25 Aralık 2016 Pazar

Gelecekteki Sevgili Torunlarıma

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:32 0 yorum
        2016... Bitmene 6 gün kaldı. Hala bir uzaylı istilası, dünyaya yaklaşan bir meteor tehlikesi falan beklemiyor değilim senden. İlerde bu çirkin ve yaşlı dünyaya torun getirmeye karar verirsem (çocuk olayını es geçiyorum) sanırım en çok sen sorulacaksın bana. "Annaneeee(babanne de kabulüm) bize yapılamayan darbeyi anlatsanaaaa..." "Çocuğum inan ben yaşadım, benim kafamdan uçaklar geçti, bombalar atıldı, evim zangır zangır sallandı ama bir şey anlamadım. Size nasıl anlatayım?" diye cevap vereceğim. Yalan yok bizde. Hala anlamadım, anlamayacağım. Bundan 3 5 sene önce "hoca efendimiz, kıymetlimissss" dedikleri insan bir anda darbeci oldu. "Bizim yurtlarımız, bizim okullarımız" dedikleri yerler suç yuvası oldu. "Bizim adamlarımız" dedikleri de düşman... En komiği de biz yıllarca "sınavlarda sorular çalınıyor, torpil yapılıyor" derken bizi susturanlar bir anda ortaya çıkıp "eveeeet, 2012de lys'de şifre varmış, 2009da kpss'de sorular çalınmış" demediler mi göbeklerini kaşıya kaşıya? Ve kimse yadırgamadı. Gerçekten. Kimse "çalan siz değil miydiniz?" demedi. Hırsız bir anda ortaya atıldı ve hakimi oynadı. Oynamadı. Hakim oldu, avukat oldu, mahkeme oldu... Evet sevgili torunlarım biz bütün olanları koyun gibi izledik.
        Kayseri'de bomba patladı daha geçen gün...  Ankara kaç kez patladı sayamadım bile. Geçenlerde maç çıkışı İstanbul sallandı bomba sesiyle... 2016'da bol bol patladık. Patlayan sadece şehirler olmadı, vicdanımız da patladı. "30 kişi mi ölmüş? Allah rahmet eylesin" dedik. İki gün sonra unuttuk. Neden? Yenisi patladı çünkü. Kanıksadık.. Arkadaşlarım öldü. Arkadaşlarımın arkadaşları öldü... İlerde torunlarına 2016 anlatacak olan insanlar öldü... Evet sevgili torunlarım biz bütün olanları koyun gibi izledik.
         Suriye'de insanlık öldü. Gerçi insanlık 1900lü yılların başında ölmüştü bana kalırsa ya neyse.. Çocuk, genç dinlemediler. "Bizden değilsin" deyip öldürdüler. "Biz" neydik? kimse bulamadı. Herkes birbirini katletti. şehirler yıkıldı. Kimin eline ne geçti? Benim elime geçen sadece utanç oldu. Kırmızı ışıkta eksi onbir derecede arabamda kat kat montumla ısınmaya çalışırken, çıplak ayaklarıyla ellerinde bir bez, araba camı silen çocukları gördükçe utandım. Her köşe başında, hiç bilmediği bir ülkede, bilmediği dilden konuşan insanlar arasında mendil satan çocukları gördükçe utandım. Bir gece çocuk acilde nöbetçiyken, kanlar içinde gelen Suriyeli çocuğun gözüne bakarken utandım. Öğrendiğim üç beş kelime arapçayla dikişlerini dikmeye, yaralarını pansuman etmeye çalışırken onun hiç ağlamamasından utandım. Ah be çocuk o kocaman gözlerinle neler gördün geçirdin altı yıllık küçücük ömründe? Ne yaşadın da bıraktın ağlamayı?  Evet sevgili torunlarım biz bütün olanları koyun gibi izledik.
          Utanıyorum diyorum ya. Geçer.. Eminim vicdanımızın, insanlığımızın öldüğü gibi utancımız da ölür bir gün ve biz daha da görmezden gelmeye başlarız. Bir gün sıra bize geldiğinde de koyun gibi değil kuzu kuzu gideriz kasabımızın yanına. Alışkınız ya yormayız hiç celladı da.
         Evet sevgili torunlarım, size güzel şeyler anlatamadım. Güzel günler göreceğiz, güneşli günler demek isterdim size Nazım'dan... Diyemedim. Bu kadar boşvermişlik içinde güzel günler istemeyi kendime hak görmedim. Belki sizin nesliniz daha "insan" olur da yıkarsınız bu düzensizliği. Belki beyni sadece organ olduğu için taşımazsınız da düşünmek için kullanırsınız. Kalbiniz sadece ruhsuz bedeninize kan pompalamak yerine bizim nesil gibi, vicdanınızı da besler.. Belli mi olur?
Not: Evet evet herkese mutlu, güzel, yeni yıllar. En çok da sana adını bilmediğim, acildeki Suriyeli çocuk. En güzel yıl senin olsun...

27 Kasım 2016 Pazar

Arabeskine Sağlık

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:52 0 yorum
            Arabesk sever misiniz? Bir müzik türü olarak yerine göre yırtınarak Müslüm Gürses söylemelerim, arkadaşlarlarla bağırarak Yıldız Tilbe'ye eşlik ederken alt komşunun çıldırmaları düşünülürse yalana lüzum yok. Ben seviyorum. Ama yaşam felsefesini arabesk haline getiren insanlar, insanlarımız. Onlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
           Herkesin çevresinde bu tip arkadaşları vardır; adamlar sürekli acı çeker. Sanki bütün dünya onları alt etmek için anlaşmıştır, herkes onlara bir kazık atar. Markette çikolata sana 1₺ ise ona 5₺dir. Yani öyle değildir de, onlar öyle davranır. Bi de bu yavrucaklar hep masumdur. Küçük Emrah'ı getir. O bile suçlu kalır bizimkilerin yanında. Yok böyle bir boynu büküklük. Gerçi davranışlar ne kadar boynu bükülmüş gibi de olsa, lafa gelince, delikanlılığın kitabını kafadan yazarlar o da ayrı mesele.
           Konuyu fazla dallandırmadan asıl anlatmak istediğim, bebi şoklar deresinde yıkayıp kurumaya bırakan, hala düşünüp düşünüp kahkaha attığım olaya geçiyim. Benim bir arkadaşım var. İsmi lazım değil. Şaka şaka ismi de kendi de çok değerli de isim verip ifşa etmiyim dedim, biz kendisine kısaca Yam diyelim. Sevgili yam bundan 2,5 ay kadar önce bir beyefendi ile düzeyli bir görüşmeye gitti. Bu düzeyli görüşmenin ardından beyefendi bizim Ysm'a ilanı aşk etti. Yam olayların yavaş ve ciddiyetle ilerlemesi koşuluyla beyefendiyle muhabbet aşamasına gelebileceklerini söyledi. Ama gelin görün ki bu aşk da günümüz ilişkilerinden bir adım öteye gidemedi. Beyefendi dedik öküz çıktı hesabı, bir ay boyunca ne bir dal çiçek ne en ufak jest. Bir dal çiçeği bıraktım, dal bile yok. İlişki "nerdesin aşkım?"  "Onlayım aşkım, bunlayım aşkımdan öteye gidemedi. Birinci ay kutlamalarına ulaşamadan muhabbet hüsranla sonuçlandı. Bir aylık ilişki yani dile kolay, Yam bir üzüldü bir üzüldü... Ertesi gün dans etmeye gitmişiz, alışverişe çıkmışız falan hepsi yalan. Ben Yam'ı teselli ediyodum. İnanmazsınız bütün maaşımı Yam'ın gözyaşı ve sümüklerini durdurmak için peçeteye yatırdım. Neyse yoğun bir teselli dönemiyle ayrılık sonrası bir ayı ardımızda bıraktık. Öküz bey hafızalardan silindi gitti. Yam'ın karşına başka bir bey çıktı. Bana kalsa bu da Öküz beyden farklı çıkmayacaktı ya neyse. Tam muhabbet başladı, öküz bey haber almış gibi mesaj attı. "Yaaaaammm nolur geri dön, sensiz yapamıyoooom. Evde çocuklar aç. Yam nolıuırrrr" diye. Bizim açık sözlü, dürüst Yam'ımız "olmaz" dedi. Öküz bey bu sefer sordu: "neden, başkası mı var?" Yam hiç düşünmeden "evet" dedi. O an Orhan Gencebay ağladı, Ferdi Tayfur bileklerini kesti. Öküz Bey "sana maddi manevi hakkımı helal etmiyorum" dedi. Yam gayriihtiyari sordu: "arabayı üstüme yaptın da haberim mi yok?" Cevap gelmedi tabi. Beklememiştik de zaten.
            Bu hazin(!) olayın üstünden 15 gin geçti. Yam grip oldu. Allahın sopası yok ya işte. Günlerce evden çıkamadı. Öküz beyle Yam'ın bir çok ortak arkadaşı vardı. Ortak arkadaşlar bizim Yam'ı gezmeye çıkardı. Grip kız yazıktır diyerekten. Şans bu ya tam bunlar gezerken ortak arkadaşı Öküz bey aradı. Konuşmayı aktarıyorum:
-Nerdesin?
+Yam'ı gezmeye çıkarttık. Sen nerdesin?
-İhanetin olmadığı bir yerdeyim. (Ve Ankara duman altı...)
Telefon meşgule düşer, Yam başını öne eğer. "Beni şu köşede indirin" der. "Burada ihanet yok" Türkiyenin dört bir yanından insanlar ağlama krizine girer, intihar vakaları bir gecede yüzde bin artar. Tüm Türkiye arabeske bağlar. Yani en azından öküz bey öyle sanıyor. Sosyyal medya paylaşımları tam olarak bu yönde. Biz hala ihanet sözcüğünün aslını bulamadık ama olsun. Biz güldük, sen de gül , arabeskine sağlık Öküz bey...

2 Kasım 2016 Çarşamba

Sensin Nöbet

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:43 1 yorum
           Size bu yazıyı 36 saatlik nöbetimin 13.saati civarlarında yazıyorum. Daha önümde upuzun bir gece bir gündüz ve de  29 tane bazıları minnoş, bazıları hiç çekilmez, binbir farklı hastalığı olan 29 tane hasta var.
           Dahiliye servis gerçekten bambaşka bir dünya. Benden önce arkadaşlarım yaptı, bazıları gerçek bazıları şehir efsanesi bir sürü hikaye dinledim ama anladığım tek şey yaşanmadan anlaşılamazmış.
            Her gün 6da uyanmak, 3 güne bir 36 saat nöbet tutmak, nöbetlerde zırt pırt uyanmak ve tam eve gideceğim diye sevinirken saat tam 16.55te hasta yatması... Bunlar olayın mekanik boyutu. Şu an eminim bir çoğunuz "ben yapamam" diyerek konuyu kapattı ama asıl yapılamayacak olan kısmı daha farklı. İnsanoğlu bukalemun misali. Hangi ortama koysan çat diye uyum sağlıyor. Hem de kendi bile fark etmeden. Eminim herkes her fiziksel koşula alışır. Ama olayın psikolojik boyutu... İşte orada benim de devreler yanıyor.
           Dahiliye servislerinde, en azından Hacettepe'de, bazı hastalar aylarca kalır serviste. Servis intörnleri değişir, asistanlar değişir, hemşireler değişir. onlar kalmaya devam eder. Bu hastalarla arada tarifi imkansız bir bağ oluşur. Mesela o 5 yıl boyunca bize öğretilen "Ahmet amca değil Ahmet bey" olayları sökmez burada. Ben şimdi Hanife teyzeye "Hanife hanım bugün nasılsınız? Size bugün endoskopi işlemi uygulamayı planlıyoruz. İzin veriyor musunuz?" desem döner arkasına bakar başka biri mi var diye. Burada olay "Hanife teyze sancı var mı?  Bugün karnına hortum salcaz. Yemek yeme ha!" şeklinde ilerler. Hanife teyzeye endoskopi randevusu alabilmek için telefonda saatlerimi harcadığımı bilmez o. Bilsin de istemeyiz zaten. Zaten üç gün önceden başlamıştır sormaya. "Hani hortumla bakacaktınız? Ne oldu bizim hortum işi?"
            Hadi diyelim posta saatinde gelip hastayı götürdü (imkansız ama) hadi diyelim işlem sorunsuz yapıldı(uzak ihtimal) ve sonuç raporu çıktı. Hanife teyze kanser. Nasıl söyleyeceksin? Her sabah "keklik, sarı kuzum hayırlı haberle gel. Ne zaman gidiyom köyüme?" diyen 70 yaşındaki teyzeye nasıl diyeyim kanser olduğunu, ameliyat olması gerektiğini?
           Seviyorum bu işi. O konuda netim ama başa dönsem seçer miyim? İşte orası muamma. Hacettepeye başladığım andan beri "cerrah olacağım, ben babamın kızıyım" şeklindeki düşüncelerim tersine dönüp koşmaya başlayalı çok oldu. Şuan"rahat bir bölüm olsun. Öleni sakatı olmasın. Nöbetler minumum, tatil yatış maksimum olsun. Çok parada da gözüm yok"düşüncesi hakim bana. İdealistliğe elveda, huzura, rahata merhaba...

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Size Bir Hikaye Anlattım Çocuklar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:59 3 yorum
         Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken uzak diyarlar bir kralın güzeller güzeli bir kızı varmış. Kral kızını o kadar çok severmiş ki bir dediğini iki etmez, mutlu olması için önüne dünyaları serermiş. Gel zaman git zaman prenses onsekiz yaşına gelmiş. Her şey güllük gülistanlık giderken ülkeye bir ejderha musallat olmuş. Kral en güçlü askerlerini göndermiş ejderhanın üstüne ama nafile. Ejderha günden güne ülkeyi yerle bir ediyormuş. Zavallı kral son çare olarak ejderhanın karşısına dikilmiş. "Tüm askerlerim öldü, silahlarım tükendi, ne istiyorsun al ve halkımı rahat bırak!" demiş. Ejderha gülmüş. Gülüşü yeri göğü inletmiş. "Benim senin neyine ihtiyacım olabilir ki!" demiş alev soluğuyla. "Ama" diye devam etmiş, duydum ki dillere destan bir kızın varmış. Sen kızını bana ver, ben insanlarının canını bağışlıyayım" demiş. Kral "yapamam" dediyse de "beni al kızımı bırak" dediyse de nafile, ejderha son sözünü söylemiş. Kral gözyaşları içinde vermiş ejderhaya kızını.
           Korkunç ejderha prensesi kalesinin en yüksek kulesine hapsetmiş. En güzel kıyafetleri getirmiş, en iyi yemeklerle beslemiş ama prenses her gün ağlamaya devam etmiş. Ejderha ve prensesin hikayesi dilden dile, diyardan diyara yayılmış. Ülkelerin en cesur gençleri prensesi kurtarmak ve onunla evlenmek için planlar yapmaya başlamış.
           İlk olarak komşu ülkenin prensi düşmüş yola. Beyaz atıyla,  altın kaplı kılıcıyla ve tüm kibiriyle gelmiş dayanmış ejderhanın kapısına. "Ey ejderha ya prensesi bana ver, ya da altın kılıcımın tadına bak!" diye bağırmış. Ancak ejderha kalesinden çıktığı anda beti benzi atmış. Altın kılıcı düşmüş, beyaz atı kaçmış. Ejderha arkasından gülerken koşarak, arkasına bile bakmadan ülkesine geri dönmüş. Diğer komşu ülkenin prensesiyle evlenmiş. Rivayete göre bu prenses de mendeburun biri çıkmış. Prens hala "ejderhayla savaşsaydım da yanıp ölseydim daha iyiydi" diye başını duvarlara vura vura ağlarmış.
            İkinci olarak uzak uzak diyarlardan, cesurluğuyla dünyaya adını duyuran, delikanlılık müessesesinin ilk kitabını yazan bir prens and içmiş prensesi kurtarmaya. Çıkmış yola. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Aylar boyu yolları tepmiş, bir an bile geri dönmeyi düşünmemiş. Yol boyu devlerle, cücelerle savaşmış. Her gün prensesin hayaliyle yaşamış. En sonunda varmış ejderhanın kalesine. Çekmiş kılıcını baltasını dikilmiş ejderhanın karşısına. Ejderha bir hamle yapmış, prens atlatmış. İkinci hamleyi yapmış, prens bunu da savmayı başarmış. Tam baltasıyla ejderhanın üstüne atlayacakken ejderha kuyruğyla bir vurmuş.. Denilene göre ses karşı ülkelerden bile duyulmuş. Prensin parçaları dahi bulunamamış.
           Bütün olanları penceresinden izleyen prenses her seferinde umutlanıp tekrar yıkılıyormuş. Acısından kapatıldığı kulede bütün gün Müslüum Gürses dinleyip, oyuncak ayılarına ağlıyormuş. Ejderhanın verdiği envai çeşit yemekten kuş kadar yiyip, "bana damardan rakı verin" diye bağırıyormuş. Zavallı prenses gittikçe anoreksik ve depresif bir hal almış. Psikiyatri konsültasyonunu hak ediyormuş da o dönemlerde tıp malesef bugünki şartlarda değilmiş.
            Her "kurtarılamadı" haberi prensesin ülkesinde büyük bir üzüntüyle karşılanıyormuş. Bir gün halkın içinden bir genç "ben bu kızı kurtarırım" demiş. "Nice prensler yollarda, ejderha karşısında telef oldu, etme, tutma" dediyseler de dinlememiş. Ne altın kılıcı, ne kocaman baltası varmış. Bir eline evdeki ekmek bıçağını almış, sırtına da baba yadigarı okunu yayını asmış. Düşmüş yollara. Yol boyu onu kararından döndürmek isteyen çok olmuş. Tıkamış kulaklarını. "Kaybedecek neyim var ki?" demiş kendi kendine ve dikilmiş ejderhanın karşısına. Ejderha önce küçümsemiş bunu. "Ekmek bıçağıyla ejderha mı öldürülür lan" demiş. Ama delikanlının ilk oku kalın derisini delince acıyla haykırmış. Günler boyu sürmüş savaşları. Başlarda prensesin hiç umudu yokmuş. Ama savaş sürdükçe içinde bir şeyler yeşermeye başlamış. "Umut prensesin ekmeği" demiş. Bazen penceresinden tezahürat bile etmiş adını bile bilmediği bu genç için.
          Günler süren çatışmalar sonucu ejderha yorulmaya başlamış. Yoruldukça güçten düşmüş. O güçten düştükçe genç zafere bir adım daha yaklaşmış. Sonra bir gün penceresinden kendisine tezahürat eden prensesi görmüş. Adeta dünya durmuş o an. Prenses o kadar güzelmiş ki. İpek elbiseleri içinde, altın rengi upuzun saçlarıyla... Genç büyülenmiş. Daha bir hevesle savaşmaya başlamış. Tam ejderhaya son darbeyi vuracakken durmuş. "Ben prensesi kurtarsam ne olacak ki? Benden prens olmaz, ondan halk olmaz. Ne ben ona altınlar verebilirim, ne o benim evimde yemek yapıp çocuk bakabilir. Burada ipekler içinde, yediği önünde yemediği arkasında. Yarın öbür gün babasının evini özler. Hem beni üzer hem kendi üzülür." diye düşünmüş. Atmış elinden bıçağını, dönmüş penceresinden hevesle bakan prensese "prenses git başımdan ben sana göre değilim. Ölümüm birden olacak seziyorum. Hem kötüyüm, karanlığım, biraz da çirkinim. Prenses git başımdan istemiyorum." demiş.
            Denilen o ki zavallı genç prensesin aşkıyla berduş olmuş. Bir daha köyüne de dönememiş. Dağda bayırda gezerken bir köylü kızına rastlamış. Evlenmiş, beş tane de çocuk yapmışlar. Ama ömrü boyunca bir yanıyla hep prensesi düşünüp pişman olmuş.
             Prensese gelince... Umudunu kaybedince ejderhanın kulesinde yaşamak daha bir çekilir hale gelmiş. Diğer ejderhaların kulelerine kapattığı prenseslerle tanışmış. Beraber altın gününde kısır yiyip, göbek atmaya başlamışlar. Ejderha yavru köpekler, kediler de almış. Sınırsız alışveriş yapmasına da izin veriyormuş. Yani keyfi yerindeymiş dıştan görüldüğü kadarıyla. İçinde ne yangınlar kopuyormuş da kimsenin haberi yokmuş. Arada bir onu kurtarmayan genci düşünüp okkalı küfürler savuruyormuş o kadar...
                                                                                                    -SON-

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Yarım

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:36 1 yorum
          Çok eskilerde hiç yarım kalmış yazım olmazdı. Tıpkı yarım kalmış işimin de olmadığı gibi. Kalbim de hiç kırılmamıştı. İncecik camdan bir heykel gibiydim. Sonra... Sonrası klasik aslında. Bir kere kırıldım yapıştırdım, iki kere, üç kere... Bir yerden sonra yapıştırmaya bile üşenir oldum. Üstünü kapattım, kimse göremedi. Benim canımın yandığıyla kaldı. İşte bu zamanlardan sonra tamamlanamayanlar oldu hayatımda. Duygular, işler, yazılar... Karıştırırken orayı burayı eski, olduça eski bir yazımı buldum. Ne zaman yazılmış belli değil. Hatırlamıyorum bile. Tek özelliği yarım olması. Tamamlamayı düşünmedim bile. Yamuk yumuk bir şey olacaktı. Onun yerine yarım haliyle paylaşmak istedim, tamamlanamayanların hatırına.
                    "Ömrün iki damla gözyaşım kadar. Onu da bir rakı bardağın içine akıtırım,  sabaha karşı kurulan bir masada... Yanlış anlama ne sana yazdıklarım ne de seninle ilgili olanlara. Hepsi kendime. Dedim ya iki damla gözyaşımsın sadece. Tıpkı senden öncekiler ve senden sonra olacak olanlar gibi.
          Sana sıfatlar yükledim, hiç hak etmediğin talep dahi etmediğin sıfatlar. .. Senin bir suçun yoktu, ne sana verdiğim değerde ne de bu değeri karşılayamamanda.  Sen yapman gerekeni yaptın.  Ben ise hak ettiğini yapamadım. Farklısın sandım.  Neye güvenerek bilmiyorum.  Senin sözlerine mi? Sanmam. Sözlerin tutulmayan şeyler olduğunu çok eskilerde öğrendim ben, kafamı duvarlara vururken. Yaratılıştan ötürü sanırım. Bir daha yapmamlara yapmayacağım eklemeyi çok seviyorum. Mesela bir daha beklentiye girmem demiştim tarih olmuş bir zamanda. Tutamadım yine kendimi. Eskisi kadar yükseğe uçamıyordum bu kırık kanatlarla.  Ne kadar tamir olmuş olsalar da kırıktılar sonuçta. Yine de senin için fazlaydı ya da fazlaymış anladım. Çok..."

Çölde Kutup Ayımı Kaybettim

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:19 0 yorum
         Bir pikniğe gidelim dedik, ağustosun ortasında sel oldu. İşte benim şansım deyip konuyu kapatmak en kolayı ama bende işler biraz ters işliyor. Yani şöyle mesela okuldan örnek verirsek, tüm grubun rahat olduğu bir bölümde ben sabah 8 akşam 5 gitmek zorunda olduğum bir hocanın yanına denk geliyorum. Tabi ben isyaaaaaan moduna alıyorum kendimi. Sonra hoca 4 haftanın 3 haftasında izin kullanıyor. Yani Allah önce eşeğimi kaybettirip sonra bulduruyor. Bir nevi kıyemet bilme ve sevindirme yöntemi. Tabiki burası yazının giriş kısmı, gelişme konusunda bu kadar iyimser olamayacağım.
         Benim bu "sonradan dönen şansım" malesef özel hayatım için de geçerli. Geçenlerde bir yazı görmüştüm. "Kızlar hala yalnızsanız üzülmeyin Allah sizi bir ayıdan koruyor demektir." İşte demek istediğim tam olarak bu. Ayılarla tanışıp tanışıp sonra da iyiki yalnızım diye göbek atıyorum. Ama bu tanışıp ile sonra kelimelerinin cümlede yan yana durduklarına bakmayın. Arada bazen 1 saat bazen 1 yıl arası değişen bir zaman dilimi oluyor. E haliyle bol yıpranmalı, ağlamalı ve tabi ki "isyeeeeeeeaaaaaanlı" zamanlar... Bu dediklerimi lütfen "aşk" ilişkisi olarak algılamayın. Bahsettiğim şey bütün arkadaşlıklarımla alakalı. Kız erkek, kız kız, erkek erkek (abarttım).
          Bir insan hayal kırıklığına uğramaz, karşı tarafın onu hayal kırıklığına uğratmasına izin verir. İşte yazının anakonusu bu çocuklar. Tamam okumayın devamını. Okumayın, bu minnoş kalbimi bir de siz kırın. Abi ben nasıl bir insanım yahu? Nasıl bir bahtsız bedeviyim? Diğer bahtsızların karşına çölde kutup ayısı çıkar, yumuşak yumuşak sarılırlar. Bana kaktüs...
          Kime "ama o çok tatlış bir insaaaan" dediysem böyle ağzımı yaya yaya, kafama yediğim kürekle topladım ağzımı çok şükür. Hayal kırıklığına uğramak hobi olmuş bende. Her seferinde şaşırmayıp üzülmeyi nasıl başarıyorum orası muamma. Yetti, canıma tak etti. Tamam istemiyorum artık yeni arkadaşlar edinmek. Aldım dersimi. Ben bir elin parmaklarını geçmeyen eski arkadaşlarımla mutluyum ben. (Bu satırları okurken nasıl keyifliler şimdi)
           Şu son hayal kırıklığımı da yaşayayım bir dahası olmayacak. Şimdi kim benle atarlı şarkılar söyleyip, şarkı aralarında sövmek ister? Ama hepimiz benim dediğim kişiye sövceğiz. Tanımıyor musunuz? Şanslılar sizi...

19 Ağustos 2016 Cuma

Aynı Evrende Yaşamamalı Cellatlar ve Çocuklar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:57 0 yorum
         Düşünsene, annen yok, baban yok, kardeşin yok, bi enkazın içindesin... Düşünsene başına bombalar yağıyor uyuyorken, uyanıkken, oyun oynarken... Neden olduğu konusunda hiçbir fikrin yok. Henüz 5 yaşındasın. Bir gün o bombalardan biri evini yerle bir ediyor. Canın yanıyor. Niye olduğunu konusunda yine bir fikrin yok. Bir ambulansın içinde acını dindirmelerini bekliyorsun. Seni teselli edecek, elini tutacak kimse yok.
          Bir süre sonra kanayan yaran kabuk bağlayacak. Yani görünenler... Ya görünmeyenler? Yaşıtların okula giderken sen çöpleri karıştıracaksın bir parça yemek uğruna. Yaşıtların oyunlar oynarken sen belki de dilini bile bilmediğin bir ülkede mendil satmaya çalışacaksın. İtilip kakılacaksın. Sen bunları yaşadıkça hırçınlaşacaksın, öfkeleneceksin. Bu kadar adaletsiz bir dünyada yaşadığını bir türlü kabul edemeyeceksin. Sokaklarda büyüyeceksin. Belki yaşadıklarını unutmak, beyninde yıllardır susmayan bombaları susturmak için farklı yollara gideceksin. Tiner çekeceksin, ya da daha kötü şeyler. Hayatta kalabilmek için çalacaksın. Seni bir türlü anlamayan, sana tiksinerek bakan gözlere zarar vermek isteyeceksin. Kim bilir, belki vereceksin de...
          Şimdi söyle bana, sen bunları hak edecek ne yaptın küçüğüm?

15 Temmuz 2016 Cuma

İnsan Değilim, Ne Olduğumu Henüz Bulamadım

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:32 0 yorum
          Acilde sıradan bir günüm;
          Bir önceki gün ilkokul arkadaşımın düğününde nikah şahidiydim. Ama malesef saat 23.00de nöbetim başlayacağı için "şahitlik ediyor musunuz?" sorusuna "eveeeeet" (hayatımda ilk kez bir nikah masasında evet dedim dua edin ikinci de olsun) dedikten 10 dakika sonra aylardır görmediğim, yıllardır topluca muhabbet edemediğim arkadaşlarıma ışık hızında veda ederek çıktım düğün salonundan. Yoldayken topuzumu üç kişinin yardımıyla açtım. Eve gelip üstümü değiştirip, topuzdan bozma saçlarımı azıcık normalleştirip hastaneye gittim. Sabah 8 e kadar gelen saçma sapan insanlara açıklama yaptım. Laf olsun diye demiyorum. Gerçekten saçma. Örneğin saat sabahın beşinde bir amca geldi. Kaşınıyormuş. "Amca burası çocuk acil, sen dermatoloji polikinliğine gideceksin." dedik. "O nerede?" dedi. Emoş da(diğer zavallı intörn) tarif etmeye başladı. Ama amca dinlemeye zahmet etmeden "kalk da bi göster" dedi bağırırcasına. "Evet sevgili amca ben 6 yıl tıp fakültesini sana yol göstermek için okudum. Gece nöbetini sana yol göstermek için tuttum. Sırf bu yüzden açım, yorgunum, bayramda ailemin yanına bile gidemedim. Hepsi sana yol göstereyim diye." Bunları amcaya daha kısa bir şekilde söyledim tabi ki çenemi yormamak adına. Sonra "polikinlikten sıra alamadık biz de acile geldik" tufanı başladı.2 yıldır gelişme geriliği mi dersin, 15 yıllık böbrek yetmezliği mi ne ararsan... "Biz diğer hastanelere güvenemedik bir de Hacettepeye geldik" Peki ben acilde size ne yapacağım? "Bi rica etseniz de polikinlikten sıra verseler?" Yok bende sabır kalmadı. Kimisini konuşarak direteni bağırarak gönderdim. Bir ara bir boşluk oldu. Bir sedyenin üstüne kıvrıldım. Odadaki klimanın kumandası kayıp olduğu için ıslak it gibi titreye titreye bir saat kadar uyudum.
           Nöbeti devrettikten sonra yarı baygın düştüm eve. Anında çekyatta uyuyakaldım. Bir uyandım saat 2 ve benim boğazım yangın yeri. Kolumu kıpırdatmaya halim yok ağrı desen o biçim. Bir ağrı kesici alıp duşa girdim. Saat 4teki nöbetime ucu ucuna yetiştim. Yalnız burada bir şey dikkatinizi çekti mi? Hala yemek yediğimden bahsetmedim. Bir önceki gün ettiğim kahvaltı ve düğünde ağzıma attığım 2 kuru pastayla kaç saat geçirmiştim. Yine tuhaf tuhaf insanlara dert anlatmaya çalışırken, en acil olanın kendi çocuğu olduğunu düşünen anne babalarla tartışırken ve bir yandan da boğaz ağrımla mücadele ederken pilim bitti. Ertesi gün, yani yarın sabah 8'de nöbetim olduğunu düşünerek asistan abladan izin aldım ve saat 10 da çıktım hastaneden. Tabiri caizse sürünerek eve geldim.
            Eve geldim gelmesine de elimi çantaya bir attım, anahtar yok. 5 gündür aralıksız nöbet tutmaktan mı, hastalıktan mı bilinmez anahtarımı bırakıp çıkmışım. Apartman görevlisini buldum. "Çilingir 1 saate ancak gelir" demesiyle beraber başladım ağlamaya. Apartmanın önüne oturdum. Hönküre hönküre ağladım. Bir yandan kendime bir yandan insanlara söverken telefonum çaldı. Nöbet arkadaşım. "Hazan koş. Diğer asistan geldi seni sordu. Erken gittiyse hakkında işlem başlatacağını söyledi" Çantamı apartmanın önüne fırlattım bu sefer bağıra çağıra küfredip ağlayarak atladım bir taksiye. Nöbet saatimin bitmesine 14 dakika var. Gittim. Buldum asistanı. Ağlamaktan ve hastalıktan yüzüm gözüm şiş, sesim travesti "beni aramışsın" dedim. "Bir hasta hazırla" dedi. Sadece bu. " Sana ne oldu? Niye ağlıyorsun? Bir yerin mi ağırıyor?" yok. Çünkü ben insan değilim. Tırnak kiriyim, çişim, bakteriyim, yere atılmış sakızım. Aldım hastayı hazırladım. Sundum. Hastaya "senin yerin acil değil" dedi bana da "kapat kaydı, yazma bu hastayı" dedi. Sonra da "nöbetin bitti çıkabilirsin" dedi. Bu seferde takside zırıl zırıl ağlayarak geldim evime. Çilingir maymuncuğu deliğe sokup çevirmek için 40 lira paramı aldı. Oturdum biraz da evde ağladım. Sonra sustum. Duşumu aldım. Yarın sabah nöbeti için saat 6 'ya saatimi kurdum. Sonra da oturup bu yazıyı yazdım.
              Söyleyeceklerim bu kadar.

3 Temmuz 2016 Pazar

İğrençlik Abidesi: YeniAkit

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 22:54 0 yorum

Hacettepe Tıp’ta içkili havuz partisi

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Ramazan ayında skandal kutlama. 44 kişinin şehit edildiği Atatürk Havalimanı saldırısının gecesinde düzenlenen yılsonu mezuniyet töreninde yaşanmayan rezillik kalmazken, hocalar ve öğrenciler birlikte kadeh kaldırdı.

Devletine milletine düşman “çapulcu yetiştirmekle” övünen Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Ramazan ayında içkili havuz partisi düzenlendi. 
Tıp ve Fen Fakülteleri başta olmak üzere hükümet ve devlet karşıtı PKK, TKP, DHKP-C gibi yapılanmaların cirit attığı; mezuniyet törenlerinde öğretim üyelerinin “çapulcu yetiştirmekle” gurur duyduklarını ifade ettikleri üniversitede yaşananlar bunlarla da sınırlı değil. 
Yasadışı örgütlerin yuvası haline gelmiş olan tıp fakültesinde her yıl dine ve dindar kesime yönelik büyük saldırılar düzenleniyor.
           "Hepinizden tiksiniyorum." Bu yazıyı yazan, basan, dağıtan, satın alan... İlk okuduğumda inanamadım. Birisi dalga geçiyor veya şaka yapıyor zannettim. Ama ne yazık ki bu yazı "Yeni Akit" adıyla bilinen dindarlık çatısı altına sığınıp bağnazlıkta sınır tanımayan bir gazeteye ait. Okurken midemin bulandığı, bu kafadaki insanlara mesleğim gereği yardım ettiğim için kendimden utandığım "haberin" bir bölümünü sizinle paylaşıyorum. Nasıl bir terbiyesizliktir bu? Altı yıllık okulda sonrasında bir ömür hastanede verilen emeğin karşılığı bu mu? Arkadaşlarımızın sosyal medya hesaplarından çalınan fotoğraflarla kollarını sansürleyerek mı yapılıyor "haber" dediğiniz iğrençlik ötesi yazılar? O sansürlenen kollar gün gelecek o çirkin beynizin içindeki tümörü çıkartacak. Gün gelecek kararmış kalbinizin damarlarını tamir edecek. Gün gelecek bu yazıyı yazabilen parmaklarınızı yerine dikecek... Sinirlenmek değil artık bendeki. Çileden çıkmak.
         "Kız kısmı okumaz" diyen aynı iğrenç fikirli mahluklarla "bayan doktor muayene etsin karımı."  diyenler aynı kişiler değil mi? İnsan diyemiyorum. Yazılana haber diyemiyorum. "Hoca efendimiz" dedikleri insanların fuhuş görüntülerine "erkektir" diyen bir grup mevzu bahis. Sanırım ben düşünmelerini, düşünebilmelerini isterken bir beyinleri olduğunu, en azından savundukları "dinlerinin" gereği olarak iftiranın, gıybetin, insanı ifşa etmenin kötü bir şey hatta günah olduğunu düşünebileceklerini umuyorum. Ama yok... 
          Bu iğrenç yazının katıldığım bir noktası var. Çok da haksızlık etmek istemiyorum. "dindar kesime yönelik büyük saldırılar düzenleniyor." Doğru. Eğer YeniAkit gazetesi dindarsa ben büyük saldırı düzenlemek istiyorum. Eğer onların dini buysa benimki değil.
          İçimizdeki insanlık sevgisini  de insanlara yardım etme isteğimizi de öldürüyorsunuz ya, ne desem boş.

1 Temmuz 2016 Cuma

Acil Merkez, Patlıyor Herkes

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 18:06 0 yorum
          "Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm? Ben senin için hacettepe acilde gece nöbeti tutmayı göze almışım!" derse biri bana o sahneden çıkıp soluğu nikah dairesinde alabiliriz. Öküz gözü büyüklüğündeki pırlantadan, giyeceğim özel tasarım gelinlikten ve Maldivler'deki balayından feragat edebilirim. Yani en azından şuan için öyle düşünüyorum. Tabi ki bu 14 saat boyunca on dakika oturamadığım, tuvaletin kapısından üç kere döndüğüm (her seferinde "doktor Hazan hanım" anonsu eşliğinde), aldığım çayı ıcetea kıvamında olunca tek dikişte içebildiğim bir geceye bağlı olabilir.   

         Ben intörn olmadan önce, yani geçen hafta, kendi yazdıklarımı başka birinden duysaydım "abartmasan?" der bir de üstüne gözlerimi devirirdim. Ama siz kendi sağlığınız açısından bana böyle tepkiler vermeyin olur mu? Yani "menopoza girelim 10 yıl oldu" diyen 60 yaşındaki teyzeye "Gebelik şüpheniz var mı?" sorusunu sorup bir de üstüne cevap bekleyelim 12 saat olmadı henüz. Kafamın içinde kazı çalışması yapan bir grup var ancak bir türlü "beyin" denilen cevhere erişemiyorlar. Uykusuzluk, yorgunluk, açlık... (fakir edebiyatı değil amele edebiyatıdır bu yaptığım)          
           Tamam kabul intörnlük zor, gece nöbeti zor, sürekli bir şeyleri öğrenmeye çalışmak da zor ama insanlar... Ah o insanlar, insanlarımız... Dün sabaha karşı 3.30 sularında "daha bir hafta önce idrar tahlili yaptırdım. Niye bir daha yaptırıyormuşum?" diye atar yapan "çişi kıymeti" amcamıza bunun onun için yapıldığını sinir katsayılarım artarak açıklamaya çalışırken yeniden anons edildim. Kara bahtımdan mı kör talihimden midir bilinmez, "iş yok mu ya? çok sıkıldım" diyen üç beş arkadaş olmasına rağmen sıradaki hasta sevip de kavuşamayanlara değil Hazan'a rastgeldi. İdrar kabını hastanın eline tutuşturup, delici bakışlarımla tuvalete yolladıktan sonra yeni hastamı karşıladım. Bir yandan da  beynimin son kırıntılarıyla "şu hastanın kanını alacağım, öbürünün serumunu kontrol edeceğim, diğeri tomografiye gidecek" planları yaparken... Hastam 27 yaşında hoş bir bayan. "Şikayetiniz nedir?" dedim "kabus görüyorum" dedi. Bilmiyorum beynimi başka işlere harcadığım için midir, uykusuzluktan mıdır bir süre aval aval baktım yüzüne. Sonrasında yanlış anladığımı düşünerek sorumu tekrarlasam da cevap stabil kalmaya devam etti. Bir önceki nöbetimde kendini "dünya barış elçisi" zannedip, cumhurbaşkanıyla randevusuna geç kalan hastayı da, "kardeşim bana bavulla zehirli örümcek gönderiyor. O yüzden buraya sığındım" diyen hastayı da gayet anlayışla karşılamış olan ben söz konusu "kabus" olunca şaşkınlığımı gizleyemedim.
              "Kabus abla"yı üç evetle uğurladıktan sonra yine "dayan beynim" diyeceğim bir hastayla karşı karşıya geldim. Yalnız şunu tekrar vurgulamak isterim. Bu hastalar günün normal bir saatinde gelmiyorlar. Saat sabah 5 civarı yeni hastamızın şikayeti "öksürüyorum" Tamam, güzel, öksürmek bir sağlık problemi de güzel ablacığım üç aydır olan öksürüğün sahurda bir güzel yemeğini yiyip, çayını içince mi aklına geldi? Yarın altın gününde "ayyy  biz de dün acillik olduk!" demek için mi yapıyorsun? Abla açık konuş amacın ne? FBI ajanı mısın? Acile oğlun için kız bakmaya mı geldin? "bu saatte en paçoz haliyle güzel olanı alır yarına da düğünü yaparız" diye mi düşünüyorsun?
           Güleyim mi ağlayayım mı yoksa ikisini aynı anda yapıp acillik mi olayım bilemediğim bir günden hepinize kucak dolusu serumlar, kataterler, enjektörler... En iyisi ben yarınki nöbetime kadar aralıksız uyuyayım...

20 Haziran 2016 Pazartesi

Sahil Kasabası

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:04 1 yorum
              Adı Ali olan ve hiç susmayan bir horozumuz var. Adının neden Ali olduğu konusunda annemle derin münakaşalara girdiysem de bir sonuç alamadım. "Ali işte" diyerek kestirip attı. Okulumun açılmasına son beş gün kala zamanımın çoğunun Ali, altı tavuk (inanın hepsinin çok şeker çok sevimli isimleri var ama beynimde yer işgal etmelerine izin vermiyorum), dört civciv ve bir de Pörtlek ile geçiriyorum. Pörtlek annemin engin isim koyma kabiliyetinden nasibini almış olan yeni köpeğimiz. Çok sevdiğim Paşa üç ay önce zatüreden öldükten sonra annem Pörtlek'i çöpleri karıştırırken bulmuş. Görgü tanıklarından edindiğim bilgiye göre çöpleri karıştırmasına rağmen bir şey yiyemeyecek kadar küçük ve de hastaymış. Şu an en büyük zevkinin göbeğini kaldırabildiği ölçüde iki patisinin üstünde zıplamak ve babamın sebzelerinin üstünde yatıp yuvarlanmak olduğu göze alınınca bayağı bir gelişme kaydetmiş.
             Yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemem. Tavuklar, köpekler, çiçekler... Köyde yaşamıyorum. Aksine ilçe merkezinin tam ortasında evimiz. Hani şu herkesin emekli olunca yerleşmek istediği domates yetiştirip, hayvan besleyeceği, deniz kıyısındaki o sessiz kasaba var ya işte tam da oradayım. Tamam o mükemmel hayale azıcık yağmur ekleyin yani şöyle bazı aylar üç günde bir bazı aylar her gün olanından işte tamam alın size benim şehrim. Pardon benim yılda bir bilemedin iki hafta gelebildiğim şehrim.
            Yazının başında cümle arasında belirttiğim, eminim sizin hiç dikkate almadığınız benimse dikkate almak istememe rağmen aklımdan çıkmayan bir gerçek var. Okulum açılıyor. Bir aylık upuzun bir tatilin ardından bir yıllık kesintisiz intörlük maceram artı Tus mücadelem... Evet evet sakinim. Şuan terastan Ali'nin çilli tavuğa kur yapmasını izleyip derin nefesler alıyorum. Gözümü kapatıp kendimi bir hafta önce biten, hayatımın en güzel tatili olan Malta'da hayal ediyorum. Üç gün önce Hacettepede bir intörn arkadaşımızın kan aldığı hastadan yediği dayağı da düşünmüyorum. Ezberlemem gereken 15 tane koca kitap... Hayır hayır anı yaşamak en güzeli. Anı yaşamak ve yaptıklarınla mutlu olmak...

29 Mayıs 2016 Pazar

Canım Bavulum

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:47 0 yorum
          Bavullar değişik varlıklardır. İnsana her türlü duyguyu yaşatabilirler. Aslında evin en görünmeyen köşesinde, hiç kullanılmayan dolap diplerinde bekleyen bir eşyanın insanı bu kadar hissiyata sürüklemesi pek mantıklı gelmese de bir gerçektir.
          Mesela bavulu hazırlamaya ilk karar verdiğiniz andaki o boş görüntüsü bezginlik ve üşengeçliği hat safaya ulaştırır. Kiyafet dolabını açıp göbeğinizi kaşıya kaşıya "eee ne götüreceğim ki?" dediğiniz an "kombin dünyası" denilen uzak evrene yolculuğunuz başlar. (Kahrolsun kapitalist sistem) Bir süre gerçek hayattan kopuk, "bu etekle şu tişört, ayy yok ayakkabım olmadı! Siyah sandaletleri mi de alayım o zaman. O da kırmızı çantama uyuyor ama çiçekli elbisemle olmaz ki!" (sadeleştirilmiştir) düşünceleriyle bütün dolabınızı dökersiniz. İşte kararsızlığın benliğinizi ele geçirdiği ilk nokta da burasıdır. İkinci kararsızlık dalgası daha ağır gelir. Adeta insanı yamultur geçer. O kadar ince eleyip sık dokuyarak, eleklerden süzgeçlerden geçirek seçtiğiniz eşyalarınız bavula sığmayınca "şimdi  hangisini götürmeyeceğim?" sorusu kısa süreli bir depresyon sürecine neden olabilir. O an "seçmek diğerlerinden  vazgeçmektir" sözü üzerinden derin felsefeler yapabilecek durumdasınızdır. İğne oyası gibi ince ince hazırladığınız bavulu defalarca boşaltıp, her seferinde içinden ancak bir gömleği, incecik bir tişörtü ya çıkartabilirsiniz ya da çıkartamazsınız. Sonunda üstüne oturarak, tabiri caizse üstünde tepinerek kapattığınız bavula şöyle bir bakıp gururlanırsınız.
           Bu dakikadan sonra hüzün ve sevinç gitgelleri başlar. Zaten bavullar doğaları gereği hüzünlü varlıklardır. Ancak gitmenin insanda oluşturduğu heyecan ve sevinç de yadsınamaz bir gerçektir. Eğer gidilen yer de bir tatilse "değmeyin keyfimee..." Derken tabiki bu duygularda sürekliliğini koruyamaz. Yola çıkılan andan itibaren her saniyede "eşek ölüsü" ağırlığındaki bavul kol kaslarınıza göz yaşları döktürür. Bu süreçte "ben bu bavula ne koydum?" diyerek içsel bir çatışmaya girersiniz. Kendinize çok yüklenmeyin ama. Yarısını hiç giymeyecek veya kullanmayacağınıza garanti versem de eminim hepsi gerekli şeylerdir.
              Bu aşama da tamamlandıktan sonra son evreye geçilir. Stres, korku ve rahatlama. "Kesin yük sınırını aştım, havaalanında bavulu açmam gerekecek. Kilo başı ne kadardır ki? Aman veririm parasını. Yok yok elime alırım ne olacak? Off nasıl taşıyacağım ki elimde..." O bavulu görevliye teslim edip biletinizi alana kadar süren yoğun stres ve korku bavulunuz diğerlerinin yanına giderken yerini bir rahatlama ve huzura bırakır. Geriye sadece "yolda bavulum kaybolur mu acaba?" düşüncesiyle ufaktan bir merak kalır. Sakin olun! Her şey güzel olacak. Olmazsa da bavulunuza sarılıp ağlarsınız, iyi gelir. İyi tatiller...:)

12 Mayıs 2016 Perşembe

Nefret Ettiğim Sözler Listesi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:39 4 yorum
1. -ecektim ama: Başına istediğiniz fiili getirebilirsiniz. Türkçede adı "gelecek zamanın hikayesi" olan bu sözcük grubu reel hayatta da aynı anlamda kullanılır. Gelecektim ama yolda uzaylılar tarafından kaçırıldım, yapacaktım ama evin altındaki yanardağ patladı, söyleyecektim ama dilimin kemiği kırılınca dilimi alçıya aldılar... Yani ben yapmadım. Şimdi de sana hikaye uyduruyorum ve olay geçmiş zamanda olduğu için sen her dediğime inanmak zorundasın.

2. Haklısın: Özellikle fırtınalı bir tartışma sonrasında karşı tarafı susturmak amacıyla söylenir. Anlamı: "ben yapacağımı yaptım, diyeceğimi dedim, bir güzel rahatladım. Haklı olduğunu düşün ve sus." Ee tamam haklıyım da ne oldu? Elime ne geçti? Madem ben haklıydım neden benimle tartıştın? Neden ben "haklı" olduğum halde bunları yaşadım? Kafanda deli sorular kalırsın öylece. "Haklıymışım" der çekilirsin köşeye. Haklılık mutluluk getirmiyor ama...

3. Dikkat et!: Kafamda canlanan şey paranoid kişilik bozukluğu. Şüpheci ve güvensiz... "Herkes kötü(günümüz dünyasında haklılık payı yok değil), herkes beni mahvetmeye uğraşıyor. Dikkatli olmalıyım, daha dikkatli, daha..." Hatta bu dikkat et'e obsesif kompulsif bozukluğu da ekleyebiliriz. "Elim mikrop oldu yıkayayım da hasta olmayayım" Hastalıklara da dikkat etmek lazım.
       Malum Türkiye şartları, her an bir bomba patlayabilir dikkat et. Mesela çelik yeleksiz ve kasksız asla dışarı çıkma. Hatta belli mi olur delinin teki saplayıverir bıçağı. Dikkat et! En iyisi özel çelikten kıyafet giymek. Eve hırsız girebilir dikkat etmek lazım. Evden çıkmayalım mesela. Ya hırsız beni öldürürse? 2 de koruma tutayım da çelik pijamalarımla rahatça uyuyayım.

4. Zamanla Geçer: Hııı evet her şeyin ilacı zaman. Sanki bilmiyorum ben bunu. Belli ki benim canım şimdi yanıyor, belli ki şimdi üzülüyorum. Doğal olarak da şimdi geçsin istiyorum. Sen "zamanla" deyince ne üzüntüm geçiyor, ne de zaman hızlanıyor. Aksine sinirleniyorum. "Hangi zaman, kaç zaman?" 3 saniye de zaman, 3 yıl da... Ayrıca gerçek şu ki zamanla hiç bir şey geçmiyor. Belki azalıyor, belki hafifliyor ama yaşanılanları kaydeden zihinler ölmedikçe "zamanla hiçbir şey geçmiyor".

5. Asla: Bu kadar kesin kelimeler kullanan insanlara üstlerinde yaşadıkları dünyanın bile yuvarlak olduğunu hatırlatmak istiyorum.
          "Asla yemem" 10 gün aç kal bakayım o asla dediğin şeyi öpüp başına koymuyor musun?
          "Asla affetmem" sen hiç hata yapmadın değil mi? Mükemmelsin. Dünya üzerindeki bütün dinlerde "tövbe etmek" inancı varken, yani yaratıcı bile affederken, sen o kadar önemli bir zatsın ki affetmiyorsun. Bravo...
          "Asla yapmam" hadi itiraf et. İçin gidiyor değil mi? Söz konusu olan mesele her neyse içten içe kendini yiyorsun. Ama bir yandan mahalle baskısı, öte yandan kendini içine hapsettiğin yüksek duvarların izin vermiyorlar. Sen yapamadığın ve "asla"ların arkasına saklandığın için de yapanları yerden yere vurmayı kendine hak görüyorsun. Bizi inandırdın da ya kendini nasıl kandıracaksın?
            "Asla vazgeçmem" diyen bütün insanlar vazgeçti desem faydası olmaz değil mi? Çünkü sen farklısın. Sen özelsin. En çok sen seviyorsun ve sevdiğinden asla vazgeçmezsin. O olmazsa da yaşayamazsın hatta. Ah bu insanoğlunun kendini yüceltmesi ve beylik lafları... Küçük bir sır: insan sadece kendi olmadan yaşayamaz. Ne yapalım, yaradışılımız bencil.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Falcı Bacı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:49 0 yorum
           Bir insan geleceğini neden merak eder ki? Zaten yaşayıp görmeyecek miyiz? Ama olsun. Bir gidelim falcıya. Herkesin tahmin edebileceği şeyleri falcı söyleyince daha bir inandırıcı oluyor. Ya da dünyanın parasını bu işe verince inanmak mecburi oluyor. Ya tutmazsa? "Olsun sonuçta o da insan yanılabilir" oluyor. Yani işin özü kulp uydurmakta üstümüze yok. Bu kadar eleştirdim ama şimdi size kendi yaptığımı anlatınca aslında bunun bir özeleştiri olduğunu anlayacaksınız.
           Geçen hafta benim Afgan kankalardan birisi "Afganistan'dan bir matematik profesörü geldi bir konferans için. Adam çok tuhaf. Sayılarla kafayı bozmuş. Geleceğini söylüyor hesap yaparak." dedi. Tabiki doğal bir Türk kızı bu durumda ne derse ben de onu dedim. "Gidelim gidelim noluuuuur!" Sonraki gün de diğer Afgan arkadaşlarımdan adam hakkında duyduğum abartılı övgüler ve ne kadar yüce bir insan olduğuyla ilgili duyumlarımdan sonra iki lafımın biri "fal" olmaya başladı. İki üç gün arkadaşlarımın beyni ve kafalarının etleriyle beslendikten sonra adamdan bir randevu alabildik. Sevgili çatlak profesörümüz o gün Mevlana ziyaretine gitmiş. Saat 11'de Ankara'ya dönecekmiş. Ne yapalım, merak uğruna bekleyeceğiz dedik. Zaten başıma ne geliyorsa merakımdan geliyor ya neyse. Saat 11 gibi gara gittik adamı karşılamaya. Tam girmek üzereyiz, bir telefon: Beyefendi trenden inmiş, kimseyi göremeyince taksiyle oteline gitmiş. Döndük oteline gittik. Resepsiyonda beklerken bir yandan da arkadaşlarımın yoğun uyarılarıyla beklentilerimi arttırdıkça arttırdım. "Aman karşısında gülme, aman saygıda kusur etme..." Ben bayağı bayağı önemli bir adam beklemeye başladım. Tam o sırada 50li yaşlarda lacose tişörtlü, saçları kırlaşmış, göbekli bir amca yaklaştı yanımıza. Bir heyecan kalktım ayağa el sıkıştım. Yüzüme bir ciddiyet ifadesi oturttum derken arkadaşlarımdan biri bıyık altından "bu değil" demez mi? Neyse dedim geri oturdum. Bir kaç dakika sonra bir elinde kocaman bir poşet bir elinde kocaman bir çanta, benim boylarımda, yüzü 60 70 yaşlarında ama saçları kaşları kömür karası (eminim boya değildir, sayılarla oynayarak siyah kalmalarını sağlamıştır), gözlerinin biri toprağa bakan birisi Allah'a yalvaran bir tip geldi. (Yanlış anlaşılma olmasın. Kimseyle dalga geçmek değil niyetim. Sadece gecenin bir yarısı karşılaştığım manzarayı daha iyi anlamanızı istiyorum.) Adama elimi uzattım. Sonuçta medeniyet görmüştür diye ama malesef... Adam selamını aldım tarzı bir hareket yaparak karşımıza oturdu.  
           Karşımda yukarıda tasvir ettiğim tarzda bir insan var ve masadaki ben hariç 5 kişi adama hayran hayran bakarken gülmemek için yanaklarımı ısırmaktan bir hal olduğumu tahmin edersiniz. Daha öncesinde adama profesör dedikleri için "eşek değil ya koca profesör İngilizce biliyordur herhade." diye düşünmüştüm. Bilmiyormuş. Sağlık olsun. Neyse bizim karakaş çuval kıvamındaki poşetini açarak içinden 2x2 boyutlarında bir bez çıkarttı.Üstünde sudoku tarzı kareler. Üst tarafında Türk bayrağı ve Atatürk köşelerde, Ortada kocaman Bir Tayyip resmi.. Resmin altında da "Türkiye Cumhuriyeti'nin 2055 yılına kadar matematik felsefesi yönünden bir bakış" yazıyor. Bu cümleyi Türkçeye çeviren adam kör olmuş anlaşılan. Neyse başladı anlatmaya. O farsça konuşuyor, Arkadaşlarımdan biri de benim için Türkçe'ye çeviriyor. Adam o kadar çok konuştu ki o sırada. Benim üç tercüman bile yetişemedi. Ama aradan seçtiğim cümleler: "Yüce Tayyip Türkiye'yi kurtaracak. 2025 yılında kişi başı milli gelir 50 bin dolar olacak." Benim için bu iki cümle yetti zaten. "Sana doyum olmaz amca, bak Hacettepe psikiyatri buradan gözüküyor. Bir görün bence." demek gelse de içimden arkadaşlarıma ayıp olmasın diye surat ifademi ve postürümü korumaya devam ettim.
             Ulu profumuz kalem kağıt istedi. Başladı çizmeye. İç içe daireler, kareler,.. Saçma sapan sayılar.. Benim ne okuduğumu sordu. Tıp olduğunu öğrenince bir mutlu oldu. İnsan vücudunda kaç hücre var dedi. Nereden bilebilirim? Sonra bir yumurtanın bir spermi dölleme ihtimalini sordu. "Hacı doktorum ben. Bunlar değil benim işim" diyordum ki tam birden karakaş celallendi. Elindeki kalemi kağıdı fırlattı attı. Sonra cebinden pasaportunu çıkartıp fırlattı. Ben hariç herkesin kafası eğik. Ben donup kaldım. İçimden "eğer bu atar banaysa o üç tek saçını ben yolarım" diye geçirirken, kalktı yerinden. Koşarak dışarı çıktı. Dışarıda bir yağmur... Kıyamet kopuyor. Neyse bu gitti. Meğer masadaki diğer iki adama sinirlenmiş. Bu konuşurken dinlemediler diye. Adamlar gitti yanına, gelmedi. Sonra benim kız arkadaşlarımdan biri gitti. Baktık iki dakika sonra yağmurdan sırılsıklam döndü. Oturdu. Kaldığı yerden başladı anlatmaya derken birden bir ağlama krizi... Bütün bunlar olurken kıpırdamadan oturmaya devam ettim. Resmen transa geçtim. Bir anda sustu. Yazıp çizmelerine devam etti. Saçma sapan sayılar.. Yok tansiyon 120/80 yok günde 178 litre kan süzülür. Kuran-ı Kerim'de şu kadar ayet var bunu hadis sayısına bölünce şu sayı çıkıyor. Ben hariç herkes "vay be" modunda.. Karakaş yeniden kendi yüceliği karşında gözyaşlarına boğuldu. Gecenin bir körü sıcak yatağımda olmak varken ne yapıyorum ben diye  kendime içten içe söverken adam hiç susmadan konuşmaya devam etti.
            Türkiye'nin geleceği, insan vucüdunun şifreleri konularından sonra sıra bana geldi. Doğum tarihimi yazdı çizdi, topladı çıkarttı. Kolumdaki çantayı 3 yıl 3 ay 5 gün önce aldığımı söyledi. Ben de gönül rahatlığıyla "şekerim yeni sezon bu, maaşımın yarısını gömdüm 4 ay önce" dedim. Yok ben fabrikadan çıkışını söylüyorum dedi. Farsçam olsaydı yeni sezonun ne demek olduğunu anlatacaktım ama olmadı. Sonrasında adam salladı. Salladıkça tutturamadı. Tutturamadıkça ben bozdum. Ben bozdukça o kıvırdı. Benim söylediğimi bana 5 dakika sonra söyleyerek insanlarda "vaaay nereden biliyor" ifadesi uyandırdı. Her seferinde ben kendimi yırttım "ben söyledim ya biraz önce" diyerek. 1 saatlik saçmalamanın ardından herkes yorgun, ben hariç herkes hayal kırıklığına uğramıştı. İnandıkları bir insan daha "şaklaban" olmuştu. Sonunda bitti gidiyoruz derken adam kızları özel olarak bir köşeye çekti. Bana "erkeklerin yanında söyleyemedim. Sen aynı anda iki kişiyle görüşüyormuşsun" dedi. "Ben ne münasebet" diye aniden çıkışınca biraz daha yumuşattı sözlerini. "Birisini seviyormuşsun öbürünü bekletiyormuşsun" dedi. Bu sefer gözlerimi ayıra ayıra "hayır" deyince elimi sıktı (ah o günden beri elimi yıkamıyorum) Beni tebrik etti. Ben de içimden "güzel kız görünce bir kulp uydur değil mi yaşlı ayı?" dedim. Farsça bilseydim görürdü gününü ama el mahkum sustum.
             Vedalaşma olayı kaç dakika sürdü hiç bilmiyorum. Bir ara denizdeki kum kadar sözcüğüm var dediğini söyledi arkadaşım. Şaşırmadım. Boş konuşmak bedava. Sonra müslüman ülkeler neden gelişmiyor. Müslümanın profesörü bile böyleyken... Gittiğim, dinlediğim pardon dinlemek zorunda kaldığım için kendimden utandığımı söylememe gerek yok sanırım.
             Hayatımın 3 güzel saatini böyle saçma sapan harcadığım için kendimi affedemiyorum.  İyi tarafından bakarsak sayemde bayağı bir "müridini" kaybettiğini söyleyebilirim. Masadakiler, onların arkadaşları, akrabaları... Size tavsiyem fala inanmayın, falsız kalın. Bu arada merak edenler için tabiki tek kuruş vermedim. Mutlu günler :)
NOT: Karakaşın ismini ve resimlerini kullanamıyorum. Adam kesin şizofren. Şimdi görür, duyar, bana sarar falan. Benim hayatımdaki ruh hastaları bana yetiyor zaten.

19 Mart 2016 Cumartesi

Bugün De Ölmedik

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:11 2 yorum
           Dünyanın en kötü şeyi kanıksamak. Artık bundan kesinlikle eminim.
           Ben küçükken önce Filistin'de bombalar patlıyordu. Ağlayan çocuklar, yaralı insanlar... Sonra Afganistan kana bulandı. Oradan parçalanmış insanları gördük haberlerde. Kuzenlerimle "sen Usame Bin Ladin ol, bana zarfla şarbon gönder" oyunu oynadığımızı hatırlıyorum. Biraz daha büyüdük bu sefer de Amerika Irak'a girdi. Saddam aşağı Saddam yukarı. Ha yakalandı ha yakalanacak... Sanki o yakalansa bombalar susacaktı. Yani herkes öyle zannediyordu. Yakalandı da. Sustu mu bombalar? Tabiki hayır? Suriye olayı çıktı bu sefer de. En büyük sınır koşumuz olunca bizi haberlerde gördüğümüzden bir tık daha fazla ilgilendirdi. Zaman zaman "yanlışlıkla" bizim tarafa düşen füzeler oldu hatta. Ve biz bütün bunları kanıksadık. Mısır karıştı, Lübnan karıştı.. İnsanlar öldü. Onlar öldükçe biz daha çok alıştık. Şimdi ise beş dakika önce geçtiğimiz yolda patlayan bombalara alışır olduk.
           Bu kadar kanıksamak normal mi? Geçen hafta dershanemin elli metre ilerisinde bomba patladı. Tam çıkış saatimizdi. kafasına parça gelen, düşen, yaralanan arkadaşlarım oldu. Rehberimdeki herkesi arayıp iyi olduklarını öğrenmek de alışkanlık haline geldi. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam ettik hayatlarımıza. Kuzenim bombanın patladığı durağa gitti okuluna gidecek olan otobüse binebilmek için. Ben okuluma gittim. İki üç gün sonra unutuldu gitti. Bize kalan "oraya gitmeyelim bomba patlar, buraya gitmeyelim kalabalık" oldu. Oradan buradan bomba ihbarları, canlı bomba yakalandı haberleri... "Bugün de ölmedik" diyerek girdik her gün yatağa. Sokaklar boşaldı, dershaneler tatil edildi, alışveriş merkezleri bile sinek avlar oldu. Can korkusu başka bir şey tabiki.
         Bir kaç saat önce İstiklalde bir bomba patladı. Sonrasında ağzımdan kendimden utanmama neden olacak bir cümle çıktı. "5 kişi ölmüş. Neyse ki az!" Beni bu cümleyi söylemeye iten şey işte kanıksamak. Her patlayan bombada sadece resmi açıklamada ölen 50 kişi, 100 kişi olunca 5 az gelir oldu. Oysa o 5 kişinin ne hayalleri vardı, arkasında kimleri bıraktı... Bu gün ben de böyle bir olayın kurbanı olsam benim de arkamdan böyle diyecekler. "Yazık oldu.." Bu kadar kolay mı? Bir insanın hayatı bu kadar değersiz mi?
          Ben artık arkadaşlarımın hayatından endişe etmek istemiyorum. Korkudan eve kapanmak da... "Bugün de ölmedim bakalım yarın ne olur?"

9 Mart 2016 Çarşamba

Güneş Gözlüğü

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:12 0 yorum
         "'Yapmam dediğim ne varsa yaptım, kınadığım ne varsa başıma geldi.' diye düşündü yağmurlu ve buz gibi bir havada topuklu ayakkabılarıyla koşarcasına okula gitme çabasında olan güneş gözlüklü kız." Hadi bu cümledeki yanlışlığı bulalım. Tükürdüğünü itinayla yalaması mı? Bunu kendine gönül rahatlığıyla itiraf etmesi mi? Buz gibi havada okula gitmesi mi? Yoksa geç kalması mı? Tabiki hiçbiri. Bu cümledeki hata güneş gözlüğü kaynaklı. Kızımızın burada güneş gözlüğü takmasındaki amaç elbette ki sezon dışı olduğu için yüzde elli indirimden "Oh my God!" liraya aldığı tırıvırı marka gözlüğünü elaleme göstermek değil. Çok değil birkaç yıl önce bu havada bu şekil birisini görse içinden tam olarak da bu düşünceler geçerdi. Ama artık geçmez. Çünkü hayatın "ASLA"ları yedirmek amaçlı bin bir oyun peşinde olduğunu isot acısı şeklindeki deneyimleriyle öğrendi. Evet gözleri de tam isot acısı sürülmüş gibi yanıyordu. Uykusundan feragat ederek yarım saatini verdiği makyajı şimdiden allak bullaktı. Böyle olacağını bile bile "gözlük belki korur da akmasını önler" umutlarıyla çıkmıştı yola. Ah bu "makyajsız evden çıkmam" davaları... Kendine okkalı bir küfür savurdu eliyle akan göz yaşlarını makyajını daha da rezil etmeden silmeye çalışırken. Kendine şöyle bir dışardan bakınca sırıtmaktan kendini alamadı. Sabahın köründe ağlayarak koşan genç, bakımlı bir kadın... Altından aşkı memnular, yaprak dökümleri çıkabilecek bu manzaranın orijinali insanı hayal kırıklığı denizinde boğulmaya sevkedebilirdi. Vardığı yerde bütün gün bir kelime öğrenmek adına kafasını patlatacak, belki hocasından azar işitecek, eve dönme anına kadar "bir aralık bulsam da ders çalışsam" diye fırsat kollayacaktı... Daha dün "hayat ne kadar da güzel" demişti. Anlaşıldı, bütün gün kendine sövmekle geçecekti. Kapıdan girdiği sırada bir yandan da şemsiyesini kendini daha fazla ıslatmayarak kapatmaya çalışırken, " bu gün Göz'e gideceğim" diye söz verdi kendine. Tutmayacağını bile bile...

29 Şubat 2016 Pazartesi

Kardiş 7

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:26 0 yorum
          Yine özeleştiri yapmaktan kendini paraladın değil mi kardiş? Doğduğundan beri sana öğretilen iyi ol, dürüst ol, empati kur şeklindeki öğütleri içinde nasıl öğütmüşsen fazlası zarar olarak sana dönüyorlar farkında değilsin. Aslında farkındasın ama bir şey yapamadıktan sonra farkında olmamayı tercih ediyorsun. Empati kurmaktan kendine olan sempatini ha yitirdin ha yitireceksin. Yüzde 99 haklı olduğun noktada, yüzde birlik haksız olabilme ihtimalin tüm yelkenleri suya indirmeni, hatta kendini über kötü hissetmeni sağlayabiliyor. İnsanoğlu malum ben haksızlık ettim mi acaba diye düşünürken sen, karşındaki bir anda daha da haklılaşıyor. "Biraz önce ben trip atıp küsmüyor muydum? Ne ara özür dilemeye başkadım" diye şoka giriyorsun. Müstehak sana kardiş. Bir insan hiç bir tribinin atarının arkasında duramaz mı yahu? Madem duramıyorsun böyle çekersin kardiş. Sen devam et böyle "aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey" tavırlarına. Daha çok kaçırırlar senin tadını da gazını da. Ağzı açık unutulmuş gazoz gibi kalırsın ortada. Ne diyeyim ki sana kardiş? Bir türlü büyüyemiyorsun.
     

14 Şubat 2016 Pazar

Sevgililer Günü Hediyesi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:30 0 yorum
          Bana, kendimden daha aksiyonlu sevgililer gününü yaşatabilen insanla evlenirim. Kesin  bilgi.
           Normal, aklı başında, dünya sağlık örgütüne göre ruhsal, sosyal ve fiziksel yönden tam bir iyilik halinde olan yani sağlıklı insanlar malum 14 şubatta (Sayın Aziz Valentin işin gücün yok muydu senin?) sevgililerine hediye alır, yemeğe çıkartır, kapitalist sisteme katkı sağlar (çiçekçiler aç mı kalsın?) vesaire. Sevgilisi olmayanlar da "14ün 15ten farkı nedir dünya güzeli" diyerek prim yapar. Tabiki bunlar olması gereken. "Normal erişkin bir Hazan" ise hayatında ilk kez karakola düşerek kendisine harika bir gün yaşatır.
            Kuzenimin evinden dönmesini fırsat bilen ben "topla da gel" diyerek zavallının kendi boyutlarının iki katı yük yüklemesine neden  oldum. Hal böyle olunca karşılama işi de bana düştü. Sabahın köründe düştüm yola. Adeta Almancıların Türkiyeden turşu patates götürmesi tarzında zeytinyağlı, salçalı kutularla cebelleşerek metroya attık kendimizi. Birbirimizi 1 aydır görmemenin verdiği birikmiş dedikodu aşkıyla adeta kendimizden geçtik. Buraya kadar gayet olağan şeyler zaten. Sonrası mı?
            Altı duraklık, 10 dakikalık metro yolculuğunun ardından tam inmeye yeltendiğim sırada ben şok ben iptal. Çantam yok ey insanlar! O hengamede kolumdan çıkartıp yüklerin üzerine bıraktığım çantam puf! Anahtar, cüzdan, telefon ve en sevdiğim makyaj malzemelerim(tabiki makyaj çantam olmadan asla) kuş olup uçmuş. Ne yapsın bu garip Hazan mantıklı bir insan tavırlarıyla koşarcasına emniyete gittim. "Abi telefon hala açık. Sinyal..." demeye kalmadan "sen burayı Arka Sokaklar mı sandın? İzliyorsunuz onları sonra gelip bize öyle şeyler söylüyorsunuz." cevabını aldım ve kocaman bir yutkundum. Susmak bilmeyen polis amca bana "kartlarını iptal ettir" cümlesini 20 farklı şekikde dakikalar boyu anlatırken, "abi telef..." başladığım her cümleye "ama bir dinle, anlatıyorum" diyerek sabır sınırlarımı ölçmeme yardımcı oldu. Hayır adama derdimi anlatamadım ki. Ah bir dinleseydi! Sonuç olarak hayatın polisiye diziler kadar gelişmiş teknolojiye sahip olmadığını ve kartların kapatılması gerektiğini net bir şekilde öğrenerek, başım önümde evime döndüm. Kendi kendime de "bari bir kayıt falan alsaydı" diye sòylene söylene yakınlara haber verme işlemini başarıyla yerine getirdim. Hayır polis amca çene gücüyle beni etkisiz hale getirip yollamasaydı "neden polise şikayette bulunmadın?" sorularına belki cevap verirdim.
              Umut fakirin ekmeği ya işte bu arada devamlı aradığım telefon
kapanana kadar "bulunur ya" modunda volta atıp durdum. Bir yandan da kimlik, ehliyet, öğrenci kartı, gazeteye ilan, çilingir, anahtar değişimi kelimeleriyle kendime uzun uzun listeler yaptım. Bir süre sonra Yumuk'un(arkadaşım olan, hayali değil) telefonu ısrarka çalmaya başladı. Ben yine bir umut, çantanın içinde onun da kimliği vardı sonuçta, telefona koştum. Arayanın kardeşi olduğunu görünce bir meşgul iki meşgul üçüncüde "ne var?" dedim. "Kimlikleriniz nerede sorusunun karşısında yine umutla parlayan gözlerim, "şüpheli paket, patlama" kelimeleriyle tarifi imkansız bir hüzne boğuldu. Düştük yine yollara. Yolda "şimdi benim sabıkam mı olacak? İfade mi vereceğim? Ben karakollara düşecek kız mıydım?" sorularımı büyük bir nezaketle yanıtladı taksici amca ve yumuk. Girer girmez gördüğüm ilk polise "çantamı patlatmışlar" diyiverdim. Adam şok "ne patlaması" diye yüzüme bakarken ordaki başka bir polis amca "çantanız şu poşetin içinde alın" deyince inanmazsınız ama yine bir umutlandım. "Belki telefonum sağlamdır. Belki az patlamıştır" düşünceleri eşliğinde açtığım poşet karşısında kahkalarımı tutamadım. Ben yüzüm güler içim ağlarken polis amca elimize bir kalem kağıt tutuşturuverdi. "Eşyalarımı sağlam ve tam teslim aldım" yazdırıp imzalattı. O sırada oldukça geç çalışan kafam yazıp imzaladıktan sonra "sağlam olan kısım neresi" tepkisini verdi. Polis amca bir prosedür lafına başlayınca bir kaç saat önceden polis çenesini gayet iyi anlamış olan ben "eyvallah" diyerek patlak çantamla evime döndüm.
             Hayır sayın hırsız cüzdanımdan aldığın 20tl beni soktuğun masraf paha biçilemez. En sevdiğim, maaşımın dörtte birini gömdüğüm çantam, henüz servisten 1 hafta önce gelen tekefonum, makyaj malzemelerim... Hepsini bırakıp da 20tlyi alman... İstesen zaten verirdim. Tabi bana yaşattığın aksiyon ve dram da cabası. Hayatımın en sürprizli sevgililer günü için sonsuz teşekkürler(!) Çanta çaldırmak tamam da dünyada kaç insanın rugan, tatlış, en sevdiği çantası "şüpheli paket" olarak patlatılır bilemiyorum. Ayrıca bugünden öğrendiğim bir şey varsa o da "işiniz polise düştüyse yandınız." Patlamasız günler...

3 Şubat 2016 Çarşamba

Evlenmeyin!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:10 2 yorum
              Bu aralar  "oha bu da mı sözlenmiş?" "yuh bu da nişanlanmış" modunda geçiyor günlerim gecelerim. Lanet olsun sosyal medyaya ki yıllar sonra bizi ilkokul arkadaşlarımızla hatta daha eskilerden beraber sümüğümüzü kolumuza sildiğimiz insanlarla tekrar biraraya getirdi. Bunun neresi kötü diyeceksiniz. Nefret ettiğim nokta şu ki ortaya beğenilen fotoğraflardan ibaret "arkadaşlıklar" çıktı. Hayatından bir haber olduğum insanların (fotoğraflar dışında tabiki) bütün fotoğraflarını beğenir oldum. Mesela küçükken de pek haz etmediğim bir insanla geçenlerde tekrar karşılaştım. Birbirimize ufaktan bir naber nasılsının ardından güzelce laf sokarak (çaktırmadan) konuşmayı tamamladık. Birbirimizden pek haz etmediğimizden olacak ki sosyal medyada takipte değilmişiz birbirimizi. Ama biz artık çocuk değiliz ki. Birbirimize alttan alttan laf soksak da ilk karşılaşmamızın ikinci cümlesi "ya ne olmuş sana? Kilo mu verdin sen? Çok çökmüşsün" olsa da o takip şart. Sonra karşılıklı fotoğraf beğenileri.. Bu bir nevi "sen kimsin de sana kin besliyeceğim" demenin modern yoludur. Sonrasında bu kişiyle bir kaç kez yolumuz kesişse de birbirimizden kaçarcasına uzaklaştık. Ama fotoğraf beğenmeye devam.
            Ne diyordum? Nişan söz... E malum her ne kadarçaktırmasam da yaşım kemale erdi. Yaşıtlarımdan üniversite okuyanlar okullarını bitirdi, bir güzel işe girdi. Paralarını biriktirdi hatta yatırımlarını bile yaptı. Geriye geç ergenlik dönemini kapatıp yetişkinlik döneminin kapılarını aralayacak olan evlilik kaldı bir tek. Benim sevgili arkadaşlarım da birer birer bu görevlerini yerine getirmeye başladı. Ocak şubat gibi söz nişan, temmuz ağustos gibi de düğün. Arkadaş facebook sayfam abiye katoloğuna döndü sayenizde. Evlenmeyin demiyorum hobi olarak yine evlenin ama hepiniz anlaşmış gibi bir anda... Ayıp yahu. Burada 23 yaşına gelmiş hala ders çalışan, puan hesabı olan, gelecek kaygısı taşıyan insanlar var. Bize de yazık. Doğduğumdan beri ders çalışıyorum resmen. Hayır bir de lafta hepsi bana özeniyor. Çocuk avutuyorlar resmen.
             Geçenlerde telefonum çaldı. Kayıtlı olmayan bir numara. Tabi bende bir heyecan. Sanki ne bekliyor da adrenalin artışı yapıyorsam. Neyse açtım telefonu. Çocukluk arkadaşımmış. Bir yerlerden bulmuş numaramı sağolsun aramış. Biz hoşbeş ediyoruz derken arkadan bir çocuk sesi "anneeeğğğ" bir bebek ciyaklaması... iki çocuğum var büyüğü 5 yaşında demez mi? Ben şok ben iptal. "Yaşıt değil miydik biz? 5 yaşında çocuğu varsa kaçında evlendi? Yuh ama" düşünceleri arasında "ben de hala okuyorum" dedim. "Hiç ara vermedim. 6 yaşımdan beri okuyorum." Karşımdaki tepkiye güler misin ağlar mısın?: " gururumuzsun" Evet kız bana gerçekten tüm iyi niyetiyle "gururumuzsun" dedi. O an 10 yaşındaydım. "Anne önlüğüm nerde beslenme çantamı bulamıyorum!" diye bağırmak geldi içimden. Yapamadım. Annem çok uzaklardaydı ve benim artık bir beslenme çantam yoktu. O telefondan sonra bu gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım. Atlatamıyorum anlıyor musunuz?
             Neticeye gelirsek evlenmeyin. Netim. Yanlış anlaşılmasın hevesli olduğumdan falan değil. Evlenmek hiçbir zaman hayalimdeki bir şey olmadı ama hayatı boyunca birinciliklere alışmış, her şeyi en önde tamamlamış bir insan için bu kadar geride kalmak tarifi imkansız bir acı... Sevgili olun, gezin tozun falan. Ne aceleniz var? Ben geç ergenlikteyken sizin yetişkin olmaya ne hakkınız var? Dram yaşıyorum gençler. Bu sefer en birinci değilim.

1 Şubat 2016 Pazartesi

Hadi Arkadaş Edinelim

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:56 0 yorum
            Geçenlerde bir arkadaşımın bana yönelttiği "kanka senin hiç kız arkadaşın yok mu?" sorusunun karşısında durdum ve düşündüm. Hayır aslında çok sevdiğim bir çok kız arkadaşım var ama hepsinin ortak özelliği çok yıllık olmaları. Bir süre önce aldığım bir "sosyalleşme" kararı sonrası, ki bu kadarı iyiki almışım, bir çok erkek arkadaş edindim. Bazılarıyla can ciğer olduk. Ama kızlar konusunda bu kadar başarılı olamadım. Sorun bende değil onlarda.
             Sosyalleşme nasıl olur? Sen biriyle tanışırsın, o bir arkadaşıyla tanıştırır falan derken zincir uzar gider. Benim de şuan arkadaşımın arkadaşının arkadaşının arkadaşıyla kanka olduğum düşünülürse süreç doğru işlemiş. Yalnız işin içine kızlar girdi mi olay bozuluyor. Malum erkek kanka sayımın fazla olduğunu belirtmiştim. E haliyle tanıştırdıkları kızlar genelde ya hoşlandıkları ya da flört ettikleri oluyor. Yahu tanıştığım bütün kızlar mı aynı özelliklere sahip olur?
1."Akşam geç kalamam annem kızar." Nedense bu kızlarımız hep böyle muhafazakar bir tavır sergilemeyi büyük bir artıymış gibi görüyorlar. Hayır keşke tutarlı olsalar. Dün dışarı çıkmasına kızan anne bugün ya memlekete gitmiş oluyor ya da akrabalarda kalıyor. Kızımız gecelerde tabiki boy göstermeyi başarıyor. (Teşekkürler canım akrabalarım!)
2. "Bundan önce sadece bir ilişkim oldu." Hiç olmadı diyeni de duydum da çoğunluk daha garantici. Olur da birisi "o beni  eski sevgilimdi" derse vatandaş "hani bahsetmiştim ya" kişisine dönüşüyor. Nadir de olsa karşılaşılan ikinci bir eski sevgili durumunda (malum dünya küçük) "biz onunla sevgili değildik. O benim çok peşimde dolandı da hiç pas vermedim." açıklaması geliyor ilgili mercilerden. Hayır anlamadığım durum bu erkeklere kalsa her birinin 10ar 20şer exi var. Kızlar 2den yukarı çıkmıyor. Benim matematik iflas. Help me!
3. "Ben normalde internetten tanıştığım insanlarla konuşmam. Sen ilksin." Ben olsam "neden ben canısı" derim. Ama gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirimki erkekler bunu sormak yerine gerim gerim gerinmeyi daha uygun buluyorlar. "E tabi benden yakışıklısı yok ki" düşüncesi beyinde salsa yapıyor o an. "Ben bir taneyim, ben özelim" de koşup geliyor beynin derinliklerinden. Sonra haydi halaya! Tey tey tey
4. "Hayatımda ilk kez bu kadar hızlı aşık oldum." He canım he. Eros ok attı. Biraz önce totoştan isabet etti. Hissetmedin mi acısını? Hadi instagrama fotoğraf atın beraber. Düğün tarihi seçin. Doğacak çocuklarınızın ismi.. "Hızlı mı gidiyoruz aşkım?" Yok artık. 3 gündür tanışıyoruz. Tabiki emekli olunca nereden yazlık alacağımızı konuşmamız lazım.
5. "Arkadaş kalalım" Meali: "Sorun sende değil bende klişe artık. Ayıp söylenmez. Ama beraber iyi ortam yaptık. Gezdik tozduk sıkıldık. Şimdi bırakıp gitmek de işime gelmiyor. Hem arkadaşının arkadaşı vardı bir tane. Tatlı çocuktu. Bir de onunla denerim şansımı." İnanmayacaksınız belki ama deniyor gerçekten de.
              Söz meclisten dışarı tecrübelerle dolu bir yazıdır. "Alan memnun satan memnun sana ne oluyor." dedim ben sizin yerinize kendime. Yok zaten pratikte bu tepkileri vermiyorum. Nerden bileyim belki de hepsi önceden sadece bir sevgilisi olmuş, annesi memlekette, evde karnı yarık yapan kızlardır. Kimseyi suçlamaya gerek yok. Ben sadece bu kadar çok ortak özelliğe sahip kızlarla iyi anlaşamıyorum. Sorun sizde değil bende yani. Mutlu günler:)

22 Ocak 2016 Cuma

Kardiş 6

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 10:55 0 yorum
               Naz yapmak kadının dünya üzerindeki ilk görevidir. İkinci de trip atmak değil mi kardiş? Yani biz küçüklüğümüzde dizilerden filmlerden öyle öğrenmiştik. Unut onları kardiş. Devir değişmedi, yıkılıp yeniden yapıldı. Fazla naz aşık usandırmıyor artık. Naz yapana kimse aşık olmuyor. "Biraz peşimden koşturayım, bakalım gerçekten seviyor muymuş?" sorunsalı artık tarihin tozlu sayfalarında can çekişiyor. Senin bir "naz"ına bakan akbabalar havada halaya durmuş. Bir nevi koltuk kapma yarışması gibi. Halay bitiyor ve 5 dakika önce seni seven şimdi başkasını seviyor. Sen hala dağları delecek Ferhat'ı bekle kardiş. Karayolları ona delinecek dağ bırakmamış da Kaf dağını delip geliyormuş bir koşu. Gelirken de sana Anka kuşu falan getirecekmiş. Devler cüceler de gelirse peşine, beraber deve cüce oynarsınız fena mı?

5 Ocak 2016 Salı

Yine O Şarkı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:34 0 yorum
          Yine o şarkı çalıyordu. Hep o şarkı çalardı zaten. Haksızlık etme arada başkaları da olurdu ama yine yeniden bir de nasıl oluyorsa farketmeden ona dönüyordu. Radyoda mıydı, televizyonda? Ya da kafasının içinde. Umurunda değil. Sonuç olarak o dinliyordu. Şarabı içip bağını sormuyordu. Sorduğu zamanlar vardı. Bir zamanlar... Ne zamanlardı? Hatırlamıyor. Şimdi olmayanların hep olacaklarını düşündüğü zamanlardı işte. Düşündüğü... "Bu kadar düşünme hindi gibi" demişti bir arkadaşı bir seferinde. Arkadaşı mıydı? Yine önemsiz ayrıntılara takılıyordu. Herkes herkesin arkadaşıydı şimdilerde. Kelimelerin anlamını kaybettiği zamanda yaşamak zorunda olması da mı onun suçuydu?
            Işıklar yanıyordu karşı betonlarda. Bak şu köşedekinde bir aile yemek yiyor. Baba gününün nasìl geçtiğini anlatıyor. Karşıdakilerden birinde iki genç rakı sofrası kurmuş olmayan dertleriyle dertleşiyorlar. Birinde annesi küçük kızına hikaye okuyor. Asla gerçek olmayacak pamuk şekerden hikayeler. Sinirleniyor. Neden kandırıyorlar ki doğduğumuzdan beri? Ya ne yapacaklardı? Bilmiyor. Neyi biliyor ki? Daha da büyütürsek kim neyi biliyor ki?
              Yine yarın oluyordu. Hep olurdu. Dur bir dakika. Yarın değil bugündü olan. Dün nereye kayboldu? Yine paniğe kapıldı. Zaman kavramı hep bir karmaşaydı ve karmaşalar onu dehşete düşürürdü. Tıpkı diğerlerinin "his,duygu "dediği, onunsa kelimelerin yetmediği bölgesinde barındrıdıkları gibi. Kovmaya çalışmıştı ama başarı pek uğramıyordu yanına. Başarı da ne ki zaten? Kime göre, neye göre?
             Kurtulamazdı, kaçamazdı. Ertelenebilir. Evet evet ertelenir. İçini rengarenk kelebekler sardı. Uyuyordu.
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea