3 Kasım 2018 Cumartesi

Çok Özle Beni

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:33 1 yorum
          Yazdan kalma bir günden, ya da çölde çay filminden... Şarkıyı yüz kez dinleyip de filmi izlemediğim için kendi kendimi hayret çöllerinde susuz bıraktığım bir günden merhabalar. Kış bastırmadan son balkon sefamı yapmak için, ki yedi yıldır bu evdeyim toplam yedi kez yapmamışımdır, aldım bilgisayarı ve kahvemi kuruldum kedimin parçaladığı balkon sandalyeme. Kahveyi de oldum olası sevmem ama balkonda blog yazmanın da bir adabı vardır. Kahve mecburidir. Burada oldum olasıdan kasıt da 13 yaşımdan beridir. Çünkü ilk kahvemi lisede içtim. Kahve olmazdı ki bizim evde. Siz doktor çocuğu olmak nedir bilir misiniz? Mesela bizim evde hiç patates kızartması, makarna pişmezdi. Bamyalar, ıspanaklar eşliğinde büyüdüm ben. Sonra gel 18inden sonra  hazır yemeğe alış. Midem aylarca travma yaşadı.
           Yine konuyla alakasız bir giriş yaptığıma göre klasik bir Hazan yazısıyla karşı karşıyayız demektir. Konuyu bilerek saptırmaya çalışıyorum galiba. Çünkü üzücü. En azından şu an için kabullenmek yerine görmezden gelmeyi tercih ettiğim bir mevzu... Ankara'dan ayrılacak olmam... Nasıl geçti habersiz o güzelim 8 yılım? Henüz 17 yaşımda, benim büyüklüğümdeki ayı arkadaşım Biga ile gelmiştim Ankara'ya. Sonra günler, aylar, yıllar, bir tıp fakültesi, milyonlarca farklı kurs, sayısız dostluklar geldi geçti. Ve işte veda zamanı. İşin ilginç yanı Ankara'yı bu kadar sevmeme rağmen tercih listemde bir tane bile Ankara olmamasıydı. Çünkü ben bazen sadece bir şeyi sevdiğin için ondan vazgeçmek zorunda olabileceğine inananlardanım. Bu şey bir insan da olabilir bir şehir de. Ankara benim için o kadar güzel ve özel ki, dört yıl daha burada kalacak olsam bir şey olur da nefret ederim, artık sevemem diye korktum. Hep güzel kalsın istedim. Belki de gelecekte bir gün geri dönmeye yüzüm olsun da istemişimdir, bilemiyorum... Bildiğim tek şey çok özleyecek olmam. Canım sıkıldığı anda kafamı milyonlarca espriyle dağıtabilecek güce sahip arkadaşlarımı, her hafta sonu bıkmadan gittiğimiz mekanlardaki danslarımızı, Kolej kavşağında erkeklere laf atan travestileri, Ankara'nın doğal bitki örtüsü sayılan alışveriş merkezlerini, seğmenlerde başka şehirden gelen arkadaşların asla anlam veremediği biçimde karşı taraftaki yokuşa bakarak çekirdek çitlemelerimizi, yedinci caddeyi boydan boya defalarca turlamalarımızı, gece vakti yenilen köfte ekmeklerin tadını... Sanırım tam bu noktada ağlayacağım.
          Yok vazgeçtim. Ağlamayacağım. Mutluluğun; zamanla, mekanla, yapılanlarla ilgisi olmadığını öğrenecek kadar çok şey yaşadım, çok insanla tanıştım. Bir insan hayattan ne ister? Veya mutlu olmak için gerekli şartlar nelerdir? İnsanların yüzde 99'unun bu soruya cevabı aynıdır.  Hayallerindeki mesleği yapmak, aşık olmak, aşık olduğu insanla evlenmek, çok para kazanmak, çocuk sahibi olmak, huzurlu bir şekilde yaşlanmak... Uzun zaman önce bir adamla tanıştım. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu işi yapan, tahmin ettiğinden bile çok para kazanmış, uzun süre peşinde koştuğu kadınla evli, insanların "hayırlı evlat" kategorisine koyduğu çocuklara sahip bir adam... Ama gelin görün ki mutsuzdu. O kadar mutsuzdu ki, mutsuzluğu zehirli bir gaz gibi etrafına yayıp insanları zehirliyordu. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, sadece nefes sayısını tüketerek ölmeyi bekleyen, şükür mevzusunu uzun zaman önce rafa kaldırmış bir insan... İşte ben, o adam benim de yaşam enerjimi çok kısa süre içinde sömürdüğü zaman anladım: mutluluk insanın içindedir. Asla sahip olduklarınla veya olamadıklarınla ölçeklendiremeyeceğin bir şeydir mutluluk. Yaşadığın acıyı bile hissedebildiğin için şükretmektir. En kötü anında bile "hele bir yarın olsun!" diyebilmektir.
             İşte ben de şu an tam olarak onu yapıyorum. Hele bir yarın olsun. Soruşturmam bitsin, Bursa'ya gideyim. Yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç... Belli mi olur bakarsınız Bursa'yı da Ankara kadar severim. Ama Bursa'da yerde travesti kartları yoksa o kadar sevemem. Belki bir tık altı. Ama severim, mutlu olurum. Tıpkı şu an olduğum gibi...

5 Ekim 2018 Cuma

Show must go on

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 02:57 0 yorum
              Uyuyamıyorum. “Ne var bunda?” diyerek gözlerini devirme. En iyi sen bilirsin mutsuz olduğumda unutmak için, mutlu olduğumda mutluluğum  uzun sürsün diye uyurum ben. Ve şimdi uyuyamıyorum. Bakma öyle dik dik yüzüme. Tamam itirafsa itiraf... Sorunlarımdan kaçmak, olmuşları kabullenmek ve olabilecekleri düşünmemek için kendime basit problemler yaratıp beynimin tüm hücrelerini bunları çözmek için kullanıyorum. Beni suçlarken dönüp bu noktaya hiçbir şey yokken gelmediğimi hatırlasan, bir faydası dokunabilir. Hayır tüm suçu kadere atacak kadar aciz değilim. Ne yani ilahi güçler benim geleceğimi yazarken “bunum dramı çok olsun, reytingler artar.” mı dediler? Herkes kadar bende de var. Ne azı ne çoğu... Herkes kadar işte... Ama kabul et ki uyarı ateşi açmadan roket attılar. Hazırlanacak zamanım olmadı. Ve şimdi yangına sırtımı dönüp su hayal edince yanmayacağımı düşünüyorum. Acınacak halde olduğumu itiraf edip seni mesut etme gibi bir planım yok. Toparlarım, toparlayacağım. “Ne zaman?” diyorsun değil mi? Bilmiyorum. “Tick tock goes the clock and what now shall we play?” Evet işte dram filmimize korku filmi sahnesi geldi, tam oldu. Ne de olsa hayat her şeyden biraz biraz muhabbeti değil mi gazı kaçmış kola tadındaki hislerimden aşırı zevk alan, ruhumun mazoşist kısmı? Şimdiden özür dilerim ama senin de kendi gözyaşlarıyla yarattıkları acı havuzunda hiç çırpınmadan boğulmayı bekleyen depresiflerden biri olmana izin vermeyeceğim. “Bana sökmez bu cesur yürek ayakları” bakışının altında, dediklerimin gerçek olduğunu bildiğini bilmesem şu dakika vazgeçerdim. Ama beni benden iyi kim tanıyabilir ki? O zaman ebedi arkadaşım; tüm acıları, sevinçleri, hüzünleri ve en önemlisi heyecanıyla “Show must go on”.

2 Eylül 2018 Pazar

Parlak Pembe Çiçekler

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:28 0 yorum
          Kaçmak; uzaklara, çok uzaklara, kimsenin tanımadığı hatta kimsenin olmadığı yerlere... Ne kadar klişe bir düşünceydi bu böyle. Oldu olacak evi, arabayı satıp karavan almayı da düşünseydi. Gittiği yerlerde günübirlik işler bulur benzin ve yemek parasını çıkartırdı. Ama üç dolap dolusu kıyafetini alacak bir karavan bulması zordu. Topuklu ayakkabıları ve maaşının büyük bölümünü yatırdığı çantalarının arasından seçim yapması da imkansızdı.
         Kapana kısılmışlık hissi nefes almasını yüksek eforlu bir iş haline getiriyordu. Aldığı her nefesi takiben tutmak zorunda olduğu gözyaşları... Artık sulugözlülük boyutunu aşmıştı bu durum. Her canı istediğinde ağlayamazdı. Asıl korktuğu şey ise; bir başlarsa, gözyaşlarının hiç durmayacağı hissiydi. Bu  duygunun geçici olduğunu bilmek bir parça rahatlattı onu. Ne de olsa dikkati 4 yaşındaki bir çocukla kıyaslanabilecek düzeydeydi. Komik bir video izleyecek, bir arkadaşını arayıp saçma sapan bir dedikoduya aşırı tepkilerle odaklanacak veya düşüncelerini arkasında bırakmak istercesine koşacaktı. Kendini avutmayı öğrenmek bir mecburiyetti. O kadar çok şeyi dert edip ölüm kalım meselesi haline getiriyordu ki... “Eh kendime haksızlık etmemeliyim.” diye düşündü. Yakın arkadaşlarından birisi ona “belaçeker” demişti.
         İçinde odaklayamadığı bir öfke vardı. Her şeye, herkese, hatta kendine bile. Huzur içinde uyanmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki! Her sabah yataktan “dün çok kötü bir şey olmuş da hatırlayamıyormuş” hissiyle kalkıyordu. Takibinde bütün günü de “kötü bir şey olacak” hissiyle geçiriyordu. Kimi zaman da bu hisler boşuna hissedilmemiş oluyordu.
          Son bir yılda ne kadar çok şey değişmişti. Sanki ilahi güçler “tamam bu kadarı sana yeter” deyip şans meleğini bir yerlere tatile göndermişlerdi. Ve o melek gittiği yerde çok mutluydu ve geri dönmeye hiç niyeti yoktu.
          En büyük korkusu yalnız kalmak olan o değil miydi? Hatta bu yüzden defalarca yanlış arkadaşlıkların, tek taraflı değer vermelerin içinde bulmuştu kendini. Şimdi ise yalnızlık adeta tek hayali haline gelmişti. İyi tarafından bakılınca en azından hayatındaki insan yükünün büyük bir bölümünü üstünden atmıştı. Oysa eskiden ne kadar çok severdi kalabalığı. “Eskiden”... Bu kelimeyi kullanım sıklığını düşününce kendini yaşlanmış hissetti. Belki de büyümüş... Bir yerlerde “insan zamanla değil yaşadıklarıyla büyür.” tarzı afilli bir söz duymuştu.
            Derin bir nefes aldı. Bir şeylerin iyi olacağını umup sonunda hayal kırıklıklarıyla boğuşmaktan nefret ettiği için “iyi olacak” demedi. Sürekli kötüyü düşünmek de daha kötüyü çağırmaktan başka bir işe yaramıyordu zaten. “Kötü olacak” da demedi. Olacaklara ve olmuş olanlara kulp bulmayı bırakıp olanlara odaklandı. Denizden esen rüzgar saçlarını okşuyordu. Güneş, yanmış olan teninden adeta içeri, daha derinlere bir yolculuktaydı. Yan tarafında futuristik bir ressamın tablosundan fırlamış gibi duran parlak pembe çiçeklerin kokusunu, akciğerlerini yıkamak, bu kokuyla doldurmak istercesine içine çekti. Yine gülümsedi. Hep gülümserdi. Dikkati dağılmıştı bile...

25 Haziran 2018 Pazartesi

Tarih Yazar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:58 1 yorum
        Tarih sever misiniz? Bakmayın fen matematikle üniversite sınavı kazandığıma. En sevdiğim dersler tarih ve edebiyattı. Hatta üniversite sınavında da eşitağırlıkta derece yapmıştım. Arkadaşlarıma özel tıp ve mühendislik fakültelerinden burs teklifi gelirken bana hukuktan geliyordu. Neyse konuyu dağıtmadan devam edeyim. Tarih o kadar ilginç bir bölüm ki okurken öğrenirken bazen hayret ediyorsun bazen “yok artık” diyorsun. Mesela Osmanlı’nın çöküş dönemini okurken içimden “‘bir padişah da bu koskoca imparatorluk neden geriye gidiyor, neden toprak kaybediyor?’ diye düşünmemiş mi? Hadi o düşünmedi halk neden susmuş?” diye düşünüyorum. Mesela ortaçağ Avrupası’nda “bu cadı yakalım, bu dinsiz asalım” diye insanları çatır çatır öldürürlerken diğer insanlar neden alkışlıyordu? Neden herkes bu durumdan memnundu veya memnunmuş gibi yapıyordu? Bir insanın yakılmasını izleyecek kadar vicdansızlar mıydı? diye soruyorum kendime.
          Tarih öyle bir şey ki siz yaşarken unutursunuz ama o satır satır yazar. Gelecek nesiller size “neden?” sorusunu sorsun diye “vicdansız” damgasını yapıştırsın diye yazar. Yahut tam tersi benim, bizim “ATAMIZ” olan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü yazdığı gibi gururla, onurla yazar. Ama yazar. Tarih asla affetmez.
           Acaba 200 yıl sonra bizim zamanımızı tarih nasıl yazacak? Bizden nasıl söz edecekler? Bugünki merak konumu sizinle paylaştığıma göre iyi uykular...

21 Haziran 2018 Perşembe

Sevin!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:16 0 yorum
Sevin arkadaşlarım, sevin. Korkmayın, sevin.
Bütün problemimiz sevgisizlik... Durmayın, sevin.
En yakınınızdan başlayın sevmeye. Kendinizden... Olduğunuz gibi sevin kendinizi. Gülüşünüzü, gözyaşlarınızı, mimiklerinizi, kilolarınızı hatta selülitlerinizi... Evet evet onları da sevin. Aynanın karşısına geçip kendinize “ne kadar çok sevdiğinizi” söyleyin. İçten içe değil. Yüksek sesle söyleyin. “Çok güzelim!” deyin. Güzellik gözde, kaşta değil. Güzellik içinizde. Ve bu güzelliği en net kendiniz görebilirsiniz. “Şuramda yağ var, buramda kıl var.” diyerek kendinizden nefret etmek yerine “ben her halimle güzelim” deyin. Kilolu, kilosuz, makyajlı veya makyajsız...
Sevin arkadaşlarım...
Kuşları sevin, çiçekleri sevin, kedileri sevin mesela. Bir sokak köpeğinin başını okşayın. İnanın sizin sevginizden başka bir şey istemiyor onlar. Başını okşayın ve gözlerine bakın. Sizin sevginize ne kadar muhtaç olduklarını göreceksiniz.
Sevin arkadaşlarım...
Birbirinizi sevin. “Hep ben!” demeden, bencillik yapmadan sevin. İnsanı insan olduğu için sevin. Kibar olmanız, yol vermeniz, asansördeki adama “günaydın!” demeniz için tanımanıza gerek yok. Dedim ya, insan olduğu için sevin.
“Canımı yaktılar, nasıl seveyim?” diyorsunuz değil mi?
Canınızı yakanın da başka birisi canını yaktı, başka birisi onu sevmedi. İşte bu kısır döngüyü kırmak için sevin. Siz de başka birisinin canını yakmayın. Bu sevgisizlik döngüsüne katkıda bulunmayın.
Sevin arkadaşlarım... Dünyayı sevgi kurtaracak...

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Sevgilisini Spora Getiren Kız

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:06 0 yorum
           Yaklaşık olarak bir yıldır aynı spor salonuna üyeyim. Üyeyim deyince klasik "kayıt yaptırdım, aklıma esince uğruyorum." anlaşılmasın. Haftanın 5 günü, günde 90 dakika spor yapıyorum. Kollarımın Temel Reis, bacaklarımın Roberto Carlos olması şeklinde kanıtlarım var. Aslında amacım sınava hazırlandığım şu dönemde masa başında yağ tulumuna dönmemekti ama gelin görün ki her şeyi abartma konusunda bir üstat olan ben sporu da abarttım. Bir yerden sonra insanlara sinirlenip sinirlenip tüm hırsımı ağırlıklara yöneltmeye başladım. Paratoner gibi tuhaf insan çektiğim düşünülürse çok da şaşırmamak lazım. 3 kilo fazla kaldır, saçma bir insanın kafasına vuruyormuş gibi...  5 dakika fazla koş, cahil cahil konuşan birini tepeliyormuş gibi... Derken sonuç, salondaki kaslı amcalarla yarışan bir Hazan...
           Bir paragraf boyunca nasıl hırsla, kendimi parçalayarak spor yaptığımı anlattığıma göre asıl konum olan saçı açık, yüzünde makyaj, elinde telefon, koşu bandında tin tin yürüyen kızlardan bahsedebilirim. Bu kızlarımızın en önemli ortak özellikleri spora sevgilileriyle gelmiş olmalarıdır. Sevgilisi ağırlık kaldırırken göz ucuyla çevreyi kontrol edip, adamın gözünün başka yerle kaymasını engellemek amacıyla podyumca yürürcesine spor salonunda boy gösterirler. Yanlış anlaşılma olmasın. Bu kızları kesinlikle eleştirmiyorum. Aksine takdir ediyorum. Kız seviyor, kıskanıyor ve sahipleniyor. Asıl amacı spor yapmak olmamasına rağmen kaç saatini o adam için orada harcıyor. Adamın setleri arasında gidip öpüp elektriğini alıyor. Bir nevi topraklama yapıyor. Kızların en bakımsız, en çirkin oldukları yerde o kan kırmızısı rujuyla süzülüyor. Adeta "bak benden güzelini bulamazsın!" diyor. Arada ayıp olmasın diye eline 2 kiloluk ağırlıklardan alıp bir iki hareket yapıyor. Sonra yine gidip sevgilisini öpüyor. Kız o makyajı yüzünde tutabilmek için çaba gösteriyor. Arada gidip aynaya bakıyor, rimeli akmış mı diye. Kız seviyor beyler, dağılın...
            Hayatta herkesin bir amacı olmalı. Kimisinin amacı çok para kazanmaktır, kimisinin çok popüler olmak... Kimisi benim gibi başarılı olmak uğruna saatlerini ders çalışarak harcar kimisi de birisini elde tumak uğruna spor yapmadığı spor salonunda... Yani bakınca amaç farklı olsa da hepimiz bir şekilde emek veriyoruz, zaman harcıyoruz. Ben senin yaptığını yaparak saatlerimi başkasına yatırım yaparak harcayamam makyajlı kız. Ama seni takdir ediyor ve çabanı destekliyorum. Umarım karşındaki adam da yaptığın fedakarlığın farkındadır...

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Medeni Durumsuz

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 02:17 0 yorum
          Bu yeni kimlikler diyorum, acaba çapkın erkekleri korumak için mi yapıldı? Neden medeni durum yazmıyor? Günümüz şartları ortada. Artık kimseye güven olmuyor. Sosyal medya Güzin Abla tarzı paylaşımda bulunan sayfalarla dolu. Klasik muhabbet: “İnternet üzerinden tanıştık. Muhabbet ilerleyince buluşmaya karar verdik. 2 yıl sevgili olduk. O kadar ilgili ve mükemmeldi ki... Sonra evli ve üç çocuklu olduğunu öğrendim. Dünyam başıma yıkıldı.” İnstagramdaki bu tarz paylaşım yapan sayfalara baksan, sanırsın on evli adamın dokuzu “bekarım” diyerek sevgili yapıyor. Hayır evli, çocuklu ve işi olan bir insan, günümüz şartlarınlaki standart bir ilişkiye ayıracak zamanı nasıl buluyor anlamış değilim. Biliyorsunuz ilişkiler artık Cem Yılmaz tabiriyle “neredesin aşkım?” “buradayım aşkım” boyutunda. “Sevgilim bir saat on üç dakikadır mesaj atmıyor. Umarım başına bir şey gelmiştir. Aksi takdirde ben başına kötü şeyler getireceğim!” diyen kızı da duydu bu kulaklarım. Yani bu çapkın mı dersiniz yoksa güzel küfürlerle mi hitap edersiniz bilemediğim evli adamlar Sihirli Annem dizisindeki Perihan periyle anlaşmış olacaklar ki zamanı geri alıp alıp iki kadına da ayıracak vakti bulabiliyorlar. Artık nüfus cüzdanında da medeni durum belirtilmediğine göre paranoyak  bir kıza denk gelip “kimliğini göster” deme durumunda, yakalanma ihtimali de ortadan kalkıyor. Ben insanların medeni durumları alınlarında yazsın, kimse kimseyi bu kadar büyük kandıramasın derken sayın devlet oldu mu bu yaptığın?
            Yine bir çapkın koruyucu yöntem olarak: rezidans.... Sevgili insanlar zaten kendi iç dünyamızda yalnızlaşmaya mahküm edildiğimiz bir devirdeyiz. Kimse kimseyi anlamıyor, anlama çabasında dahi bulunmuyor. Biz ise bu durumda kendimizi daha da yalnızlaştırmak adına yüksek yüksek binalar kurup, “komşuluk” denilen kavramın hiç olmadığı, asansörde karşılaşan insanların birbirine selam bile vermediği, 7/24 kamera ve güvenlikle izlenen rezidanlara maaşımızın yarısını yatırıyoruz. Gittikçe dünyamızı, yaşam alanımızı daha da küçültüyoruz. Artık “Tanrı misafiri” kavramı tarihe karıştı. Kimse kimseye çatkapı, misafir olarak bile  gidemiyor ki! Düşünün Türk dizi ve filmlerini... Kız sevgilisine sürpriz yapmak için gelir, kapıyı çalar ve kapıyı bir sarışın açar... Artık yok. Kız sevgilisine sürpriz yapmak için geliyor. Kapıdaki güvenlik adamı arıyor. “Bilmem kim hanım kapıda” diyor. Adam, kız bilmem kaç metrekarelik siteyi yürüyüp, bilmem kaçıncı kattaki eve çıkana kadar evdekini yolluyor. Kimse yakalanmıyor, herkes mutlu.
           Aslında günümüz şartlarında insanların istediği biraz da bu değil mi? Ben hiçbir şeyi sorgulamayayım. Üç maymunu oynayayım. Ve cehaletin en ratlı meyvesi olan mutluluğu kazanayım. Alan memnun, satan memnun. Diyorum ki acaba ben ne zaman ayak uyduracağım bu zamana? Taş devrine ışınla beni Scotty!
           

13 Nisan 2018 Cuma

Aldatmak

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 10:36 3 yorum
             "Bazı insanlar bahtsızdır. Rahmetli anneannem 'talahım(talihim) bok' derdi. Aynen o şekil. Zavallılar ne zaman mutlu olacaklarını düşünseler başlarına bir iş gelir." Evet bu daha önce size yazdığım "börek aşkı" (http://hazancitlak.blogspot.com.tr/2017/10/borek-ask.html) hikayesinin giriş kısmı. Yine aynı şekilde başlamak istedim yazıya. Çünkü o yazıda bahsettiğim bahtsız Bedevi arkadaşımı yine çölde kutup ayısı öpmüş. 
                Ben hikayeyi kişi ve zaman karışıklığı olmasın diye onun ağzından yazacağım. Yazmak için kendisinden izin aldım, sorun yok. "Yaz, yaz da insanlar hallerine şükretsinler" dedi.  Yazıda geçen mesajları da bizzat okudum ve öyle yazıyorum. Baştan uyarayım, bu seferki olay beni hiç güldürmedi. Kendi başına her gelene kahkahalarla "bunu da yaşadık be" diyen arkadaşım da bu sefer gülerek anlatmadı. Hazırsak başlıyorum...
                 "En son biliyorsunuz 3 aylık sevgilim ev arkadaşımın yaptığı börekleri yiyebilmek için benimle barışmış ve sonrasında sırra kadem basmıştı. O olayda kendimle dalga geçip bayağı bir gülmüş olsam da başıma daha önce gelenleri de hesaba katarak insanlara karşı derin bir güvensizliğin içine düştüm. Bu nedenle bir süre hayatıma birini almadım. Yeni arkadaş bile edinmedim. Hatta bir süre evde hapis hayatı yaşadığımı bile söyleyebilirim. Demek ki ben kötü insan çekiyordum. Bu yüzden insanlardan uzak durmalıydım. Ama baharın gelişiyle birlikte gevşeyen gönül yaylarım yakarışlarıma karşı kayıtsız kaldı. İçimdeki beni her bokun içine düşüren o ses "Daha ne kadar kaçacaksın?" dedi. Keşke "ömür boyu" deseydim ama diyemedim. Ve tahmin ettiğiniz üzere birisiyle tanıştım. Aslında çok öncelerden tanıştığım bir insandı kendisi. Sadece aynı ortamda bulunma fırsatımız olmamıştı. Kaderin ağları mı dersiniz, feleğin işleri mi bilinmez bir gün bir yerlerde yolumuz kesişti. Aramızda başlayan bir muhabbet sonrasında telefondan devam etti. Bu muhabbetin konusu önemli ama. Konu benim ne kadar kırılmış olduğum ve insanlardan neden bu kadar uzak durduğum üzerineydi. Günlerce devam etti bu muhabbet. Kendisi her insanın bir şekilde başkaları tarafından kırıldığını, bu yüzden karşımıza çıkacak iyi insanları cezalandırmamamız gerektiğini savunuyordu. Mantıken haklıydı. Ancak gel gör ki beni bu hale 'çok iyi insanlar' getirmişti. Muhabbet bir yerden sonra günlük hayata döndü. 'Nasılsın? İyi misin?" tarzında... Sonrasında yeniden buluştuk. Sonraki gün yine buluştuk. O kadar hızlı ilerliyordu ki bir şeyler, müdahale bile edemiyordum. Ben sütten ağzı yanan insan olarak çok temkinli yaklaşsam da o bodoslama gidiyordu. Ve benim de ona eşlik etmemi bekliyordu. Artık alelade benden hoşlandığını dile getirmişti. Bütün bu olaylar 15 gün içerisinde yaşanıyordu. Ben ne yapacağımı bilemez vaziyetteydim. Kalbim ona ayak uydurmak isterken beynim 'başına gelenleri unutma' diye fısıldayıp duruyordu. Yalnız şunu söylemeden geçmeyeyim. Hemen hemen her buluşmamızın konusu benim ne kadar kırılgan bir insan olduğum, beni bu hale getirenleri bulursa kazığa oturtmak istediği şeklindeydi. Tabi devamında "ben asla kırmam, üzmem"ler sıralanıyordu. Beni görmek için her gün neredeyse 1 saat yol çekmesi, beni ikna etmek için verdiği uğraş... Hepsi o kadar inandırıcıydı ki beynim günler içinde lal oldu. Artık tüm hakimiyet kalbimdeydi.
                 Resmen bir rüya yaşıyordum. Beraber o kadar çok eğleniyorduk ki! Her sabah kocaman bir gülümsemeyle uyanıyordum. Evet her şey harikaydı ve aslında içten içe bu harikalığın altından bir şey çıkacağını hissediyordum. Bunu engellemek için, sanki mümkünmüş gibi, ilk günden ona "Senden tek ricam var. Bana asla yalan söyleme" dedim. Verdiği tepki "sana neden yalan söyleyeyim ki?" şeklindeydi. "Mantıklı" dedim kendi kendime. "Bir palyaço neden yalan söylesin ki?"
        Sevgililiğimizin 3. gününde ilk kavgamızı yaptık. Konu benim duygularımı yeterince yansıtmamam üzerineydi. O beni çok seviyordu (Ne ara bu kadar sevdi? diye düşünmedim değil) ama ben ona karşı hep temkinliydim. Ona karşı vicdansız, egoist ve bencildim. O daha önce bana insanların yaşattığı kötü şeylerin bedelini ödemek istemiyordu. Sadece ona güvenemi istiyordu. Beni asla kırmaz ve üzmezdi. Biz çok uzun zaman beraber olacaktık. Beni asla bırakmayacaktı. Ne kadar klişe olduğunun farkındayım ama insan inanıyor veya inanmak istiyor işte. Özür diledim. Haklıydı. Börekleri alıp giden de daha önce kalbimi hiç acımadan çat diye kıran da o değildi sonuçta. 
             Henüz flört aşamasındayken bana iş nedeniyle Almanya'ya gideceğini söylemişti. Kiminle gideceğini, gideceği kişiyle arasının pek iyi olmadığını, muhabbet etmesi gerekirse onun köpeği olduğunu ve onun hakkında konuşacağını uzun uzun anlatmıştı. Sonrasında uçak saatlerini, nerden aktarma yapacaklarını, gideceği şehire ulaşmak için araba kiralayacaklarını ve çok gergin olduğunu söylemişti. Gidiş zamanı bizim birinci haftamızın sonuna denk geliyordu. Son gün vedalaşırken "hiç gitmek istemiyorum" demişti. Sonra havaalanına giderken aramıştı. İstanbul aktarmalı uçacaktı. 5 saati vardı havaalanında. Sonra gece 3'te Almanya'ya uçacaktı. En son İstanbuldayken "seni bu kadar çok severken güle güle gelebilirim ama güle güle gidemem" demişti. 
                İster iç ses deyin ister paranoya ister tecrübe... Bu kadar açıkça anlatmış olsa da planını bir şeyler beni rahatsız etti. Henüz o istanbuldayken açıp uçak saatlerine baktım. Bahsettiği şirketin dediği saatte uçuşu yoktu. Kendi kendime "saçmalama" diyerek uyudum. Sabah uyandığımda telefonumda mesaj vardı. 7.30'da vardığını ve arabayı beklediğini bir de beni çok çok çok sevdiğini yazmıştı. Geri cevap verdiğimde mesaj iletildi. Yarım saat sonra içime kurt düştüğü için yeniden mesaj attım ve yine iletildi. Verdiği cevap "benzin istasyonunda durduk" şeklindeydi. Ama benim içim içimi yemeye başlamıştı bir kere. Bahsettiği uçak firmasını aradım ve gece uçuşu olmadığını öğrendim. Yalan söylüyordu biliyordum ama içten içe yanlış anlamış olmayı diliyordum. Sonra bu bana mesaj attı. Gideceği yere varmıştı. Toplantıyı bekliyordu. Uçukta hiç uyuyamamıştı, çok yorgundu. Sabır konusunda hiç yetenekli olmadığım için anında sordum neden yalan söylediğini. Önce inkar etti. Şehir ve uçak firması isimlerini karıştırdığını söyledi. Ama dediği firmanın da gece uçuşu olmadığını internetten teyit edince hayattımın en korkunç mesajını okudum. 'Gece İstanbul'a geldim. Eski kız arkadaşımla kalıyorum. Biz elimizde olmayan nedenlerle ayrıldık ve şimdi o evleniyor ve evlenmeden önce benimle zaman geçirmek istedi. Bu senden önce ayarlanmış bir şeydi. Sonra sen çıktın karşıma. İptal edebilirdim ama etmedim. Çünkü ben de onunla zaman geçirmek istiyorum. Bunu sana anlatsam anlayamazdın. Bu kadar geniş değilsin. Ama burada üzüleceğin bir durum yok.' Sonrasında 20 kez aradım. İnanamıyordum. Bir insan bunu neden yapardı ki? 'Açabileceği pozisyonda değilmiş.' Artık bu cümleden ne anlarsanız... Kafamda sadece tek bir soru dönüyordu: neden? Ben onu sevmiştim. Bir haftada bir insan ne kadar çok sevilebilirse o kadar sevmiştim. Ben ona inanmıştım, güvenmiştim. Birinci haftadan aldatılmıştım. Hem de ilk muhabbetimizin benim ne kadar çok kırıldığımla ilgili olduğu insan tarafından. 
          Yıkıldım. Bu sefer ne gülebiliyorum ne de dalga geçebiliyorum. Hayatım iki bin bölümlük saçma günlük dizilere döndü. Başıma artık ne gelebilir ki dedikçe yenisi geliyor. İnsanlar nasıl bu kadar vicdansız olabiliyordu? Bana empati yoksunu olduğumu söyleyen insan bunu nasıl yapabiliyordu? Ya o kız... Evleniyormuş. İki gün sonra "canım kocişim" diye fotoğraf atmayacak mı? Acaba o nasıl bir yalan söyledi? Sanırım ömrümün sonuna kadar bütün perdelerimi çekip evimde herkesten uzakta yaşamam lazım. Ama ben, gelsin ve beni ikna etsin istiyorum. 'hayır öyle olmadı' desin. Nasıl bilmiyorum ama bir şekilde inandırsın beni. 'Uzaylılar kaçırdı, bizi ayırmaya çalışıyorlar' dese inanacak vaziyetteyim. Bazen keşke hiç bakmasaydım o uçak saatlerine, keşke aptal aşık olsaydım da bunu yaşamasaydım diye düşünüyorum. Eğer seçme şansım olsaydı, ben bu güvensizlikle hayatıma devam etmektense salak yerine konulmayı tercih edebilirdim." 
             Arkadaşımı yıllardır tanırım. Gerçekten bela çeken bir insandır. Ama o bunları her seferinde gülecek bir duruma çevirir. Tanıdığım en güçlü insan bile olabilir. Onun yaşadıklarını ben yaşasam depresyondan hiç çıkmazdım diye tahmin ediyorum. Ama bu sefer farklı. İlk kez bu kadar dağılmış gördüm onu. Yaptığı paranoyanın gerçek çıkması, adamın(?) eski sevgilisinin yanına giderken ve yanındayken arkadaşıma attığı aşk dolu mesajlar... Vay be dedim kendi kendime. Gerçekten bu kadar kötü olabiliyormuş demek ki insanlar. Bu dinlediğim olaydan beri ben bile kendime gelemiyorum, o ne yapsın? Bir daha nasıl güvensin? Nasıl sevsin? Sonra düşündüm kendi kendime.  Uçuş saatlerini kontrol etmek benim aklıma gelir miydi? Hiç sanmıyorum. İnanırdım ben. Çoğu kadın da benim gibi işte inanıyor, inanmak istiyor. Gerçekler bu kadar acıyken üç maymunu oynamak çok da mantıksız gelmiyor bana artık. 

9 Nisan 2018 Pazartesi

Sırça Heykel ve Küçük Kız (Sonunu Sonradan Öğrendim)

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:52 0 yorum
          Küçük sırça heykelini eline aldı ve yola çıktı. Ne yiyecek yemeği, ne kalacak yeri vardı. Sadece o ve sırça heykeli... Korkmayı bilmediği için cesur, ağlamayı bilmediği için güleryüzlüydü. Ayaklarını yere vura vura attı ilk adımlarını. Sağlam basacaktı bu dünyaya. Evi değil miydi burası? Benimsemeliydi. Yol uzundu. Yer yer dik kayalıklar, yer yer pis bataklıklar vardı. Var olduklarını biliyordu, hissediyordu. Ama bunlar gitmesine engel değildi. Her dağ tırmanılır, her deniz geçilirdi. Uğruna çabalamaktan gocunmayacağın bir amacın varsa gerisi önemli değildi. Onun da amacı belliydi: sırça heykeli doğru adama ulaştırmalıydı.
                 Yürüdü, haftalarca, aylarca yürüdü. Bir an bile gülümsemekten vazgeçmeden yürüdü. Karşısına çıkan hiçbir şey onu yolundan çeviremedi. En sonunda karşısına bir adam çıktı. O olmalıydı: sırça heykeli hep koruyacak olan kişi... Başka bir ihtimali düşünmedi bile. Hedefe yaklaşmanın heyecanıyla koşarak vardı adamın yanına. Hiçbir şey sormadan, söylemeden öylece uzattı kıymetlisini. Adam tereddütsüz aldı. Şöyle bir evirip çevirdi. Sonra kaldırıp attı. Bu kadar basitti. Küçük kız henüz heykelin atıldığı yere ulaşmadan adam çekip gitmişti bile. Ağlıyordu. Ağlamayı öğrenmişti. Yanaklarından akıp ağzına dolunca, gözyaşlarının tuzlu olduğunu fark etti. Sırça heykelini yavaşça eline aldı. Bir parçası kopmuş, parçalanmıştı. Çevredeki ağaçlardan sakız topladı. Gözyaşları hiç durmadan akarken o sırça heykeli eski haline getirmek için uğraştı, uğraştı... Olmuyordu, beceremiyordu. Bir türlü yapıştıramıyordu kopan parçayı yerine. Sonra bir ses duydu. Kafasını kaldırdığında bir adam onu izliyordu. Adam hiç konuşmadı. İzledi bir süre. Çok uzun bir süre... Küçük kız heykeli eski haline getirmek için çabalarken, o izledi. Günler, haftalar geçti aynı yerde. Kız uğraşıyor, adam başında bekliyordu. En sonunda kız heykeli adama uzattı. Belki de doğru kişi buydu. Önce tamir edecek, sonra onu koruyacaktı. Adam heykeli yıllardır bunu bekliyormuşcasına, tereddütsüz aldı. Küçük kızın çok uzun süredir yapamadığı şeyi bir anda yaptı. Evet belki ilk hali gibi değildi ama olmuştu. Kopmuş olan parça yapışmıştı. O anda küçük kız gözyaşlarının tadını unuttu. Gülüyordu. Mutluluğu kısa sürdü. Çünkü adamın heykeli korumak karşılığında istekleri bitmek bilmiyordu. Başlarda küçük kıza makul gelmişti bu istekler. Sırça heykel sağlamdı ve önemli olan buydu. Ama bir yerden sonra adam korkunç bir hal almıştı. Yerine getirilmeyen istekleri karşısında heykeli kırmakla ilgili tehditler savuruyordu. Küçük kız adamın gönlünü hoş etmek için didindi, çabaladı ve sonunda adam tehditlerinin boşa olmadığını kanıtlarcasına bir taş alıp sırça heykelin üstüne bıraktı. Şimdi heykel eskisinden de kötü bir haldeydi.
              Küçük kızın gözyaşları akamayacak hale gelene kadar aktı. Adamın istekleri karşısında o kadar yorulmuştu ki şimdi heykeli ne tamir edecek ne de başka birine götürebilecek gücü vardı. Çok uzun bir süre geçti. Arada insanlar gelip hiç kıpırdamadan kırılmış sırça heykelin başında yas tutan bu kıza yardım teklif ettiler. Ne kabul etti, ne reddetti. Küçük kız öylece bekledi. Ta ki bir gün ayağa kalkma cesareti gösterene kadar. İnsanlardan korkuyordu ama yardımlarına ihtiyacı vardı farkındaydı. Sırça heykeli parçalarıyla beraber eline aldı ve yürümeye başladı. Artık doğru yolda olup olmadığını bile bilmiyordu. Sadece yürüyordu. Kafası allak bullak olmuştu. İnsanların hangisi iyi hangisi kötüydü? Daha da önemlisi doğru kişiyi nerede bulacaktı? Yürüdü, yürüdü... Yolda gördüğü insanları sırça heykele hiç dokundurtmadı ama tamir edebileceği malzemeler ve bazen de tavsiyeler aldı. Hem yürüyor hem de yavaşça heykeli eski haline getirmeye uğraşıyordu. Ve bir süre sonra heykel tek parça haline gelmişti. İzleri vardı ama artık daha da kıymetliydi. Küçük kız pamuklara sararak taşıyordu artık heykeli.
             Oldukça uzun bir zaman yürüdü. Rotasını yeniden bulduğunu hissediyordu. Bir gün biraz soluklanmak için bir ağacın altında durdu. Oturdu ve onu fark etti. Bir adam vardı. Hem kocaman, hem küçücüktü. Hem gülüyor, hem ağlıyordu. Hem ayakta hem oturuyordu. Adam küçük kızın o kadar ilgisini çekmişti ki sırça heykeliyle birlikte yanına yaklaştı. Uzun zaman sonra ilk kez birinin sırça heykeline zarar vermesinden korkmuyordu. Acaba doğru kişi bu muydu? Bu sefer hemen teslim etmeyecekti heykeli. Önce dokunmasına izin verdi, sonra tutmasına, bir süre sonra da taşımasına. Günler, haftalar bu şekilde geçti. Küçük kız bir gün adama "o kişi sensin, heykel senin" demeye karar verdi. Bir heyecanla yanına gitti. Ama adam yoktu. Sırça heykeli orada öylece bırakıp yok olmuştu. Küçük kız adamın gidişine üzülse de heykele zarar vermediği için ona minnettardı. "Belki gelir" dedi kendi kendine. "Belki heykeli koruyacak güce sahip olunca gelir" ama adam gelmedi. Küçük kız artık beklemenin faydasız olduğunu anladı.
        Yeniden çıktı yola. "Ya zarar veriyorlar, ya bırakıp gidiyorlar" diye düşündü. Belli ki kendisi doğru kişiyi bulamayacaktı. Bir bilene danışması gerekiyordu. Ve o bu kişiyi nerede bulacağını biliyordu. Dağları, tepeleri aştı. Aksakallının evine ulaştı. Sırça heykel elinde içeri daldı. Aksakallı onu bekliyordu zaten. "Gel küçük kız, biraz dinlen. Biliyorum çok yorgunsun. Ama maalesef sorunun cevabı bende değil" dedi. "Dünya üzerinde kimse sana doğru kişi bulamaz, sen hariç. Ancak bir adam var şu dağın arkasında, cesaretiyle nam salmış. Belki odur, belki de değildir. Tüm söyleyebileceğim bu kadar."
          Küçük kız istediği cevabı alamasa da bu cesur adamı görmesi gerektiğini biliyordu. Sırça heykel elinde aksakallının gösterdiği dağı aştı. Bahsettiği adamı buldu. Buldu bulmasına ama bu adam hiç de öyle cesur birine benzemiyordu. Korkarak yanına doğru gitmeye başladı. Adam küçük kızı görür görmez ellerini uzattı. Küçük kız tereddüt etti. Heykelinin izlerine baktı önce sonra kendi yorgun düşmüş bedenine. "Daha fazla tek başıma taşıyamam" diye düşündü. Elleri titreye titreye uzattı heykeli. Adam heykeli ellerine değil yumuşacık kumaşların içine aldı. İlk lafı "çok değerli" oldu. Küçük kız bir parça rahatlamıştı. Adam her gün heykelin izlerini yok etmek için çabalıyordu. Küçük kız çok kısa bir süre içinde adama güvendi. Hem aksakallı söylemişti bu adamı. Mutlaka doğru insan bu olmalıydı. Olmak zorundaydı.
              Aradan biraz zaman geçti. Önce adam yumuşak kumaşları kaldırdı. Sonra sırça heykeli evirip çevirmeye başladı. Küçük kız biraz rahatsız olsa da "güvenmelisin" dedi kendi kendine. Biraz zaman daha geçti. Artık adam heykeli atıp tutmaya, ordan oraya sürüklemeye başlamıştı. Günler önce pamuklar içinde kabul eden o değildi sanki. Küçük kız müdahale etmek istedi. Ama o kadar bitkindi ki, kendini yanlış gördüğüne ikna etmeye çalıştı. Sonra bir gün, sıradan bir gün, hiçbir nedenin olmadığı bir gün, bir olayın yaşanmadığı, 4,5 milyar gün görmüş dünyanın en normal olduğu bir gün adam sırça heykeli aldı ve paramparça etti. Bir nedeni yoktu. Bir amacı yoktu. Bir daha yapışmasın diye tüm parçaları un ufak edinceye kadar yerden yere vurdu. Küçük kız "dur" demeye bile fırsat bulamamıştı. Adamın heykeli paramparça edişini coşkuyla kutlayan insanlar vardı etrafta. Küçük kız anlam veremiyordu. "Adam niye zarar vermişti?" "Herkes neden mutluydu?" İşte o an gülen insanların yüzünde saf kötülüğü gördü. Başkalarının mutsuzluğundan alınan korkunç zevki gördü. Dünya kötü bir yerdi. Neden bunu bu kadar geç anlamıştı ki? Heykelden geriye kalanların başına gitti. Ne gücü ne de gözyaşı kalmıştı. "Her şey bitti" dedi.  Artık ne bir amacı vardı, ne yaşama gücü. Böylesine kötülüklerle dolu bir yerde yaşamak istemiyordu zaten. Tuz buz heykelin yanına uzandı. Yağmur yağıyordu. Gözlerini kapattı. Yağmurun heykelin kalan parçalarını götürmesini diledi. Tam o anda yüzüne değen yağmur damlaları birden kesildi. Yavaşça gözlerini araladı. Birisi ona ve heykele şemsiye tutuyordu. Yüzünde kocaman gülümsemesi olan bir adam... "Yapışmaz belki ama yeniden yapabiliriz. Hem böylelikle izleri de silinmiş olur" dedi. Küçük kız inanmaz gözlerde adama bakıyordu. Adam tutması için kıza elini uzattı. Kızı kaldırdıktan sonra sırça heykelin parçalarını küçük bir kutuya koydu. Kutuyu kıza verdi. "Hadi" dedi.
              Hikayenin devamı yok. Daha doğrusu çeşitli rivayetler var. Bir rivayete göre kız kutusunu alıp, arkasını dönüp gidiyor. Heykelin parçalarını bir ağacın dibine gömüyor sonrasında küçük kızı ne bir gören ne bir duyan oluyor. Başka bir rivayete göre adama güvenen küçük kız hatasının farkına adam heykelin parçalarını bile yok ettikten sonra varıyor. Bir daha kimseye güvenmemeye yemin ederek insanlardan uzakta sırça heykelinin yasını tutarak yaşlanıp gidiyor. Son rivayete göre ise bu adam heykeli ilk halinden de daha güzel hale getirip doğru adam oluyor ve dünya döndükçe ne küçük kızın elini bırakıyor ne de heykeli...
           Bana sorarsanız tüm masallar mutlu sonla bitmeli, son rivayet doğrusu olmalı. Sırça heykeliyle küçük kız hep mutlu mesut yaşamalı. Ve ben de kocaman MUTLU SON yazabilmeliyim...


Güncelleme: Hikayenin sonunu öğrendim. Üç rivayet de doğru değilmiş. En son heykelin kalan parçalarının yanına uzanmış olan küçük kız bir daha hiç uyanmıyor. Gördüğü şemsiye tutan adamsa son rüyası oluyor. Sırça heykelin parçalarıyla birlikte rüzgara, yağmura, toprağa karışıyor. Bir daha hiç acı çekmiyor.
                                                                   SON
         
             

21 Mart 2018 Çarşamba

Çok Mutlu Çiftler

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:57 1 yorum
        Ne çiftler gördüm, içinde aşk yoktu; ne aşklar gördüm, ortada çift yoktu... Arkadaşlarım yeter yeter... Mutsuzluktan öldüğünüz ilişkilerinizle beni eziklemekten vazgeçin. “Ayy canım hala mı birisi yok? Üzülme!” Ayy canım, belki de sen şehirde el atmadık adam bırakmamışsındır. Ben o yüzden hala bekarımdır. Seninle alakası olmayan adamı bekliyorumdur mümkünmüş gibi. Ya da daha güzeli belki instagramda boy boy “aşk” içerikli fotoğraflar atıp aslında “aşkınızla” yan yana olduğunuz üç dakikada beş farklı meseleden kavga edip, hayatı birbirinize zindan haline getirdiğiniz ilişkileriniz midemi bulandırıyordur. Olamaz mı? Hayır “sevgilim” dediği adama bakıyorum. Iq düzeyi on on. Zaten on bir olsa durumu çakacak. Kız bulmuş kendini kakalayacak adam. “Dur şu pisliklerimi öğrenmeden evleneyim” hesabında ancak bu durumda bile gösteriş yapmaktan geri kalmıyor. Sevgilisiyle birlikte (birlikte önemli) katıldığı bir açılıştan çelenk alıp, kapının önünde sevgilisi ona çelenkle gelmiş gibi instagrama #aşk #bitanem yazan insan, gerçekten onu kıskanabileceğimi düşünüyor. On günde on beş farklı adamla konuşan kız gelmiş karşıma “seni kimse beğenmiyor mu?” diyor. Çünkü o bir eşya. Onu birileri beğenir. O da en yüksek miktarı verene (para, sevgi, gösteriş, mevki) gider. Şimdi ben bu düşünce tarzına nasıl anlatayım yalnız olmanın kötü bir şey olmadığını, insanın mutlu olması için illa birine ihtiyacı olmadığını? O hala beni ezikleme derdinde.
         Bir de bunu o kadar yıl üniversite okumuş, bir iş sahibi, bir mevki sahibi olmuş insanlar yapıyor ya iyice çıldırıyorum. Demek gerçekten “okumak cahilliği alır, eşeklik baki kalır” sözü doğruymuş. Kız beni arayıp üç saat telefonda “sevgilim bana küfretti, sevgilim bana onu dedi, bunu yaptı, bana tokat attı” diye ağlıyor. İki gün sonra bakıyorum instagramda yine boy boy fotoğraflar. Yahu güzel yavrum sana iki gün önce bunları yapan, üç gün sonra yapmayacak mı? Ama sen de haklısın. “Aman yenisi sanki farklı mı olacak?” Çünkü kimsenin olmaması senin için bir seçenek olamaz. İlla yanında seni koruyacak, kavanoz kapağını açacak, gerektiği zaman saçma sapan kıskançlıklarla seni kısıtlayacak birisi olması lazım. Sen asla yalnız bir birey olamazsın. Sonra arkadaşlarına neyle hava atacaksın değil mi? Aslında arkadaş kelimesi burada yanlış oldu. Gerçek arkadaşı olan insanlar yalnız kalmamak için veya gösteriş yapmak için bir sevgiliye ihtiyaç duymazlar. Ama bu bahsettiğimiz kızımızın “arkadaşlık” olayı da malesef sosyal medyada #best #friend #forever seviyesinden öteye gidemiyor.
         Kız gelmiş 25 yaşına. 1yılık sevgilisi var. Tripleri görsen sanki 24 boyunca yaşayan o değildi. Sevgilisi olduğu gün dünyaya geldi. “Her şeyim, hayatımın anlamı, onsuz yaşayamam...” Yalnız sevgili arkadaşım sen iki sene önce de başka bir adam için aynı şeyleri söylüyordun. Hani şu ayrıldığınız gün ortamlara akıp kendine yeni avlar bulmaya çalıştığın adamdan bahsediyorum. Hatırlamadın değil mi? O kadar çok yaşadın ki bunu. Şimdi “hangisiydi ya?” diyorsun işte.
         Sanıyorum ki kendi başıma mutlu olmayı becerebilen bir insan olduğum için ilişkilerinizde “çok mutlu” olduğunuza beni ikna ederseniz, kendinizi de ikna edebileceğinizi düşünüyorsunuz. Ya da “iyi veya kötü benim en azından var, onun hiç yok” diyerek kendinizi avutuyorsunuz. Nedeni nedir bilmiyorum ama harika ilişkilerinize en ufak hayranlık duymuyorum. Ben böyle iyiyim. Siz de seçiminizle iyi olun. Çok mümkün olmasa da..
Not: Yazılarıma “adsız” adıyla yorum yapan kişi, yorumlarını hoşuma gitmediği için silmiyorum. Aksine yazılarımdan hoşlanmadığını her yorumunda çeşitli şekillerde dile getirsen de her yazımı okuyor olman beni çok mutlu ediyor. Demek ki sevmeyene bile okutabiliyorum. Neden sildiğime gelirsek, klavye delikanlılığından hoşlanmıyorum. Adını yazmaya bile cesareti olmayan bir insana verebilecek bir cevabım yok malesef. Ama sen yine de okumaya devam et😌

5 Mart 2018 Pazartesi

Ucuz Komedi Filmi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 10:58 1 yorum
         Artık bu kadar kötü şans bana fazla. Kendimi ucuz bir komedinin içinde gibi hissediyorum. 6 aydır pişmiş tavuk gibiyim ve “bunda da vardır  hayır” veya “olmuşla ölmüşe çare yok” gibi klişe laflar artık beni teselli etmiyor.
          27 Haziran 2017... Hayatımın en mutlu günüydü. 7 yıllık üniversite hayatımı harika bir baloyla birirdim. Keşke sahne tam da o anda donup kalsaydı. Ama malesef devamı geldi...
          Dünyanın en güvenilmez, kaypak insanıyla tanışıp günler içinde sırtımı yasladım. Bu hatamın bedeli ağır oldu. “Müstehak bana” dedim. Belki ders alıp insanları kısa sürede tanımaktan veya tanıdığımı zannetmekten vazgeçerim. Bunu dememin üstünden çok geçmedi ki hayat bana hareket çeker gibi bi hamlede bulundu. Çok uzun süredir tanıdığım, evimde yıllarca yaşayan, cebimde yüz liram varsa ellisini çıkartıp gönül rahatlığıyla verdiğim insanın ne kadar lanet, iğrenç bir insan olduğunu çok zor bir anımda öğrendim. Kapısına gidip yardım istedim ama onun “sevgilisi” vardı. “Kendini kakalamak için bulduğu adam” da diyebiliriz tabi. O da ayrı mesele. Ona da eyvallah deyip hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Yine çok geçmedi gelip karşıma “hayatta ailemden sonra sen gelirsin” diyen insanın ve biraz önce bahsettiğim “sevgilili” kızın arkamdan çevirdikleri iğrenç işleri ve gözümün içine baka baka aylarca beni nasıl kandırdıklarını bir tesadüf eseri öğrendim. “Ne güzel öğrenip hayatından pislikleri temizlemişsin” tarzı çok söz duydum. Ama bana kalırsa keşke hiç öğrenmeseydim. Önemli olan onlar değildi çünkü. Onlarla birlikle insanlara olan güvenimi, hayata daima baktığım pembe gözlüklerimi de kaybettim. Hayatımda ilk kez gerçek anlamda “kötü insanların” varlığını kabul etmek zorunda kaldım. Günlerce kendime “aynaya nasıl bakıyorlar?” diye sordum. Sırf kötü olmak için insanların canını gözünü kırpmadan yakan insanlar... Kabullenmek günlerimi, aylarımı aldı. Bir şekilde bunu da sindirdim ama ben eski ben değildim.
           Kendimi ders çalışmaya verdim. Biran önce uzmanlık sınavını kazanıp bu kalbi kararmış insanlarla birlikte birçok anı biriktirdiğim şehirden gitmek istiyordum. Aylarca çalıştım. Uykumdan taviz verdim. Hayatımda kalan üç beş insanın davetlerini geri çevirdim. 25şubattaki sınavla birlikte şansım dönecekti. Karşıma iyi kalpli insanlar çıkacaktı. Ben yeniden mutlu yaşantıma dönecektim. Hayaller...
            25yıl 2ay 11günde kaç tane 1 dakika vardır? Ben hesapladım. 13.255.200 dakika... Yaşadığım milyonlarca dakikanın içinde sadece bir dakika. O bir dakika benim 6ayıma mal oldu. Sınava gireceğim okula doğru koşarken görevlinin gözümün önünde kapıyı kilitlemesi, o kapıyı tekmeleyip, yumruklayıp, avazım çıktığı kadar bağırmam... Hepsi bir dakikanın içinde oldu. Dedim ya basit bir komedi filmi gibi... Bir türlü uyanamadığım bir kabus da olabilir. Kolumu sıktım uyanmak için. Çok çalışmıştım, çok emek vermiştim. Sabah girdiğim bölüm çok iyi geçmişti. Böyle kabullenemezdim. Görevli polis çağırmakla tehdit edene kadar kapıyı tekmeleyip küfürler savurdum. On dakika sonra kuyruğumu kıstırıp eve döndüm. Kabullenemiyordum. Hala da kabullenemiyorum. O gün yağmur yağmasaydı, kırmızı ışık yanmasaydı, su alırken adam önüme geçmeseydi, sınav saatini yanlış görmeseydim... Yüz tane daha bahane yazabilirim. Oldu ama. Bir 6 ayım daha vardı artık. Ders çalışmak zorunda olduğum, işe başlayamadığım, insanlara “hayır” demek zorunda olduğum kısacası zaman aksa da hayatımı dondurduğum 6 koca ay. Kendimi geçtim, insanlara laf anlatıyorum bir haftadır. “Nasıl geç kaldın?” sorusunun ardından içimden savurduğum küfürleri duysalar belki “yaa çok üzüldüm, hayırlısı” demekten vazgeçerler. Yine de makyajımı yaptım, güzelce giyindim, aylardır görmediğim arkadaşlarımı görmeye gittim. “Ayy bir daha asla çalışamam” sözlerini yutup kahkahalar attım. Kimse düşünmedi “nereyi puanım tutarsa gideceğim, ders çalışmak korkunç” derken Hazan çalışmak zorunda diye.
           Bir kaç gün sonra diplomamı almaya gittim. O diplomayı sınavdan sonra güle oynaya almak için bu kadar bekletmiştim oysaki. Ama benim hayatım bu trajikomik hikayeydi. Arabama çarptılar. Duran arabaya gelip arkadan çarptılar. “Neyse” demek artık tik oldu bende. Yine bi neyseyle döndüm evime. Arkadaşlarımı uğurladım tek tek. “Kaç net yaptın?” “Nereyi yazacaksın?” soruları havada uçuştu. Onları seviyordum, onlar adına sevinmem gerekiyordu. Çok başarılı olamadım. Hepsinin gidişini, yeni hayatları için araştırmalar yapmasını boynum bükük izledim.
          Anne baba şevkati lazım dedim. Trabzona gitmeye karar verdim. Beni mutlu görsünler diye sabah kalktım, makyajımı yaptım, gözaltı morluklarımı kapattım, kırmızı rujumu sürdüm. Havaalanına geldim. Ama gel gör ki burada da işim rast gitmedi. Nasıl yaptım bilmiyorum, bileti Ankara’dan Trabzon’a alacağıma Trabzon’dan Ankara’ya almışım. Gidemedim. Aldığım biletin 7 katı fiyatına 2saat sonraya yeni bilet aldım. 25yaşında bir doktor olarak aileniz size sınırsız imkan sağlamış olsa da baba parası harcamak... Benim şu an eve hediyelerle gitmem gerekiyordu. 4yıllık üniversite bitiren yaşıtlarım iş bulmuş, evlenmiş, çocuk bile yapmıştı. Ben hala baba parası yiyordum. Ve bu durumdayken o bilete verdiğim her kuruş canımı yakıyordu.
          Şuan size bu yazıyı havaalanından yazıyorum. Şükür etmeyen, pesimistik bir insan gibi gözükmek istemem ama “acaba başka ne gelecek başıma?” diye düşünüyorum. Bir yandan da insanların yaptıklarını bu kadar sineye çekerek, ilahi güçlere bırakarak hata mı yapıyorum diyorum kendi kendime. Bu yazıda bahsettiğim veya yazıya dökmediğim kötü insanları neden ifşa etmiyorum ki? Elimde çok fazla fotoğraf, mesaj vs. varken neden ilahi adalete bırakıyorum her şeyi? Acizlik mi, kendimi temiz tutma isteği mi bilemiyorum. Bir bataklığa saplandım nereyi tutsam elimde kalıyor. Debelendikçe batıyorum. Kimin elini tutsam daha da dibe itiyor. Artık “hayırlısı buymuş” beni avutmuyor.
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea