19 Kasım 2015 Perşembe

Tıp Etiği

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:58 1 yorum
             Sonbahar sanılanın aksine o kadar da hüzünlü bir mevsim değil. Her ne kadar hazan ve hüzün aynı kökten gelse de yağmur yağmadığı sürece benim için sorun yok. Rengarenk ağaçlar ve yerlere serilmiş sarı yaprak örtüsü beni mutlu edebiliyor. Henüz eksili dereceleri görmememiz de mutluluğumu perçinleyen bir diğer neden oluyor. Tabi ki şunu da itiraf etmem gerekir ki dört haftadır Avrupa Birliğine uyum süreci içinde saçma sapan bir biçimde hayatımıza giren "seçmeli stajlar" dönemindeyim. Öldürmez süründürür cinsi nöroloji ve psikiyatri stajı sonrası, çölde su bulmuş gariban gibi ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Biz rahatlığa alışık çocuklar değiliz ki. O kadar sıkıntılı nöroloji  stajında bile toparlamaya çalıştığım dershane konuları aldı başını gitti. Ben son güneşli günlerin tadını çıkartma derdindeyim. Ya da son ertesi gün boş gecelerin...
            Seçmeli staj dedim de sanmayın öyle yok kemandı, yağlı boyaydı, kareteydi. Hayaller tabi ki bunlar ama hayatlar, yoğun bakım, tıp etiği, acil. Olsun kötünün iyisi olunca mutlu oluyor insan. Zaten hayatta beklentiye girmediğin zaman mutlu olabiliyorsun. Neyse bu başka bir konu. Benim sizinle paylaşmak istediğim kısım tıp etiği. Çoğu tıp fakültesinde belki anabilim dalı bile yoktur ama bizde ilk üç yıl zorunlu, sonrasında ise seçmeli staj olarak alınıyor. Amaç aslında mantıklı. Doktor olarak ilgileneceğimiz hastalarımızla aramızdaki ilişkiyi düzenliyor, hasta hakkında vereceğimiz kararlarda yol göstermeye çalışıyor, hasta hakları ve hayvan araştırmaları konusunda bilgiler veriyor. Ama bu işler her zaman öyle kolay yürümüyor.
             Bir aile var. Baba apartman görevlisi, anne ev hanımı. 5 yaşında ve 15 aylık iki çocuklarıyla çalıştıkları apartmanın en alt katında yaşıyorlar. Babanın evde olmadığı bir gün apartman sakinlerinden biri görevliyi çağırınca anne gitmek durumunda kalıyor. İki çocuğu da kısa bir süre için evde yalnız bırakıyor. Bu arada annenin yokluğunu fırsat bilen 5 yaşındaki çocuk elindeki poşeti sobaya yaklaştırıp uzaklaştırarak oyun oynamaya başlıyor. Poşet birden alev alınca da korkuyla elindeki yanan poşeti kardeşinin beşiğine atıyor. Anne eve geldiği anda duman kokusuyla karşılaşıyor. Durumu fark edince apar topar hastaneye getiriyor bebeği. 15 aylık çocuğun yüzünün ve iki kolunun tamamı yanmış vaziyette. Doktor hastanın hayatını kurtarmanın tek yolunun iki kolunu birden kesmek olduğunu söylüyor. Aile bunu reddediyor. Ölmesinin kolsuz yaşamasından daha iyi olduğunu söylüyor. Gerekçe olarak da büyük kardeşin kolsuz kardeşini gördükçe psikolojisinin bozulacağını, ve kolları olmayan bir çocuğa bakamayacak durumda olduklarını gösteriyorlar. Bu arada anne de 3 aylık hamile. Şimdi kendinizi bu tabloda kolları kesmeye karar veren doktor olarak hayal edin. Ne yapacaksınız? 15 aylık çocuk karar verme yetisine sahip olmadığı için aileyi dinlemek zorundasınız. Ama her çocuğun yaşama hakkı olduğunu ve belki de o çocuğun kolsuz da olsa yaşamak isteyeceğini düşünüyorsunuz. 6 yıl boyunca aldığınız tıp eğitimi üzerine bir çocuğu ölüme terk etmek vicdanınıza sığmıyor. Öte yandan aileyi onayları olmadan kolsuz bir çocuğa bakmak gibi bir yükümlülüğün altına sokamazsınız. Bu hikaye size çok ütopik görülebilir. Ancak üzülerek söylüyorum ki bu gerçek, yaşanmış bir olay. Doktorların hemen hemen her gün karşılaştığı acı durumlardan sadece bir örnek. İşte etik bu olayda yapılması gerekeni bulmaya çalışıyor. Ama bu sice mümkün mü? Doktorluk nerede başlayıp, nerede bitiyor? Yaşam ve ölümün ne kadarına karar verebiliriz? Ya da ailesi ölmesini istediği diye bir çocuğu ölüme terk etmeli miyiz?
           Benim vicdanımla aklım arasında çatışmaya yol açan başka bir durum da DNR olayı. DNR(do not resuscitation) yani kalp durduğu anda geri çevirme, kurtarmaya çalışma anlamına geliyor. Burada da terminal dönemde yani son evre bir kanser hastası var. Bütün tedavi yöntemleri denenmiş ama başarılı olmamış. Artık ölüm kaçınılmaz son. Hastaya ve yakınlarına bu durumda iki seçenek sunuluyor birincisi demin bahsettiğim DNR ikincisi ise mavi kod. Mavi kod verildiği anda tüm resusitasyon ekibi hastanın başına gelir ve hastanın kalbini yeniden çalıştırmaya, hastayı tekrar hayata döndürmeye çalışır. Hastamız bu seçenekler içinden DNR'yi tercih ediyor. Yine siz hastaların hayatını kurtarmak için yemin etmiş bir doktorsunuz. Yıllarca bunun eğitimini almışsınız. Hastanın kalbi bir anda duruyor. Hiçbir şey yapmadan, öylece hastanın ölmesini izlemek size mantıklı geliyor mu? Bir de olayın şu boyutu var. Bu tercih hastaya artık her şey kesinleşip, hasta son evreye girdiği zaman sunuluyor. Sizce o kadar acı içinde, aylardır kanserle savaş veren bir insan yaşam ve ölüme karar verebilecek yetide midir? Eğer hasta "ben ölünce canlandırmaya çalışmayın" kararı verebiliyorsa o zaman yaşarken de ölmeyi isteme hakkına sahip olmaz mı? Bu da bizi ötenazi tartışmasının içine sokar ki bildiğiniz üzere kimse işin içinden çıkamıyor.
          Biraz tatsız konular oldu farkındayım. Oysa sonbahar, mutluluk falan diye başlamıştım yazıma. Doktorluk sadece hastalığı iyileştirme olayı değildir. Vicdani yükümlülüğü hat safada olan, her an bir şeylerin ki bu şeyler ölümle yaşam kadar uç noktalarda olabiliyor, kararını vermek zorunda olduğumuz bir (meslek diyemeyeceğim) hayat tarzıdır. İnsan vicdanıyla mı aklıyla mı karar vermeli sorusuna hala bir cevap bulamadım. Bir gün bulursam tekrar bu konuya değineceğim. Hepinize mutlu hazan günleri:)


 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea