bir AVM olmasına rağmen bizim için önemi büyüktür. Ama benim size tavsiyem sol tarafa doğru Faroz yönünde yürümenizdir. Deniz kıyısına yeni yapılan balıkçılardan bir balık ekmek yemeniz ve kayalıklarda oturmanızdır. Benim Trabzon'da en huzurlu olduğum yer burası. Zaten öyle bir ortamda insan ne kadar mutsuz olabilir ki? Tüm derdi sıkıntıyı unutun. Harika bir yerdesiniz.
 
          Yok ben balık ekmekle doymam bir Akçaabat köfte yiyeyim diyorsanız, sahilden atlayın bir Akçaabat arabasına. Nihat Usta, Şato, Cemil Usta, Saray favori mekanlardır. Herhangi birini seçebilirsiniz. Pişman olmayacağınıza eminim.
            Yemeği de yedik bir çay içelim artık değil mi? Gerisin geri merkeze dönüyoruz. Meydandan bir Boztepe dolmuşuna atlıyoruz. Hava kararmaya yakın. Çıkıyoruz Boztepe'ye. Bir açık hava cafede oturuyoruz. Bir semaver de çay. Yanımıza da bir arkadaş gelirse... Çekirdek de çitleyelim harika Trabzon manzarasında...
           Trabzon'da harika bir gün geçirdik değil mi? Ne kadar şikayet etsem de, 10 günden sonra kabak tadı verse de burası benim sevgili memleketim. Kafam atınca atlayıp geldiğim yer. Hiç bir denize değişilmez, derdi tasayı alıp giden Karadeniz... Öyle bir memleket ki benim ki ne olursa olsun "İyi ki Trabzonluyum" dedirtiyor. Mutlu günler:)
     

16 Ocak 2014 Perşembe

Yok Ya Ben Özlemedim

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:17 0 yorum
            İnsan dünya üzerinde adaptasyon yeteneği en güçlü olan canlıdır. Zaten adaptasyon zeka düzeyiyle paralellik gösteren bir kavramdır. Bazılarını hariç tutarsak insan da dünyadaki en zeki canlı olduğuna göre çok şaşırtıcı bir durum değil bu. Yani neye "alışamam, onsuz yapamam" diyorsanız garantiniz benden. Alışırsınız da yaparsınız da. Ama yazıya başlama amacım çok sevdiğim Can Yücelin "Bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne, o olmazsa yaşayamam demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki." dizelerini hatırlatmak değil elbette. Sadece insanın uyum yeteneği üzerine odaklanıyorum. Bu mantığa göre insan hangi duygusunu daha çok kullanırsa gittikçe o duygu üzerinde çıtası yükselir. Mesela hayatı sefillik içinde geçmiş bir insanı bir kebap mutlu ederken, hayatında neredeyse istediği her şeye ulaşmış bir insanı bırakın kebabı, kebap sarayı bile mutlu edemez. Buradan yola çıkarak şunu diyorum ki: hayatım boyunca o kadar çok şeyi özledim ki sanırım özlem duygumun çıtası tavan yaptı.
           Bir kere annemle babamın memleketlerinin farklı uçlarda olması doğuştan bir özlem kaynağıydı benim için. Antep'e giderdim bütün kuzenlerim, dayılarım, teyzelerim bir arada ne güzel. Trabzon'a giderdim yine aynı şey. Sonuçta yılın 8 ayı iki tarafı, 2 ayı bir tarafı kalan 2 ayı da diğer tarafı özleyerek büyüdüm. Sonra devlet baba sağolsun babamın tayini öyle bir yere çıktı ki okusan okunmaz, yaşasan yaşamaz. Mecburiyet 1 yıl da her haftasonu gelip giden babamı özledim. Üstüne sadece ilkokul hayatım boyunca 4 okul değiştirdiğimi de düşünürsek, her gittiğim yerde arkadaşlarımı, öğretmenimi özledim.Sonra "fen lisesi yatılı okunur" efsanesine fena ettim kendimi. 
         13 yaşımda, boyum daha bir buçuk metre vardı yoktu, 35-40 kiloyken ayrıldım evden. Minicik bir kız, şuanki halimle tahammül edemeyeceğime emin olduğum berbat bir lise hayatının içine düştü. İlk başlarda günde 5 sefer annemle babamla konuştuğumu, hatta bir ara eve gitmek için hasta numarası yaptığımı kabul ediyorum. Ama sonuçta ne oldu? Yine alıştım. Annemle babamın Ankara'yı çok sevmesinden midir bilinmez hep bir Ankara sevdam vardı. Kazandım geldim Ankara'nın bağına, büklüm büklüm yoluna. 
           Hazırlıktayken, her tatilde koşa koşa eve giden hatta gitmek içi tatilleri bile beklemeyen, ortalıkta "özledim" diyen insanlara tuhaf gözlerle bakmaya başladım. Benim çıtam o kadar yükselmişti ki onların bahsettiği duyguları 13 yaşımda yaşayıp bitirmiştim. Bu sefer de ben onlara tuhaf gelmeye başladım. "Nasıl yani tatilin ilk gününden eve gitmiyor musun?" şeklinde başlayan hayret ifadeleri... Annemle babamın da bu durumdan pek memnun olduğunu söyleyemeyeceğim. "İlk okul arkadaşın X iki haftada bir özledim diye evine geliyormuş" veya "Eee eve geleceksin heyecanlı değil misin?" sözlerinin altındaki ince sitemi anlıyordum ama elden ne gelir. 

          Şimdi sorun özledin mi diye. Evet özledim. Her şeyi özledim ve de özlüyorum. Londra'yı özledim, hazırlıktaki rahatlığımı özledim, Ruhsar'ı özledim, pokemonu özledim, "ben büyüyünce manken olacağım" diyen halimi özledim. Annemin kısırını, Samoyla pes atmayı, babamın bana portakal soymasını özledim. Lisedeki matematik öğretmenimi özledim, kuzenlerimle yazın yıldızlara bakarak terasta uyumayı özledim. Ama en çok da denizi özledim. Dalgaların sesini, o tuzlu kokuyu, siyah kumunu, mavisini... Ama artık bu duygu benim bir parçam oldu. Zamanın da o kadar çok özledim ki artık "özledim" desem kulağıma tuhaf geliyor, içim almıyor. O yüzden "yok ya özlemedim ben" ;) Mutlu günler :)
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea