24 Şubat 2023 Cuma

Eksik

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:36 0 yorum

 Eksiğim, eksildim… 

Dolu bardağa son damla geldi taştım, eksildim

Ağladım, çok ağladım gözyaşlarımdan eksildim

Korkutum, o kadar çok korktum ki ruhumdan eksildim

Korktuğumu söyleyemedim bu sefer de dürüstlüğümden eksildim

Sıkıldım, sıkıştım ruhumdan eksildim

Karalara büründüm renklerimden eksildim

Düzelemedim, beceremedim 

En çok da kendimden eksildim.


Diyor ya adı bilinmeyen bir şair 


”Rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

Ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim.

10 Ağustos 2019 Cumartesi

Prenses Sokak Kedisi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:01 0 yorum
     Kendimi yıllar sonra bir ev bulmuş sokak kedisi gibi hissediyorum. Biliyorum ki ruhum hala savaşçı. Ama savaşmama gerek yoksa neden minnoş bir ev kedisi gibi davranmayayım ki? Eğer bir gün kapıdışarı edilirsem veya hayatta kalmak için köpeklere kafa tutmam gereken günleri özlersem yeniden çıkarırım tırnaklarımı. Şimdilik bunların hiçbirine ihtiyacım yok. Sevildiğimi hissettiğim sıcak evimde yarının hesabını yapmadan yaşıyorum.
      İşte son bir yılımın özeti...
      Zamanım yoktu, asistanlık zor, Bursa'ya alışma sürecindeydim gibi bahaneler yazmayacağım. Biliyorum ki insan yapmak istedikten sonra her şeye zaman yaratabilir. Sadece yazmak istemedim. Çok sevdiğim instagrama artık fotoğraf atmak istememem veya gece hayatı yerine akşamları erkenden uyumayı tercih etmem gibi. Sanırım çok fazla paylaşmak, dağıtmak yerine toplanmayı, toparlanmayı seçtim.
    Yapmaktan aşırı decede mutlu olduğum bir işim var. Denize sadece 20 dakika uzaklıkta yaşıyorum. Spor yapmayı asla ihmal etmiyorum. Tüm yeteneksizliğimi görmezden gelip tango öğreniyorum. İngilizeyi hala anlamadığım için saatlerce sızlanarak makale çevirisi yapıyorum. Enerji sömürücü insanları çevremde barındırmıyorum. Eskiden yaptığım gibi boyumdan büyük riskler alıp altlarında ezilmiyorum. Sonuçlarına katlanamayacağım anlık kararlar yerine daha temkinli adımlar atıyorum.
    Sonuç olarak boyumu aşan sularda yıllar yılı boğulmuş birisi olarak şunu söyleyebilirim ki sığ suda canını riske atmadan yüzmenin de başka bir keyfi var.

3 Kasım 2018 Cumartesi

Çok Özle Beni

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:33 1 yorum
          Yazdan kalma bir günden, ya da çölde çay filminden... Şarkıyı yüz kez dinleyip de filmi izlemediğim için kendi kendimi hayret çöllerinde susuz bıraktığım bir günden merhabalar. Kış bastırmadan son balkon sefamı yapmak için, ki yedi yıldır bu evdeyim toplam yedi kez yapmamışımdır, aldım bilgisayarı ve kahvemi kuruldum kedimin parçaladığı balkon sandalyeme. Kahveyi de oldum olası sevmem ama balkonda blog yazmanın da bir adabı vardır. Kahve mecburidir. Burada oldum olasıdan kasıt da 13 yaşımdan beridir. Çünkü ilk kahvemi lisede içtim. Kahve olmazdı ki bizim evde. Siz doktor çocuğu olmak nedir bilir misiniz? Mesela bizim evde hiç patates kızartması, makarna pişmezdi. Bamyalar, ıspanaklar eşliğinde büyüdüm ben. Sonra gel 18inden sonra  hazır yemeğe alış. Midem aylarca travma yaşadı.
           Yine konuyla alakasız bir giriş yaptığıma göre klasik bir Hazan yazısıyla karşı karşıyayız demektir. Konuyu bilerek saptırmaya çalışıyorum galiba. Çünkü üzücü. En azından şu an için kabullenmek yerine görmezden gelmeyi tercih ettiğim bir mevzu... Ankara'dan ayrılacak olmam... Nasıl geçti habersiz o güzelim 8 yılım? Henüz 17 yaşımda, benim büyüklüğümdeki ayı arkadaşım Biga ile gelmiştim Ankara'ya. Sonra günler, aylar, yıllar, bir tıp fakültesi, milyonlarca farklı kurs, sayısız dostluklar geldi geçti. Ve işte veda zamanı. İşin ilginç yanı Ankara'yı bu kadar sevmeme rağmen tercih listemde bir tane bile Ankara olmamasıydı. Çünkü ben bazen sadece bir şeyi sevdiğin için ondan vazgeçmek zorunda olabileceğine inananlardanım. Bu şey bir insan da olabilir bir şehir de. Ankara benim için o kadar güzel ve özel ki, dört yıl daha burada kalacak olsam bir şey olur da nefret ederim, artık sevemem diye korktum. Hep güzel kalsın istedim. Belki de gelecekte bir gün geri dönmeye yüzüm olsun da istemişimdir, bilemiyorum... Bildiğim tek şey çok özleyecek olmam. Canım sıkıldığı anda kafamı milyonlarca espriyle dağıtabilecek güce sahip arkadaşlarımı, her hafta sonu bıkmadan gittiğimiz mekanlardaki danslarımızı, Kolej kavşağında erkeklere laf atan travestileri, Ankara'nın doğal bitki örtüsü sayılan alışveriş merkezlerini, seğmenlerde başka şehirden gelen arkadaşların asla anlam veremediği biçimde karşı taraftaki yokuşa bakarak çekirdek çitlemelerimizi, yedinci caddeyi boydan boya defalarca turlamalarımızı, gece vakti yenilen köfte ekmeklerin tadını... Sanırım tam bu noktada ağlayacağım.
          Yok vazgeçtim. Ağlamayacağım. Mutluluğun; zamanla, mekanla, yapılanlarla ilgisi olmadığını öğrenecek kadar çok şey yaşadım, çok insanla tanıştım. Bir insan hayattan ne ister? Veya mutlu olmak için gerekli şartlar nelerdir? İnsanların yüzde 99'unun bu soruya cevabı aynıdır.  Hayallerindeki mesleği yapmak, aşık olmak, aşık olduğu insanla evlenmek, çok para kazanmak, çocuk sahibi olmak, huzurlu bir şekilde yaşlanmak... Uzun zaman önce bir adamla tanıştım. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu işi yapan, tahmin ettiğinden bile çok para kazanmış, uzun süre peşinde koştuğu kadınla evli, insanların "hayırlı evlat" kategorisine koyduğu çocuklara sahip bir adam... Ama gelin görün ki mutsuzdu. O kadar mutsuzdu ki, mutsuzluğu zehirli bir gaz gibi etrafına yayıp insanları zehirliyordu. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, sadece nefes sayısını tüketerek ölmeyi bekleyen, şükür mevzusunu uzun zaman önce rafa kaldırmış bir insan... İşte ben, o adam benim de yaşam enerjimi çok kısa süre içinde sömürdüğü zaman anladım: mutluluk insanın içindedir. Asla sahip olduklarınla veya olamadıklarınla ölçeklendiremeyeceğin bir şeydir mutluluk. Yaşadığın acıyı bile hissedebildiğin için şükretmektir. En kötü anında bile "hele bir yarın olsun!" diyebilmektir.
             İşte ben de şu an tam olarak onu yapıyorum. Hele bir yarın olsun. Soruşturmam bitsin, Bursa'ya gideyim. Yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç... Belli mi olur bakarsınız Bursa'yı da Ankara kadar severim. Ama Bursa'da yerde travesti kartları yoksa o kadar sevemem. Belki bir tık altı. Ama severim, mutlu olurum. Tıpkı şu an olduğum gibi...

5 Ekim 2018 Cuma

Show must go on

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 02:57 0 yorum
              Uyuyamıyorum. “Ne var bunda?” diyerek gözlerini devirme. En iyi sen bilirsin mutsuz olduğumda unutmak için, mutlu olduğumda mutluluğum  uzun sürsün diye uyurum ben. Ve şimdi uyuyamıyorum. Bakma öyle dik dik yüzüme. Tamam itirafsa itiraf... Sorunlarımdan kaçmak, olmuşları kabullenmek ve olabilecekleri düşünmemek için kendime basit problemler yaratıp beynimin tüm hücrelerini bunları çözmek için kullanıyorum. Beni suçlarken dönüp bu noktaya hiçbir şey yokken gelmediğimi hatırlasan, bir faydası dokunabilir. Hayır tüm suçu kadere atacak kadar aciz değilim. Ne yani ilahi güçler benim geleceğimi yazarken “bunum dramı çok olsun, reytingler artar.” mı dediler? Herkes kadar bende de var. Ne azı ne çoğu... Herkes kadar işte... Ama kabul et ki uyarı ateşi açmadan roket attılar. Hazırlanacak zamanım olmadı. Ve şimdi yangına sırtımı dönüp su hayal edince yanmayacağımı düşünüyorum. Acınacak halde olduğumu itiraf edip seni mesut etme gibi bir planım yok. Toparlarım, toparlayacağım. “Ne zaman?” diyorsun değil mi? Bilmiyorum. “Tick tock goes the clock and what now shall we play?” Evet işte dram filmimize korku filmi sahnesi geldi, tam oldu. Ne de olsa hayat her şeyden biraz biraz muhabbeti değil mi gazı kaçmış kola tadındaki hislerimden aşırı zevk alan, ruhumun mazoşist kısmı? Şimdiden özür dilerim ama senin de kendi gözyaşlarıyla yarattıkları acı havuzunda hiç çırpınmadan boğulmayı bekleyen depresiflerden biri olmana izin vermeyeceğim. “Bana sökmez bu cesur yürek ayakları” bakışının altında, dediklerimin gerçek olduğunu bildiğini bilmesem şu dakika vazgeçerdim. Ama beni benden iyi kim tanıyabilir ki? O zaman ebedi arkadaşım; tüm acıları, sevinçleri, hüzünleri ve en önemlisi heyecanıyla “Show must go on”.

2 Eylül 2018 Pazar

Parlak Pembe Çiçekler

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:28 0 yorum
          Kaçmak; uzaklara, çok uzaklara, kimsenin tanımadığı hatta kimsenin olmadığı yerlere... Ne kadar klişe bir düşünceydi bu böyle. Oldu olacak evi, arabayı satıp karavan almayı da düşünseydi. Gittiği yerlerde günübirlik işler bulur benzin ve yemek parasını çıkartırdı. Ama üç dolap dolusu kıyafetini alacak bir karavan bulması zordu. Topuklu ayakkabıları ve maaşının büyük bölümünü yatırdığı çantalarının arasından seçim yapması da imkansızdı.
         Kapana kısılmışlık hissi nefes almasını yüksek eforlu bir iş haline getiriyordu. Aldığı her nefesi takiben tutmak zorunda olduğu gözyaşları... Artık sulugözlülük boyutunu aşmıştı bu durum. Her canı istediğinde ağlayamazdı. Asıl korktuğu şey ise; bir başlarsa, gözyaşlarının hiç durmayacağı hissiydi. Bu  duygunun geçici olduğunu bilmek bir parça rahatlattı onu. Ne de olsa dikkati 4 yaşındaki bir çocukla kıyaslanabilecek düzeydeydi. Komik bir video izleyecek, bir arkadaşını arayıp saçma sapan bir dedikoduya aşırı tepkilerle odaklanacak veya düşüncelerini arkasında bırakmak istercesine koşacaktı. Kendini avutmayı öğrenmek bir mecburiyetti. O kadar çok şeyi dert edip ölüm kalım meselesi haline getiriyordu ki... “Eh kendime haksızlık etmemeliyim.” diye düşündü. Yakın arkadaşlarından birisi ona “belaçeker” demişti.
         İçinde odaklayamadığı bir öfke vardı. Her şeye, herkese, hatta kendine bile. Huzur içinde uyanmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki! Her sabah yataktan “dün çok kötü bir şey olmuş da hatırlayamıyormuş” hissiyle kalkıyordu. Takibinde bütün günü de “kötü bir şey olacak” hissiyle geçiriyordu. Kimi zaman da bu hisler boşuna hissedilmemiş oluyordu.
          Son bir yılda ne kadar çok şey değişmişti. Sanki ilahi güçler “tamam bu kadarı sana yeter” deyip şans meleğini bir yerlere tatile göndermişlerdi. Ve o melek gittiği yerde çok mutluydu ve geri dönmeye hiç niyeti yoktu.
          En büyük korkusu yalnız kalmak olan o değil miydi? Hatta bu yüzden defalarca yanlış arkadaşlıkların, tek taraflı değer vermelerin içinde bulmuştu kendini. Şimdi ise yalnızlık adeta tek hayali haline gelmişti. İyi tarafından bakılınca en azından hayatındaki insan yükünün büyük bir bölümünü üstünden atmıştı. Oysa eskiden ne kadar çok severdi kalabalığı. “Eskiden”... Bu kelimeyi kullanım sıklığını düşününce kendini yaşlanmış hissetti. Belki de büyümüş... Bir yerlerde “insan zamanla değil yaşadıklarıyla büyür.” tarzı afilli bir söz duymuştu.
            Derin bir nefes aldı. Bir şeylerin iyi olacağını umup sonunda hayal kırıklıklarıyla boğuşmaktan nefret ettiği için “iyi olacak” demedi. Sürekli kötüyü düşünmek de daha kötüyü çağırmaktan başka bir işe yaramıyordu zaten. “Kötü olacak” da demedi. Olacaklara ve olmuş olanlara kulp bulmayı bırakıp olanlara odaklandı. Denizden esen rüzgar saçlarını okşuyordu. Güneş, yanmış olan teninden adeta içeri, daha derinlere bir yolculuktaydı. Yan tarafında futuristik bir ressamın tablosundan fırlamış gibi duran parlak pembe çiçeklerin kokusunu, akciğerlerini yıkamak, bu kokuyla doldurmak istercesine içine çekti. Yine gülümsedi. Hep gülümserdi. Dikkati dağılmıştı bile...

25 Haziran 2018 Pazartesi

Tarih Yazar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:58 1 yorum
        Tarih sever misiniz? Bakmayın fen matematikle üniversite sınavı kazandığıma. En sevdiğim dersler tarih ve edebiyattı. Hatta üniversite sınavında da eşitağırlıkta derece yapmıştım. Arkadaşlarıma özel tıp ve mühendislik fakültelerinden burs teklifi gelirken bana hukuktan geliyordu. Neyse konuyu dağıtmadan devam edeyim. Tarih o kadar ilginç bir bölüm ki okurken öğrenirken bazen hayret ediyorsun bazen “yok artık” diyorsun. Mesela Osmanlı’nın çöküş dönemini okurken içimden “‘bir padişah da bu koskoca imparatorluk neden geriye gidiyor, neden toprak kaybediyor?’ diye düşünmemiş mi? Hadi o düşünmedi halk neden susmuş?” diye düşünüyorum. Mesela ortaçağ Avrupası’nda “bu cadı yakalım, bu dinsiz asalım” diye insanları çatır çatır öldürürlerken diğer insanlar neden alkışlıyordu? Neden herkes bu durumdan memnundu veya memnunmuş gibi yapıyordu? Bir insanın yakılmasını izleyecek kadar vicdansızlar mıydı? diye soruyorum kendime.
          Tarih öyle bir şey ki siz yaşarken unutursunuz ama o satır satır yazar. Gelecek nesiller size “neden?” sorusunu sorsun diye “vicdansız” damgasını yapıştırsın diye yazar. Yahut tam tersi benim, bizim “ATAMIZ” olan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü yazdığı gibi gururla, onurla yazar. Ama yazar. Tarih asla affetmez.
           Acaba 200 yıl sonra bizim zamanımızı tarih nasıl yazacak? Bizden nasıl söz edecekler? Bugünki merak konumu sizinle paylaştığıma göre iyi uykular...

21 Haziran 2018 Perşembe

Sevin!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:16 0 yorum
Sevin arkadaşlarım, sevin. Korkmayın, sevin.
Bütün problemimiz sevgisizlik... Durmayın, sevin.
En yakınınızdan başlayın sevmeye. Kendinizden... Olduğunuz gibi sevin kendinizi. Gülüşünüzü, gözyaşlarınızı, mimiklerinizi, kilolarınızı hatta selülitlerinizi... Evet evet onları da sevin. Aynanın karşısına geçip kendinize “ne kadar çok sevdiğinizi” söyleyin. İçten içe değil. Yüksek sesle söyleyin. “Çok güzelim!” deyin. Güzellik gözde, kaşta değil. Güzellik içinizde. Ve bu güzelliği en net kendiniz görebilirsiniz. “Şuramda yağ var, buramda kıl var.” diyerek kendinizden nefret etmek yerine “ben her halimle güzelim” deyin. Kilolu, kilosuz, makyajlı veya makyajsız...
Sevin arkadaşlarım...
Kuşları sevin, çiçekleri sevin, kedileri sevin mesela. Bir sokak köpeğinin başını okşayın. İnanın sizin sevginizden başka bir şey istemiyor onlar. Başını okşayın ve gözlerine bakın. Sizin sevginize ne kadar muhtaç olduklarını göreceksiniz.
Sevin arkadaşlarım...
Birbirinizi sevin. “Hep ben!” demeden, bencillik yapmadan sevin. İnsanı insan olduğu için sevin. Kibar olmanız, yol vermeniz, asansördeki adama “günaydın!” demeniz için tanımanıza gerek yok. Dedim ya, insan olduğu için sevin.
“Canımı yaktılar, nasıl seveyim?” diyorsunuz değil mi?
Canınızı yakanın da başka birisi canını yaktı, başka birisi onu sevmedi. İşte bu kısır döngüyü kırmak için sevin. Siz de başka birisinin canını yakmayın. Bu sevgisizlik döngüsüne katkıda bulunmayın.
Sevin arkadaşlarım... Dünyayı sevgi kurtaracak...
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea