28 Aralık 2012 Cuma

Yeni bir yıl

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:57 0 yorum
     "Bu senem güzel geçmedi söylemem lazım. Kader beni seçmedi ama görmemem lazım. Belki birden bire yeniden başlamam gerek, eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek..." şeklinde başlayan kendisi eski anlamı benim için yeni olan şarkıyla başlıyorum yazıma. Sanki şarkıyı yazan insan benim bu senem yani geçmek üzere olduğum senem için yazmış. Oysa yılbaşı ne kadar da güzeldi. Tavuğumuzu(hindiye gücümüz yetmemişti) bir anne şevkatiyle soslayıp fırına vermiş sonrada patlayana kadar yemiştik. Sevdiğim insanlarla beraber dünya üzerinde en sevdiğim yerlerden biri olan kızılayda girmiştim yeni yıla. İçinizden geçenleri duyabiliyorum "kızılay mı nesini seviyorsun yahu?" diyorsunuz ama benim için çok farklı bir yer orası. Kızılayın benim için nasıl göründüğünü başka bir yazımda anlatırım. Konuya dönersek hani yeni yıla nasıl girersen öyle giderdi? Yok öyle bi dünya. Kızılayda "bir kuş konsa badi parmağıma" diyerek girdim ama bırak badiyi hiç bir parmağıma kuş konmadı. Kızılayı bir ev misali benimseyen ben 10kere gidemedim. Çok eğlenerek girmiştim yılbaşına ama sene içindeki (aradaki bir kaç kaçamağı saymıyorum) eğlencem kemik kas oldu. Nörodan bahsetmiyorum bile. Vucuttaki 206 kemigin ve bir o kadar fazla olan kasların latincelerini öğrenmek kadar eğlenceli bir şey bilmiyorum ben. İşte benim senem böyle geçti. Bu sene nasıl girceğim yeni yıla? Tabiki ders çalışarak. Sayın koordinatörlüğümüz bizi "eee yılbaşında ne yapıyoruz?" gibi komite kadar zor olan bir sorudan ve devamındaki sorunlardan kurtarmak için 3 ocak 2013 tarihine güzel mi güzel nurtopu gibi bir nöroloji komitesi koymuş. Ne düşünceli bir okulum var. Gözlerim yaşardı tutmayın ağlayacağım.
      Yeni yılda insanlar için çok güzel dileklerim var:
1) ilk dileğim daha fazla yüz malum 2 tane biz insanlara yetmiyor. Şöyle altı yedi tane olsa işimiz bayağı kolaylaşacak
2) olan beyinlerimizin kaybolmasını istiyorum. Düşünmek biz insanlar için çok zor bir iş. O yüzden çoğumuzun çoğu zaman süs niyetine kullandığı beyinlerimiz arada çalışmak zorunda kalıyor. Ne gerek var zaten biz sürüyüz ve başımızda da bir çoban var.
3) tıp fakültesi dahada zorlaşsın istiyorum. Çünkü günde kendimize ayıracak 1saat kadar bir zamanımız oluyor ve bu sürede kendimizi "insan" gibi hissediyoruz. Çok tehlikeli bir durum bu saatin kesinlikle doldurulması lazım.
4) zam istiyorum ama maaşlara değil. Peynire domatese ekmeğe kıyafete yani temel ihtiyaçlara gelsin istiyorum. Nasıl olsa çok zengin bir ülkeyiz. Bize bir şey olmaz.
5) son dileğim kendim ve kader ortağı "tıpçı" arkadaşlarıma gelsin: en kötü komitemiz böyle olsun. Şaka şaka! Bu sene hipokampusumuz hiç yorulmasın, limbik sistemimiz güzel anları hatırlasın ve hiç yaşamadığımız kadar güzel zamanlarımız olsun.
     Benim ufacik tefecik dileklerim bunlar. Umarım hepsi gerçek olur. Son olarak bunu söylemezsem yazının bir anlamı kalmaz: SENEYE GÖRÜŞÜRÜZ...:)))

23 Aralık 2012 Pazar

L-eblebi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:43 0 yorum
      Yani susayım konuşmayayım diyorum ama insanın sabrının da bir sınırı var yahu!  Adamcağız "sizin yetistirdiğiniz öğrenci buysa vay Türkiyenin haline" dedi tam 3 gün önce. Hala niye kapatılmadı bu ODTÜ sorarım size? Heykele "ucube" dedi sonra yıkıldı, "diziyi beğenmedim" dedi sonra biteceği açıklandı. ODTÜ yü kapatmak için hala neyi bekliyorsunuz anlamadim ki! Adamcağız her seferinde "yıkın, kaldırın, kapatın mı desin? Leb demeden leblebiyi herkes anlar ama 'O'na leb dedirtmeyeceğiz. L bile dedirtmeyeceğiz gözüne bakıp anlayıp yapacağız. Sorgulamayacagız!

12 Aralık 2012 Çarşamba

bir zavallı ben...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:49 0 yorum
       değerli okuyucu bu gün sana çok güzel bir soru sormak istiyorum. "kendini nasıl tarif edersin?" gayet basit gibi görünen ama aslında en az nöroloji komitesi kadar zor olan bir soru. (evet nörodaayım, bir şey anlamıyorum, anladığımı saniyeler içinde unutuyorum. japon balıklarına "hafızanız ne kadar uzun" diyesim var) ben bu soruyu yıllarca "optimistik, bardağa dolu tarafından bakan, ne istediğini bilen, azimli, güçlü biriyim" diye cevaplardım. tıp fakültesi öyle kötü böyle kötü diyorum ama meğer benim kendimi tanımamı sağlamış, ben bunun hiç farkında değilim. bu tanım benim olmak istediğim kişiymiş. insan kendini zor duruma düşünce tanıyormuş.
      mesela hiç de bardağa dolu tarafından bakmıyorum. hatta ağzına kadar dolu bardağı dibine kadar boş görmede üstüme yok. nasıl olsa biri suyu içince boşalmayacak mı? sonra ne istediğimi hiç de bilmiyormuşum bunu da elimi attığım her işi yarım bırakarak kanıtlamaktayım. lisedeyken en büyük hayalim elektrogitar çalmaktı. dünyanın parasını verip gitarı aldım. yine dünyanın parasını kursa baydım. itiraf ediyorum sadece il hafta çalıştım. bir yıl debelendikten sonra olmayacağını anladım ve bıraktım. sonra gittim spor salonuna kaydoldum. onun mazisi de gitara benzedi. ilk hafta 2 kere sonraki hafta 1 kere ve sonra 2 haftada bir kere gitmeye başladım. sonunda salonun yerini unuttum. bir sonraki aktivitem dans oldu. bachata... kursa bir heves kaydoldum yine. bu seferki farklıydı belkide ben dans için yaratılmıştım derken hevesim kursağımda kaldı. ilk dersten anladım benim gibi yeteneksizin ne işi var dansla. millet sağa gidiyor ben sola. başlamadan biten dans kariyerimin verdiği umutsuzlukla kendimi havacılık topluluğunun  toplantısında buldum. sınavına girdim (ders bile çalıştım) ve kazandım. lys sonucumu bu adar hevesle beklememiştim. ertesi gün yamaçta aldım soluğu. ben uçacağım diye zannederken yer eğitimi denilen olay çıktı. 2 hafta bıkmadan yer eğitimini tamamladıktan sonra uçacağım hafta hobaaaa yağmur yağdı. yine de bıkmadım devam ettim .(bu benim için rekor) sonraki hafta hafta sonu sabah 7de kalktım. giyindim ve gittim. hava güneşli. tamam dedim bu hafta uçacağım. uçtum da ama 20 kiloluk paraşütü 60 70 metrelik yamaca 1 saatte taşıyıp 3 dakikada aşağı inmek olayı bende büyük bir çelişki yarattı. "uçmak bu muydu yahu televizyonda adamlar saatlerde uçuyorlardı?" soruma karşılık aldığım cevap "sen ancak 20 30 uçuştan sonra öyle uçacaksın" oldu. nasıl yani 20 kere daha bu yamacı o yükle mi çıkacağım? şimdi siz burada uçuş hikayemin bittiğini düşündünüz değil mi? ama öyle olmadı. ben yine    devam ettim kendimle inatlaşarak. 1 metreye yakın karda soğuktan titreyerek tırmandım o yamacı. sonunda ne oldu? düştüm evet 6. uçuşumda havalandım ve yere çakıldım yamaçtan aşağı sürüklendim. kaskım olmasa beynimin pekmezi akmıştı. bu kazayı derince bir kesik, quadriceps femoris kasımdaki bir zedelenme, yırtık bir yeni eşofman ve 1 hafta yürüyemeyerek atlattım. bir de arkadaşlarımın güzel güzel bol övgülü azarlarından hiç bahsetmiyorum. şimdi bunları yazınca arkadaşlarımın neden benimle beraber bir kursa başlamak istemediklerini daha iyi anladım.
          nerde kalmıştık? tabiki benden bahsediyorduk. ben  meğerse ne stresli bir insanmışım bu da yeni anladığım özelliklerimden biri. geçen gün bir arkadaşımla (aslı) konuşuyoruz. "dün film izledik, önceki gün de fatma'nın arkadaşları geldi çay içtik. bu gün de sinemaya gidelim mi?" benim cevabımsa aslında tüm ruh durumumu yansıtır özellikteydi. "aslı siz ne yapıyorsunuz yahu? sanki tıp değilde arkeoloji okuyorsunuz. bu kadar gezilir mi? biz bu dünyaya ders çalışmaya geldik insanlar için nefes almak neyse bizim için de ders çalışmak o" dedim ve sustum aslı yüzüme baktı "ben biraz nefes alıyım en iyisi" dedi.
          üniversite mi beni böyle stresli, mutsuz, huzursuz ve maymun iştahlı biri yaptı yoksa aslında hep böyleydim de haberim mi yoktu bilmiyorum. ama size tavsiyem benim gibi olmayın sağlığa çok zararlı. mutlu günler:)

       
         

18 Kasım 2012 Pazar

sırılsıklam

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:47 0 yorum
       size yağmuru ne kadar sevmediğimden bahsetmiş miydim? o zaman şimdi bahsediyorum. yanlış anlamayın yağmur bir insan değil bildiğimiz yağmur. yoksa benim gibi cici bir kızın kimle problemi olabilir ki (!) neyse konumuza dönelim.
       "gökyüzü bile ağlarken insan nasıl gülebilir ki?" bu olayın facebook duvarından ya da kamyon arkasından bakış açısıdır. (tamamen kendim yoğun beyin kasırgamla ürettim ama istediğiniz gibi kullanabilirsiniz) normalde ben bu sözü söyleyecek kadar melankolik bir insan değilim. bir anda oldu bende anlamadım. asıl nedenlerimse çok daha maternal.
        ben insanın dış görünüşünün için aynası olduğuna inanırım bu yüzden kıyafetlerime saçıma makyajıma çok özen gösteririm ama yağmur... ah o yağmur...akşamdan hazırlarım yarın giyeceklerimi. tabi bu o kadar kolay bir süreç değil malesef. çeşitli kombinler kafada tasarlanır. ayakkabı çanta uyumuna bakılır. sonra uygun mont arayışına geçilir. hepsi tamam olsa bile hangi kombin giyilecek en son aşamada o karar verilir. yani yoğun bir şekilde "bu mu o mu" sürecidir bu. tabi hepsi tamam olduktan sonra uygun oje sürülür kurutulur. saçlar düzleştirilir veya maşa yapılır. evet artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirim.
        hay bu sabahlar olmaz olaydı diye uyandıysam anlayın ki alarm sesiyle değilde şakır şakır bir sesle uyanmışımdır. önümde 2 seçenek vardır. ya bütün verdiğim saatleri hiçe sayarak yeni bir kombin yapmalıyım ve gün boyu ayarladıklarımı giyemediğim için mahkeme duvarı bir yüzle dolaşmalıyım ya da "zaten bu yağmur geçici ben evden çıkmadan durur" düşünceleriyle kendimi avutmalıyım. tahmin edin sizce hangisini yapıyorum? tabi ki ikinci seçeneği. (bazen gerçekten yağmurun durduğu bile oluyor)
      asıl olay evden çıktıktan sonra başlıyor. o güzel şıkıdım şıkıdım topuklu ayakkabıların birer sünger sanmaya başlıyorlar kendilerini. çöldeki kutup ayısı gibi her damla yağmuru içlerine çekmeye çalışıyorlar. alırken dünyanın parasını verdiğin ayakkabılarının gözlerinin önünde yağmurla esrar almış bağımlı gibi kendinden geçtiğini görünce önce bir fasıl ayakkabıcıya sonra kendine sövmeye başlıyorsun. sonra yağmur hızını arttırıyor ve kafandaki şemsiyenin delikli olduğunu düşünmeye başlıyorsun. çünkü özenle yaptığın saçların artık kendilerini rüzgara bırakmış saz görünümü almışlardır. ve en son nokta: yanından geçen otobüs. türk filmlerinde kenarda yürüyen kız hülya koçyiğit ona çamur sıçratan delikanlı da ediz hun olur. adam iner kıza mendilini uzatır sanki çamur mendille silinince temizlenirmiş gibi sonra kızı gideceği yere bırakır. ama gerçek hayatta o kız ben adamda yolun en kenarından ısrarla geçmek için çabalayan otobüs şöförü amcadır. yanından geçerken yüzünde "heh tamam bugünde birini çamura bulama işini başarıyla yerine getirdim" ifadesi vardır. ayrıca hiç bir zamanda "ben seni ıslattım gel götüreceğin yere bırakayım" demez.
      size daha çok bana bol güneşli sadece bitkilere yetecek kadar yağmurlu günler diliyorum :)
NOT: başka bir günde, başka bir yerde...

16 Ağustos 2012 Perşembe

organik biber gazı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:27 0 yorum
           kim demiş devlet çalışmıyor diye? ne kadar ayıp ne kadar? devlet sizin için daha ne yapsın. millet yemeye organik sebze bulamazken bizim devletimiz organik biber gazı üretimine başladı nabeeeeeer? bir de beğenmiyorsunuz, bu devlet size nasıl yaransın ki?
             üşenmedim gittim ve devlet gözetiminde organik biber gazı üretimi yapan çiftçilerle görüştüm. tarlaları bizzat gezdim. kendi gözümle görmesem inanmazdım ama gerçekten her şey organik yani sunii gübre bile kullanmıyorlar. değerli çiftçimiz İdris Naim Serçe: "efendim biz bu biber gazlarını üretirken gübresini kullandığımız koyunlara bile gdo'suz saman yedirdik. bizde gdo olmaz öldüren gaz kati suretle olmaz." derken diğer bir çiftçi recep tayyip ersizdoğmayan: "yalan vallahi billahi tallahi yalan. hepsi organik bakın burada kaç kelle çalışıyor. isterseniz ananızı da alıp gelin bakın" diye konuştu.
           sizin için, hala aranızda sözüme inanmayanlar olur diye biber gazı bitkisini resmini çektim (bknz:sol taraf) böyle 1 metre boylarında yeşil geniş yapraklı sevimli bir bitki. biber gazının dış kısmının rengi tohumuna göre değişiyor.
            şimdi diyorsunuz ki devlet niye bu kadar masrafa giriyor? yine sizin için.şimdi bu organik biber gazını alıyoruz. iyice sıkıştırıp organik biber sıvısı haline getiriyoruz sonra bir güzel buzdolabına koyuyoruz. 3 saat içinde donmuş ve katılaşmış olarak organik biberiniz hazır! biberimizi her çeşit yemekte gönül rahatlığıyla kullanabiliriz onun içinde gdo yok katkı maddesi hiç yok.
           canım şöyle acılı br çiğ köfte çekti. bana müsade. gidip meydanda "parasız eğitim parasız sağlık" diye bağırıp toplayacağım organik biber gazlarını.(beyin bedava) toplamanın da sırrı bu işte. bunu da öğrendiğinize göre sağlıcakla   kalın organik günler :)

8 Ağustos 2012 Çarşamba

paspal tatil

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:29 0 yorum
         tatilde olduğumu tatilin son günlerinde uyku düzenimin vampire kaçtığı bir zamandan anladım. ne hikmetse okul zamanı günde 12 saat uyuyan ben en uyumam gereken zamanlarda günde 5 6 saatle idare eder oldum. doktorları her bölümde sanki tekrar değilmiş de yeniden çekilmiş gibi "bu bölümde kesin farklı bir şey olacak" umuduyla izlemeye başladığım, reklamlarda melekler korusuna zapladığım şu günlerde kendimi gerçekten tatilde hissediyorum. doktorlar konusuna dönecek olursak İlhan Mansızın oynadığı bölümlerde gerçekten bu sefer ölmeyecek umuduyla izlediğimi itiraf etmeliyim gerçi öldüğü iyi oldu yoksa o mendebur kızla evlenecekti. kıskançlık damarlarımın kabararak izlediğim ilhanlı bölümlerden birinde sevimli kardeşimin ne kadar mantıklı bir insan olduğunu unutarak "benim bu kızdan neyim eksik?" şeklinde bir soru sorma gafletinde bulundum. aldığım cevap enkaz haline gelmeme yol açtı "eksiğin yok, fazlan var" o gün bu gündür diyetteyim.
           bu arada şunu belirtmeliyim ki bir yıllık tıp eğitimi sonrası doktorlarda konuşulanların yarısını rahatlıkla kalan yarısını ıkına sıkına anlayabiliyorum. hatta geçen yanlışlarını bile farkettim. diyorum ben artık doktor oldum boşuna okuyorum. zaten bence doktorları 6 kez izleyen bir insana tıp fakültesi diploması verilmesi lazım. yalnız orada anlayamadığım bi olay var arkadaş nasıl bir hastanedir bu hiç mi normal vaka gelmez. ben o kadar hastanede durdum her gün sünnet, fıtık, safra kesesi, sezeryan geliyordu. en ilginç olarak bir kere meme kanseri geldi o kadar. ilerde yani 5 sene sonra ben doktorlardaki hastanede görev yapmak istiyorum yahu.
         tatilde bir paspallaştım ki aynaya bakınca "bu kim lan" demeye başladım. şu okul açılsa da kendime çekidüzen versem. okul vakti her gün yarın ne giysem diye düşünürken şimdi hiç öyle bir problemim yok. altımda eşofmandan bozma bir erkek şortu, üstümde sadece renkleri değişen aynı model bol tişörtler... sanırım trabzon beni bu hale getiriyor. benim ankara zamanım gelmiş. zamanı gelmiş demişken aşkı memnu bitti mi acaba gidip bir bakayım. mutlu günler... :) malt ne diyor? oynadıkça yerine geliyor havam, söyledikçe gerçek olacaaaaak ben mutluyum ulan :)

26 Temmuz 2012 Perşembe

Evli, Mutlu, Çocuklu

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:47 1 yorum
           Bu kadınların hiç aklı yok! kızmayın bana... bir kadın olarak bunu söylüyorsam siz düşünün halimi. gerçek bu. neden mi?
            Bu gün stajımın 3. günüydü. çeşitli ameliyatlara girdim, estetik dikiş atmayı öğrendim, sonda takmayı bile öğrendim. adamın teki elektrikli testereyle bacağını kesmiş. bu ameliyathanede duyulunca bende sandım acıdan bayılmış bir adam gelecek.  adam bir geldi bacak kemiğe kadar kesik ama adamın keyfi gayet iyi. meğer o sırada acı hissetmiyormuş. adamı dikmeye başlayınca "keserken bu kadar acımamıştı" diye bir inlemesi var duymanız lazımdı.
           Ana konuya dönersek ben niye kadınlara akılsız dedim? bugün hayatımın hatasını yaparak "normal doğum" denilen vahşeti izledim. Aman Allah'ım diyeceğim yetersiz kalacak az buçuk ingilizceyle bir de "Oh My God!" diyeyim ama bu bile kafi değil. o kadar ameliyata girdim, acilde durdum, kesik, yanık vs gördüm. yok yani bunun gibisi. kadın acıdan ölecek sandım bir an. resmen ikiye ayrıldı kadın. kadın o acıları çekerken sevgili baba adayımız piyasada bile yoktu. hemde dördüncü çocuğuymuş. ilerde bir gün "bende babasıyım anası kadar benim de hakkım var" diyecek olan beyefendi kadının çektiği acının onda birini çekse bir daha çocuk yapmamaya yemin ederdi eminim. 
           hadi ilk çocuğu anlarım. acının boyutunu bilmeyen kadın bir hata yapar. herkes benim gibi şanslı değil. daha önce hiç doğum görmemiş olabilir. ama ilkinden sonra ikinciye nasıl cesaret edebiliyorlar aklım almıyor. o kadar acıyı çekeceklerini bile bile hemde. şuan düşündüm de sanırım kadınlar akılsız değilde deli cesareti var.
            değerli bayanlar bu yazıyı okuduktan sonra evlenip çocuk yapma planlarınızı bir daha düşünün derim. malesef hiçbir ey ağızdan kolay çıktığı gibi olmuyor. mutlu günler :)

23 Temmuz 2012 Pazartesi

hastanede bir gün

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:41 1 yorum
            bugün benim için küçük insanlı için çok büyük bir şey yaptım: ilk dikişimi attım. fıtık ameliyatı sonrasıydı... dışarıda boğucu bir sıcak vardı. ameliyathanede dereceler 19 dereceyi gösteriyordu. bütün ekip yeşiller içerisinde steril bir vaziyetteydi. lokal anesteziyle belden altı uyuşturulmuş hasta kendini benim güvenli ellerime bırakmıştı. işin önemsiz kısmı olan ameliyatı bitiren babam asıl zor kısmı bana bıraktı: DİKİŞ aldım iğneyi ipliği elime hemşireye seslendim: pensssss o an durdu zaman ağzımdan çıkan ssss ler uzadıkça uzuyordu sanki. ilahi bir güçle dolmuştu ameliyathane. ve işte o an iğneyi hastanın derisine soktum. kesik "beni dik beni dik" diye bağırıyordu sanki. adını ilk kez duyduğum kullanmayı o an öğrendiğim aletler eşliğinde bitirdim işimi.
            ikinci ameliyat kıl dönmesiydi. toplamda girdiğim 7. ameliyat olma özelliğini taşıyan bu ameliyat eminim kendiyle bu özelliği bakımından gurur duyuyordur.
            acillerin ne kadar sıkıcı olduğundan bahsetmiş miydim? bugün sabah saat 8den 11e kadar acildeydim. yapılan işler:pansuman (tentürdiyotlu bezi bas yapıştır), tansiyon ölçme ve inramüsküler enjeksiyon yani kas içi iğne. kendimi ameliyathaneye zor attım. o an anladım ben cerrah olmak için doğmuşum. pratisyenlik felan hiç bana göre değil. bugün anladım ki TUS'u kazanmak benim için şart. yoksa kafayı yerim sağlık ocağında felan. bu durumda tek gerçek:çok çalışmam lazım çokkkkk. mutlu günler:)
NOT: gerek faceden gerekse msnden blogumla ilgili attığınız mesajlar için hepinize teşekkür ederim. hepsini dikkate aldığıma emin olabilirsiniz :)

27 Haziran 2012 Çarşamba

en uyduruk ünivarsite :HACETTEPE

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:20 0 yorum
        Bu hacettepe kadar dandik bir okul yok yahu! benim kıytırık yomra fen lisem bile daha iyiydi. en azından sınavdan sonra cevap anahtarı falan asılırdı. hacettepe tıpda sınav süreci çok acayip işliyor doğrusu. sınav öncesi ve esnası ösym ciddiyetinde geçerken nedense aynı ciddiyet sınav sonuçlarında bir türlü sağlanamıyor. hangi üniversitede 400 kişinin kağıdı optik okuyucuda 1 haftada okunuyordur? bizim optik okuyucu ilk icat edilenlerden olsa gerek. normal bir makine olsa yarım saatte okurdu. yada makine yenide bizim öğrenci işleri eski. bak bu mantığımı daha çok beğendim. en bayıldığım olaysa sınav sonuçlarının asılma süreci. öğrenci işlerinin önünde nöbet tutan öğrencilerle memurlar arasındaki kovalamacadan ibaret. nice yeni açılan üniversiteler şu web olayına geçti de bi hacettepe geçemedi. geçen bi geçmeye çalıştı eline yüzüne bulaştırdı. sistem kitlendi falan. altı üstü de 200 kişi girmeye çalışmıştır ama suçlamamalıyım sonuçta denedi bu da bişey. sanırım önümüzdeki yüz yıl içinde bir teşebbüste daha bulunur. 
      bir merak konumda hangi üniversitede sınav sonuçları gece 10da panoya asılıyordur? yapanı bulursam tez konum olarak bu kişinin ruh durumunu inceleyeceğim. 
        en komiği de ne biliyor musun? sınav yanlış okundu. hemde final. bir bölüm okunmamış(!) sevgili tebad (tıp eğitimi ana bilim dalı) çalışanları bu süreçte yaz için diyete girmişler beyinlerine glikoz gitmemiş ondan böyle bir şey olmuş. ama suçlamayalım onları gülben ergen gibi selülitle mi gitsinler denize. notların düşük olduğunu söyleyen arkadaşlara da "bir bölümden herkes sıfır aldı" demekle yetinmişer. doğru söylüyor adamlar ne yapsınlar 400 öğrenci aynı anda aynı bölümden sıfır aldıysa. demek ki hiçbiri çalışmamış!
          sevgili benliğim ve yüksek egom şimdi mutlu musun Türkiyenin en yüksek puanlı üniversitesinde okuduğun için? biraz daha zeki olsaydın da gideceğin üniversiteyi puanı haricinde biraz araştırsaydın ya. yok olur mu puanı yüksekse tercih edenlerin bir bildiği vardır. sen bu mantıkla devam et daha çok pişman olacaksın...

20 Haziran 2012 Çarşamba

8 fidanın yası

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 22:24 0 yorum
            "Şehitler ölmez vatan bölünmez" değil mi sevgili uyuyan halk? peki kaçınız 19 ekim 2011 de Hakkaride şehit olan 23 askerden birinin ismini hatırlıyor? eğer şehit yakınımız değilse bende dahil hatırlamayız. her seferinde aynı şey. her gün en az 1 şehit. sonra atılan sloganlar facebookta twitter de terörü lanetleyen yorumlar ve aradan 5 gün geçer... profil resmi yapılan siyah kurdelelerin yerini yine en havalısından fotoğraflarımız alır. çoktan unutmuşuzdur şehit haberlerini. ateş sadece düştüğü yeri yakıyor. geri kalansa gözlerini öyle bir yummuş ve açmak istemiyor ki  şehitler ölmez diyerek kendini kandırıyor. 50 yıldır kemiğe dayanan bıçağın sapını tutuyor. iyi uykular Türkiyem...

8 Haziran 2012 Cuma

çok yorgunum, beni bekleme kaptan...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:02 0 yorum
      3 aylık ömrünüz kaldığını bilseydiniz normal hayatınıza devam eder miydiniz? çoğunuzun cevabı eminim "hayır"dır. "okulu veya işi bırakır tüm varımı yoğumu satar yapmak istediğim her şeyi yapardım" deriz çoğumuz. peki 3 gün ömrümüzün kaldığının garantisi var mı? bunu bile bile hala mutsuz olduğumuz şeyler yapmaya, birileri için çabalamaya geleceğimizi kazanmak için okumaya çalışıyoruz. geleceğimiz olduğunu nereden biliyoruz? açık konuşalım çoğumuz şu dünyadan istediği çoğu şeyi yapamadan göçecek. bırakın diğer ülkeleri komşu şehri bile göremeyecek. "sık dişini şu okul bitsin, sık dişini biraz para biriktir, bir evim olsun rahat edeceğim, arabayı da aldım mı tamam, şimdide evlenmem lazım, çocuk yaptık geleceğini düşünmek lazım..." gibi bahanelerle çürüteceğiz ömrümüzü. bunların çoğunun yarıda kesilme ihtimali de yüksek. örneğin ben ömrümü okumaya adadım. kendimi bildim bileli bir şeyleri kazanmak için çalışıyorum. ilk sınıf birincisi olmak için çalıştım. sonra dershane birincisi oldum. oks de derece yaptım. fen lisesine gittim. orayı dereceyle bitirdim. Türkiyenin en iyi tıp fakültesine geldim ve hala tabiri caizse inek gibi çalışıyorum. ne için? gelecekte rahat etmek için. peki kim bana bir geleceğim olduğunun garantisini verecek. yarın ölmeyeceğimi kim söyleyecek? kimse! ama ben yinede çalışıyorum öyle mi? yazık bana hemde çok yazık. ben bu uzun ince yol olayından çok sıkıldım ve yoruldum. bu yola isteyerek başlamadım, kestirme yol istiyorum... ne güzel söyler cem karaca: Çok yorgunum, beni bekleme kaptan...
NOT: Teselliye ihtiyacım yok

6 Haziran 2012 Çarşamba

Rapunzel :(

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 10:44 0 yorum
        çok mutsuzum! bir insan saçlarını kestirince ne kadar üzülebilir? işte ben o "ne kadar" sorusunun sınırlarını zorlamaktayım. küçükken en sevdiğim masal rapunzeldi. hep upuzun saçlarım olsun istemiştim ve vardı ama ama...
       2 yıldır bir parmak fazla keser diye "kırıklarını al" bile diyemediğim o güzelim 80 santimlik saçlarımın bir anda bir karışını kestirince benim için anlamlı dünya için fevkaladenin fevkinde anlamsız depresyona bodoslama daldım. kuaförden çıktığım an eski ben değildim sanki o deli dolu şen şakrak kız gitmiş yerine ağır başlı 3 dinleyip 1 söyleyen kız gelmişti. kişiliğimin tamamını saçlarımda barındırıyormuşum da  haberim yokmuş meğer. bir anda "zaten kökü bende" mantığıyla aldığım bir karardan bu kadar pişmanlık duyacağımı hiç tahmin etmezdim. ben ani kararların insanıyım. bir anda şehir dışına çıkarım, bir anda okulu kırarım, bir anda saçımı pembeye boyatırım... her şey bir anda olur bende. öyle uzun uzun düşünüp hesap yapmak hiç bana göre değildir. o yüzden satrancı sevmem. benim hayatımda öyle oturup düşünmeye yer yoktur.  çok fena intikam alırım. ama inanın bu intikamlar da doğaçlama oluyor. yani hiç bir zaman oturup da intakam planları kurmam.
        mesela geçen yaz arkadaşımın bir arkadaşıyla tanıştım (kesinlikle isim vermeyeceğim) sonra metroda karşılaştık bu çocukla. yanındaki arkadaşlarına hava olsun diye sanırım bakıp sırıtmaya yanındakilere bişeyler söylemeye başladı. deli oldum. sakin kaldım. ama içimden de "bu iş burada bitmez dedim" daha sonra bu x kişisiyle bir daha karşılaştım. bu sefer yanımda bizi tanıştıran arkadaş da vardı. o an bu "acayip maçoyum" tavırlarıyla gezen şahsiyetinin ceketinin altına sakladığı bir demet çiçek olduğunu ve o gün bir kıza çıkma teklifi edeceğini öğrendim. nereden bilebilirim bu çocuğun daha sonra en yakın arkadaşımla aynı sınıfta olacağını. gerisini tahmin edersiniz. arkadaşıma bunları anlattım o da sınıfın ortasında söylemiş. önce inkar etmiş "benim gibi adamın çiçekle böcekle işimi olur" demiş. ama sonra detayları öğrenince itiraf etmek zorunda kalmış. faceden takip ettim arkadaşlarının nasıl dalga geçtiğini. bak bunları hatırlayınca biraz düzelir gibi oldu moralim. ühühühüühüh saçlarımmmmmmmmmmmmmm....
        benim moralim yok bari bi espürük yapıyım da sizin moraliniz yerine gelsin. geçen arkadaşlarım bana geldi. hayal kuruyoruz gelecekte nerde olmak isteri diye.
umut: pizza kulesinin dibinde pizza yiyelim
ben: o zaman eyfel kulesinin dibinde de eyfel mi yiyecez puhahahahahahah (diğerlerinin yüz ifadesi -_-)
enes: kız kulesini düşünmek bile istemiyorum (işte o anda herkesin yüzü =D )
      ben mutlu olamıyorum (saçlarımmmmmmm) ama size mutlu günler...

17 Mayıs 2012 Perşembe

üniversite şenlikleri :)

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:23 0 yorum
       selam gençlik nasılız bakalım? üniversitede olanlar için yılın en güzel vakitlerini yaşıyoruz. daha doğrusu ben yaşadım geçen hafta bir kısmınız hala yaşamaktasınız. evet şenliklerden bahsediyorum. nasıl geçti bakalım? bizim  şenlikler bu sene geçen seneye oranla daha sönüktü. bunun nedeni biraz sponsorlar biraz da gelen sanatçılar olabilir. yahu insan üniversite şenliğine ferhat göçer gibi bir salon sanatçısı çağırır mı? ezginin günlüğü iyi hoş da üniversite festivallerine gitmiyor. zaten sahne performanslarının da pek iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. gökçenin sahnesi çok komik. herkese tavsiye ederim. bilmediğimiz bi sürü dilde (bence çoğu uydurmaydı) şarkı söyledi. fransızca olduğunu düşünenler oldu, bir ara yunanca dendi. biz kısaca "gökçece" dedik:) grup 84ün sahne performansına diyeceğim yok ama admlar sanki şarkı söylemeye değil psikolojik danışman olmaya gelmişler. "biliyorum finaller zordur.biz zaten bitiremedik okulu..." diye başlayan bir konuşma yaptı solist. finale çalışmayıp festivalde eğlendiğimi yüzüme vurmak için ilahi güçlerce gönderildiğini düşünüyorum.
         duman... anlamadığım  bir nokta var. okul niye dumana o kadar para ödedi ki? Kaan zaten sahnede durmadı. 10 dakikada bir kayboldu gitti. gitaristler (zavallılar) çalıp durdular. sahnede olduğu zamanlarda da şarkıları biz söyledik. çok sevdiğim bir gruptur hatta Türkçe şarkı söyleyen duman, athena ve mor ve ötesidir benim için. ama o kadar çok çalıp gidelim havasındalardı ki... athena gelmişti geçen sene. adamlar şarkı söylemekten zevk alıyorlardı. sahneye çıkacak adam öyle olmalı. mor ve ötesinin de sahne performansı hiç iyi değil. benden söylemesi. gerçekten eğlenmek isterseniz athenaya gidin. yok ben damardan gireceğim gece boyu kafa sallayacağım diyorsanız dumana gidin. mor ve ötesine ise mecbur kalırsanız gidin. yoksa evde son ses açıp dinlemek inananın daha eğlencelidir. mutlu günler... :)

6 Mayıs 2012 Pazar

6 mayıs...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:08 0 yorum
     her 6 mayısda içimi bir suçluluk duygusu sarıyor. ne yapıyoruz diyorum  kendi kendime. Mustafa Kemalin bize "ilelebet bağımsız kalacaktır" diyerek bıraktığı, Deniz'in Yusuf'un Hüseyin'in ve daha nicelerinin uğruna darağacına koşarak gittiği ülkemizi biz ne derece koruyoruz?
     eskiden savaşlarda bir ülke gider diğerini fethederdi. topla tüfekle meydanda yapılırdı savaşlar. artık öyle değil ki. içten içe bağımsızlığımız elimizden alınıyor. kendi kendimize yetebilecek bir ülkeyken, dünyanın en verimli topraklarından olan mezopotamyada kurulmuş bir ülkeyken sebzemizi bile dışarıdan alır olduk. o kadar tembelleştirildik ki nasıl olsa kasapta satılıyor diyerek hayvancılıktan vazgeçtik. anca yatarlar diyerek güldüğümüz Yunanlılardan beter olduk. gözümüz bağlandı bağlayanın bir bildiği vardır diyerek gözümüzdeki bandı bile çıkarmadık. ülkemiz yabancı ülkelerin pazarı oldu sesimizi çıkarmadık. şimdi dünyanın en  pahalı etini yiyoruz ve ne yapıyoruz? hiçbir şey. kafamıza vurulup ekmeğimizin alınmasına öyle alıştık ki bu uruma isyan edenlere tuhaf bir şey yapıyorlarmış gibi bakıyoruz. sizi bilmem ama ben neslimden utanıyorum....

2 Mayıs 2012 Çarşamba

küçük mekan entrikacısı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:34 0 yorum
        1 mayısımız kutlu olsun!
        bugünkü konumuz küçük şehirle büyük şehir arsındaki öğrencilik farkı. aslında düşününce küçük şehir sıkıcı geliyor ama işte gerçekte öyle olmuyor. dedi. kodu sağ olsun insanların tüm eneji ihtiyacını karşılıyor. geçen hafta afyondaydım. final öncesi küçük bir gezi. şehirde sadece 4 5 tane öğrenci mekanı olunca herkes birbirini tanıyor ve işte o zaman: dedikodu zamanı...
         kim kiminle nerede sorularıyla gün başlıyor. tüm gün ne tiyatro ne sinema okuldan sonra ne yapılır başka? gezecek yer de olmayınca otur otur otur nereye kadar bir zaman sonra istemsiz kapılıyorsun bu dedikodu hastalığına
          işin özü şu ki bu küçük yer entrikacılarından bende istiyorum. mutlu günler...

18 Nisan 2012 Çarşamba

Dr. Ersin Arslan

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:52 0 yorum
         Türkiye de doktorluk mu? aklı olanın yapacağı şey değil. hekimlik bir meslek değil yaşamdır. normal bir meslek saatlidir. sabah gidersin akşam çıkarsın. senelik izin alırsın. doktorsan iş değişir. sabahın köründe gidersin. evet akşam çıkarsın ama her şey bir telefona bakar. gece 3 4 5 hiç fark etmez. bir kaza vardır kalkar gidersin. izin mi o da ne? tatile çıkmana bir gün kala hasta gelir durumu ağırdır. hastaneye yatırırsın. hadi şimdi sıkıyorsa bırak git. bizimki meslek değil demiştim. vicdan...
        ne yazık ki bu vicdan hastada ve hasta yakınlarında yok. saygısızlığı, nankörlüğü bir kenara bıraktım artık can güvenliği bile yok ki doktorların. dün akşam 17 yaşındaki bir genç 30 yaşındaki kalp damar cerrahını bıçaklayarak öldürdü. ne kadar kolay değil mi söylemek? peki yaşamak? 6 yıl en ağırından bir üniversite  hayatı., lanet TUSa hazırlanmak için çırpınma, üstüne 5 veya 6 yıl asistanlık, uykusuz geceler de cabası. peki ne için? çoğunuz para diyor değil mi? tamamen yanılıyorsunuz. bende tıp fakültesine başlamadan önce öyle düşünüyordum. ama öğrendiğim tek şey varsa o da doktorluk para için yapılacak meslek değil.
       parayla neyi alamayız biliyor musunuz? zamanı... dünyanın en zengin insanı olsan da bütün parayı saçsan da gençliğini geri getirebilir misin? peki o zaman insan gençliğini parayla harcar mı? tıp okumak gençliği harcamaktır. sorduğum soruya gelince çoğu hekim tıp fakültesini saygınlık için seçer. bir kısmı da kutsallığı için. ama bizim ülkemizde ne kutsallık kaldı ne saygınlık. oy toplamak için hükümetin sağlık politikasıyla doktorlar günah keçisi oldu. ve işte sonuç ortada. daha yeni evli, küçük bir çocuğu olan ve kim bilir ne planları olan bir hekim hunharca katledildi. bunu yapan veya azmettiren insanlar yarın öbür gün hastalanınca yine doktorun kapısını çalmayacak mı? üzgünüm ama bu toplum doktorsuz kalmayı hak ediyor. yarın grev var. bakalım ne olacak?
       doktor Ersin Arslan'a Allahtan rahmet diliyorum. eğer bir an önce müdahale edilmezse doktor Arslan son kaybımız olmayacak.

4 Nisan 2012 Çarşamba

herkes doktor!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:41 2 yorum
           selam gençler, yine uzun zamandır kayıplardayım özlendim biliyorum. malesef çok ağır bir komite geçiriyorum. hayatımda ilk defa biyofizik ve mikrobiyoloji dersi aldım. öğrendiğim bir şey varsa o da mikrobiyolojinin psikolojik destek verilmeden öğretilmemesi gerektiğidir. hasta oldum. ha bire el yıkıyorum. bu bozuk gözlerim mikroskop oldu sanki ellerimdeki staphilokokus epidermitisleri görür oldum. sanırım yardıma ihtiyacım var.
             biyofizik hakkında bi yorum yapamayacağım çünkü bi nane anlamadım. sadece örnek problemleri ezberledim bir de formülleri. yalnız şöyle bir problemim var ki formülleri ezberledim ama ne işe yaradıkları konusunda bir fikrim yok. yani hangi soruda hangisi kullanılır, hangi harf neyi simgeliyor en ufak fikrim yok. ama tabi ki güvendiğim bir şey var. hemen anlatıyım
            son 2 senedir ygs ve lys ye girenler beni çok iyi anlayacaktır. hani dershanede veya okulda bir grup insan vardır. şu haremlik selamlık dershanelere giderler, genelde özel okulda okurlar kendi çevrelerinden başka kimseyle takılmazlar. (yanlış anlaşılma olmasın genelleme yapmıyorum o okul ve dershanelerden birine 2 sene gittim ben de) bu kişilerin denemelerdeki durumları da hiç iç açıcı değildir. ama ne hikmetse sınava bir girerler hani Allah "yürü ya kulum" der ya bunlarda öyle... hayatlarında almadıkları puan gelir sınavda. ben bunun nedenini uzunca bir süre merak ettim. beni tanıyan bilir çok iyimser hiç kötü düşüncesi olmayan polyanna nın ruh eşi kıvamında bir kızım. hani bir dizide oynuyor olsam şu hiç bir günahı olmayan, kanatları olsa uçacak başrollerden biri olurdum (kendimi çok mu övdüm ne?) yani ben böyle bir insan olunca aklıma da kopyaymış şifreymiş hiç gelmedi tabi. ama haklı da çıktım. şifre verildi diyenler kendinizden utanmalısınız. gerçeği açıklıyorum: ak sakallı dedeler... evet ak sakkalllı dede konseyi bir karaar almış ve bu ermiş insanların rüyalarına girerek cevapları veriyormuş. geçen bir ak sakkalıyla görüştüm. bu sırrı okuyucularım hariç kimseye söylemeyeceğim konusunda söz verdim. karşılık olarak da cevapları rüyamda alacağım. sıkı bir pazarlık olduğunu itiraf etmeliyim size anlatmak konusunda çok ısrarcı davrandım. ne kadar iyi bir yazarım yahu!
            yanda gördüğünüz resim benim çalışma masam. pardon "artık notlarımın sığmadığı çalışma masam" bu aksakkalı olayına girmeden önce bunların hepsini ezberlemeye çalışıyordum. şimdi bıraktım tabi gün boyu televizyon, internet gel keyfim gel. müge anlıyı bile izliyorum. hele moda programları hiç kaçırmam. eski diziler kuşağında çemberimde gül oya, akşamları da artık hangi dizi hangi film olur bilmem. anlayacağınız keyfim iyi. demin haberlerde gördüm bizim üniversitenin doku nakli komisyonuna dava açılmış. bu bile bozamaz keyfimi. hatta hemşireler de doktor oluyormuş. olsunlar tabi ya. hatta öğretmenler savcılar hakimler, bizim bakkal hacı amca, manav mustafa abi de olsun ya. kimse mahrum kalmasın. bende mezun olunca artık bi tabela alırım üstüne "seyyar ameliyat yapılır" yazarım öyle dolanırım. ne olacak sanki. nasıl olsa bende ders çalışmıyorum. önceden olsa isyan ederdim ben o kadar çalışıyorum niye herkes doktor olacak  derdim. şimdi içim rahat. artık hasta ölümünde bir patlama  yaşanır mı, ameliyatlardan kaç insan sağlam çıkar benim problemim değil nasıl olsa. burası Türkiye her yapılana eyvallah demeliyiz. çünkü biz düşünemeyiz ne de olsa birileri bizim yerimize hep düşünüyor zaten boşversenize beyin bedava. mutlu günler..

14 Mart 2012 Çarşamba

bir erkeğin başına gelebilecek en kötü şey

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:53 0 yorum
             pi 3.14 gününüz kutlu olsun :) tamam çalıntı bir espri olduğu kabul ediyorum ama çok hoşuma gitti. bugün tıp bayramı. bana her gün bayram ama bu gün 2 kat bayram çift katlı tost gibi yani (sanırım acıktım). size bir sır vereyim mi? ben bugünün neden tıp bayramı olduğunu az önce öğrendim hemen sizinle de paylaşmak istedim.
            13 Kasım 1918'de İngilizler, İstanbul'u işgal etti. İşgalciler daha sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'ye el koydular; karargâh merkezi yaptıkları okulda, üç kişinin dahi ders dışında bir araya gelmesini yasakladılar. Tıbbiyeli Hikmet (Boran) ve arkadaşları, okulun işgaline karşı 14 Mart 1827'de eğitime başlayan Tıbbiyenin, o güne kadar hiç kutlanmayan kuruluş yıl dönümünü kutlama toplantısı düzenlediler. Okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı asarak bütün öğrencileri büyük salonda toplantıya çağırdılar ve işgali protesto ettiler. İşgal kuvvetleri, olaya müdahale ettiyse de gösteriye engel olamadı. Tıbbiyeliler, 14 Mart 1919 günü büyük salonda toplandı. Büyük bir coşku ile, hem okulun açılışı anıldı hem de işgal protesto edildi. İngilizler toplantıyı şiddet kullanarak dağıttı, birçok öğrenciyi tutukladı.
Bu nedenle 14 Mart tıbbiyelilerin emperyalizme başkaldırışlarının yıl dönümüdür.
           bence çoğu doktor veya doktor adayı da benim gibi bilmiyordur bunu. bilgi birikiminize bir katkım olduysa ne mutlu bana.
           evet şimdi size bir sorum var? bir erkeğin başına gelebilecek en kötü şey nedir? geçenlerde bir arkadaşımın başına bir olay geldi. adamın enkaza dönüşünün seslerini duydum diyebilirim. hoşlandığı bir kız vardı uzunca bir süredir. kıza binbir güçlükle ıkına sıkına çıkma teklifi etti. kız hiç ikiletmeden kabul etti. akşam beraber sinemaya gidecekler. tabi bu iki dirhem bir çekirdek hazırlandı. son 2 saat falan var sinemaya bu gitmeye hazırlanıyor. kız aradı. keşke buraya sesimi de koyabilsem de tonlamayı duysanız. çok normal bir şeymiş gibi "alo, şey ben bişey sorcaaaam. acaba erkek arkadaşıma da bilet bulabilir miyiz?"( tabi bu yazıyı aklınıza avrupa yakasındaki selini getirerek okursanız daha etkileyici olabilir.) kız bir şeyler anlatmaya devam etti ama ben arkadaşımın dinlediğini hiç sanmıyorum çünkü o sıra telefonu yüzüne doğru tutmuş aptal aptal bakıyordu. bu eğer bir kız arkadaşımın başına gelse tepki sıralaması şu olurdu:
1. öfke krizi
2. ağlama krizi
3.depresyon safası
4.yeniden ağlama
5. yeni bir teklif
           ancak erkeklerde bu sıralama hiç böyle olmuyor
1.tepki yok
2.tepki yok
3.tepki yok
           e durum böyle olunca kızlardaki destek olma, "boşver ya sen daha iyilerine layıksın hem burnu eğriydi ne o öyle kazma gibi dişleri vardı, boyu da yedi cücelerle yarışırdı" gibi laflar işe yaramıyor. dayanamayıp "abi, o saçlar neydi öyle 2 pırtık 1 yıla kel kalır" dedim ve sustum o bakışları görmeniz lazımdı. o an anladım  böyle durumlarda yapılacak en iyi şey "benim de zaten işim vardı" deyip topuklamak. mutlu günler :)

3 Mart 2012 Cumartesi

ilk çift kol-bacak nakli

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:03 0 yorum
         Bir ameliyat ancak bu kadar dile düşebilirdi heralde. zaten doktorlu köyle bir meslektir ki herkes sizden daha çok bilir. herkesin bir yorumu vardır illaki. okuma yazması olan olmayan herkes uzmandır bu konuda. evet okulumuzda Hacettepe tıp fakültesinde yapılan çift kol bacak naklinden bahsediyorum.
          bir ülkede ihtilal olur. ihtilali başlatan komutan eğer başarılı olursa kahramandır, başarısızsa hain.. isim veya örnek vermeye gerek yok herkes az çok tahmin eder. eğer bu ameliyat başarılı olsaydı, hasta sağlığına kavuşsaydı ameliyatı yapan doktorlar kahraman ilan edilecekti tıpkı Akdeniz üniversitesinde ilk yüz naklini yapan doktor gibi ki o doktor da uzmanlığını hacettepe üniversitesinde plastik cerrahi bölümünden almıştır. ama olmadı. malesef hasta vefaat etti. çok üzücü bir durum bu bir gerçek ama en küçük ameliyatlarda bile ölüm tehlikesi zaten vardır. bu yüzden hastaya ameliyata girmeden önce tüm sorumluluğun kendine ait olduğunu belirten bir kağıt imzalatılır.
            medyadan takip ettiyseniz ameliyatı yapan doktor hakkında hırsından dolayı yaptı, akdeniz üniversitesindeki doktora yetişmek için yaptı gibi haberleri mutlaka görmüşsünüzdür. öncelikle bu ameliyat bir anda olaca bir şey değildir. bu ayların çalışmasıdır. uygun alıcı verici bulunur. bütün her şey prosedüre uygun olmak zorundadır. yani akdeniz üniversitesi yaptı bir hafta sonra biz yapalım gibi bir durum olamaz. ikinci olarak doktorluk vicdana dayanır. hiç bir doktor hırsından dolayı gerekli testleri yapmadan bir ameliyata girmez.
           bir de şu mevzu var. bizim edebiyat hocamız bile geçen derste sorunu çözdü. 10 tane uzman doktorun bilemeiği şeyi bildi. "önce bir kolu sonra diğer kolu sonra bir bacağı en son da öbür bacağı taksalardı böyle olmazdı" dedi. sanki alıcı verici uyumu sürekli bulunan bir şey. diyelim bir kol takıldı. aradan bir yıl geçti. diğeriyle aynı boyutta aynı uzunlukta bir kol bulmak mümkün mü? tabi ki hayır.
           son olarak: ilk kalp nakli ameliyatının başarısız olduğunu biliyor muydunuz? şu an bir çok üniverisitede yapılan, binlerce insanı ölümden döndüren kalp nakli bu başarısız ameliyat sayesinde gelişti. ancak medya ameliyatı yapan doktorun üzerine bu kadar giderse bir daha doktorlar nasıl cesaret edecek böyle bir ameliyata. daha da kötüsü bu tür haberler organ bağışını azaltacak. biim medyamız kendi çıkarları için bu kadar suçlayıcı olmaya devam ederse ülkemiz bilimsel çalışmalarda avrupayı takip etmeye muhtaç olacaktır.

25 Şubat 2012 Cumartesi

MAĞDURUM, MAĞDURUM DA MAĞDURUM!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 04:05 0 yorum
           inanmayacaksınız ama evde garip şeyler oluyor. bu ara sihirli annem, acemi cadı gibi diziler de izlemedim aslında ama sanırım zihnim benimle dalga geçiyor. ya da sürekli "evde yalnız kalınca korkmuyor musun?" gibi sorulara "hayır" cevabını vermekten yorulduğunu bildiren dilim artık "evet" demek istiyor. şimdi iki olayı da anlatışa geçiyorum.
        ilk olarak bir akşam bulaşıkları yıkadım, mutfağı temizledim böyle cif, domestos vs. reklamlarına çıkacak kıvama getirdim mutfağı. tezgahın üstünü iyice toparladım. sonra odama çıktım aradan tahmini olarak yarım saat geçtikten sonra (bu arada olay sürecinde evde yalnız olduğumu belirtmek isterim) mutfaktan tıkırtı duydum cam sesi gibi ama pek aldırmadım. üstten veya alttan gelmiştir dedim. biraz zaman geçtikten sonra susadım ve mutfağa indim ne göreyim: tezgahın üstünde çay bardağı vardı. birincisi asla yapmayacağım şey çay bardağıyla su içmektir ki misafir gelmediği sürece çay bardağı kullanmayız. ikinci olarak ben mutfağı toplarken tezgahın üstünde bir şey bırakmadığıma her türlü iddiaya girerim.
        ikinci olayda bu yazıyı yazmamdan bir kaç saat önce yaşandı. eteğimin düğmesi koptu. bende dikmek için eteği çalışma masamın üstüne koydum çekmecenin içinde harıl harıl siyah iplikle iğne arıyorum. arkadaş çekmece öyle bir hale gelmiş ki it eniğini bulamaz.bir yandan da yan odada olan arkadaşıma iplikle iğneyi görüp görmediğini sorup olumsuz yanıt alınca artık kaderime boyun eğmiş bir vaziyette  çekmeceyi kapatıyorum ve eteği dolaba asmak için elime aldım tam o sırada parmağımda bir acı hissettim bir bakarım ki eteğin üstünde siyah iplik geçirilmiş bir iğne. tabi ben şok. nasıl oldu hiç bir anlam veremedim. mantıklı bir açıklaması olduğuna eminim ama bulana kadar iğne fobim olacak herhalde. işin komik tarafı ben değil arkadaşım korktu uyuyana kadar masal anlatmak zorunda kaldım.
         neyse gece gece böyle şeyler yazmaya hiç lüzum yok di mi? siz benim uçuş sevdam yüzünden başıma geleni bilmiyorsunuz. geçen gün yamaç paraşütü için tepeye gittik. hava güneşli, ama ne hikmetse 10 kat giyinmeme rağmen titriyorum. artık derece eksi kaçlarda geziyor hiç bilmiyorum ama sanırım rahat eksi 10 var. yerde yarım metreye yakın kar.ama  inatla "uçacam" diyorum. sonuç olarak amacıma ulaştım ve uçmaya başladım. yamaç paraşütünde uçmak güzeldir de yere indikten sonra paraşütle tepeyi tırmanmak hele de karlı havada anlatılmaz yaşanır bir olaydır. o havada bile nasıl terliyorum anlatamam. tepeye vardım artık canım  çıktı ama. bir kayanın üstüne oturdum. yüzümü güneşe döndüm. yerden bir avuç karı da alıp bir güzel yüzüme sürdüm. biraz da rüzgar vuruyor ki oh! işte öyle değil. devamında mağdurum mağdurum da mağdurum! ertesi gün okula giderken kırmızı renkten nefret ettim. çünkü her türlü "kırmızılı esprinin" kurbanı oldum. bir daha domates yememeye tövbe edecek kıvama geldim. amfinin kapısından girdiğim anda gelen tepkiler "hazan nerede düştün? hazan niye ağladın? hazaaaaaaaaaaan kıpkırmızı olmuşsun, tokat mı yedin?" tabi bunlar yüzüme karşı denenler bir de arkamdan konuşulan kısım var " ayyyyy kızı gördün mü hahahaha allığı fazla kaçırmış ne komik olmuş!" ya evet ben yanaklarımı geçtim artık burnuma da pudra sürüyorum hem de kırmızı. aslında hep palyaço olmayı hedeflemiştim beceremeyince bende benzemeyi hedefledim. yahu kimsenin aklına mı yandığım gelmez. gerçi kara kış günü haksız da sayılmazlar. millet soğuktan donuyor benim yüzüm yanıyor.   işin garibi doktora gittim doktorla aramızda geçen konuşma:
ben: doktor hanım merhaba yüzüm yandı ne önerirsiniz?
doktor: ben pudrayı fazla kaçırdın sanmıştım
Allahtan 3 5 güne düzeldim. yoksa bu pudra muhabbetini daha fazla kaldıramazdım sanırım. aman siz siz olun kar kış soğuk demeyin. bu güneşin işine hiç belli olmuyor. şak diye yakıveriyor. siz kendinize dikkat edin benim gibi "pudra mağduru" olmayın. mutlu günler:)

14 Şubat 2012 Salı

kendim ettim, kendim buldum!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:41 0 yorum
         "bir insanın kendi kendine ettiğini 9 köy bir araya gelse yapamaz" diyen anneanneme hiç bu kadar hak vermemiştim. zaten anneannem bir şey diyorsa hiç boşuna demiyordur. ama bu lafı söylerken sanırım benim bugünkü halimi görmüş. ne mi oldu? anlatayım da siz de benim yaptığımı yapmayın, ibret olsun size.
          çok aptal olduğunu bildiğim ama bir türlü vazgeçemediğim bir huyum var. yeni bir şey aldım mı onu kullanan veya giyene kadar içim rahat etmez. ikinci bir aptal huyum da ilk günlere verdiğim önemdir. okulun ilk günü mutlaka şık olmalıyım, tatilin ilk günü mutlaka özel olmalı felan... bu iki aptal huy birleşince ortaya korkunç sonuçlar çıkıyor, bugünkü gibi...
           bugün 2. dönemin ilk günüydü. ben her tatil dönüşünde olduğu gibi gardolabımı neredeyse yenilemiş bir vaziyette dönmüştüm ankaraya. ve bu alışverişte aldıklarım arasında önemli bir parça da vardı: ilk ince topuklu ayakkabılarım. insan bazen gerçeği değil arada bugünde sırf görmek istediğini görür ya sabah pencereden bakarken lapa lapa yağan karı, yerde cam gibi parlayan buzu değil de azıcık ce e diyen güneşi gördüm sadece. bir güzel giydim elbisemi, altına giydim 10 santim topukluları, koluma da taktım çantamı, podyumda yürüyormuş gibi çıktım dışarı. ama bu arada gün boyunca yaptığım tek akıllıca işi de yaptım. çantama bir bere koydum. içimden de "şimdi yağmıyor ama belki dönüşte yağar" dedim. apartmanın kapısından çıktığım anda anlamalıydım durumu ama ben anlamamakta ısrar ettim. bir arabanın penceresinde saçlarımı bozmadan taktım beremi. devam ettim yoluma. ilk bir dakika boyunca inkar etsem de sonrasında kabul etmek zorunda kaldım acı gerçeği: manyak derecede kar yağıyordu, şemsiyem yoktu ve en kötüsü de ayaklarım freni patlamış araba gibi kayıyordu. kabul aşamasını geçtikten sonra artık mücadele aşamasına gelmiştim. her adımı sanki çok büyük bir olaymış gibi resmen matematiksel hesaplar yaparak atıyordum. "ayağımı şuradaki buz parçasının 5 milim aşağısına, topuktan buruna doğru artan basınçlarla saat 12 yönünde atmalıyım" tabi bu hesaplamalar sırasında 10 dakikalık yolu yarım saatte almaktaydım. ve sırılsıklam olmuştum. her seferinde almayı ertelediğim şemsiyeye, hayatımın hatasını yaparak giydiğim topuklulara, bir türlü durmayan kara ama en çok da kendime saydıra saydıra yürürken daha doğrusu yürümek için yoğun bir çaba sarf ederken, önümde topuklularla sanki bir yaz günü kumsalda plaj terliğiyle yürüyüş yapıyormuş gibi yürüyen insanları gördükçe daha çok sinirlenerek geldim okula. evet düşmeden gelmeyi başardım. ama bu yüzden kendimi tebrik edecek değilim. o yarım saatte yaşadığı korkuyu ben bilirim. kaldırımdan inerken o 20 santimlik kaldırım taşının uçurum gibi görünmesi nasıl bir durumdur yaşamayan bilemez ki siz siz olun aman yaşamayın.
               gelelim bugünün anlam ve önemine diyeceğim ama benim için sadece kapitalizmin bir oyunu. yazık değil mi 15 şubata. niye onun bir özelliği yok? nerede eşitlik, nerede adalet? ama bazen de genel kurallara uymak gerekir. biz de bugün "yavuklular günü"nü değil "saplar günü"nü kutladık. bu kutlamada birlikte olduğum tüm "sap" arkadaşlarıma sevgilerimi gönderiyorum. en kötü "saplar günü"nüz bizimki kadar güzel olsun. mutlu günler :)

10 Şubat 2012 Cuma

tatilin son günleri...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 02:33 0 yorum
Selam baylar bayanlar bu karlı havalarda buzda kayanlar! haliniz keyfiniz nasıl? ben meteorolojiden "havalar yarından itibaren 15 derece artacak" açıklamasını duyduğumda süper derecede mutlu olacağım. karı severim (karı değil kar'ı severim aslında karı da severim ama çirkin olacak güzelini kıskanırım mesela Adriana Lima yı hiç sevmem nefret ederim) dedim, dediğime diyeceğime pişman oldum. ben kardan adam yapılabilecek, kar topu oynanabilecek kadar karı severim dedim. buzul çağına girmemize yetecek kadar kara gerek yoktu. Burdan çıkardığım ders artık ilahi güçlerden bir şey isteyecek olursam miktarını da belirteceğim. yoksa kaş yaparken göz çıkarıyorum.
           şimdilik evde, tatilde halim iyi 12 saat yatakta 11 saat tv karşısında yatış pozisyonundayım. (kalan 1 saat elzem ihtiyaçlar için) korkuyorum bu gidişle yürümeyi unutacağım. kalorifer de sıcak. oh gel keyfim gel ama bu gelen keyfin bir de acı gidişi oluyor. tıpkı benim ankaraya dönüp okula gidişim gibi. okulu seven ve 15 günlük tatilde arkadaşlarını çoooook özleyen benim gibi biri için okula gitmek şuan eziyet gibi geliyorsa tüm suçlusu eksinin altında olan sıcaklık ve yerden bir türlü kalkmayan ve her gün "Allahım bugünde bir yerimi kırmadan 2 ayağımın üstünde eve varabileyim" diye yalvarmama sebep olan buz tabakasıdır. ayrıca şuan düşündüğüm başka bir olay da gelirken yaşadığım "roter" vakasını giderken de yaşamamak. saat gece 12 de varmam gereken Trabzon'a malesef saat 2.30 da vardım. işin ilginç yanı ben bu uçağa yetişmek için 16.30da biten sınavdan 15.00da çıktım. eğer o sınavdan düşük alsaydım kendime her türlü çok pis söverdim yani. Allahtan sövmeme gerek kalmadı. yani bu araya sıkıştırayım tıp eğitimimin ilk dönemi gayet iyi bitti.
            sınavdan önceki yazılarımı okursanız tıpın ne lanet ne okunmaz bir bölüm olduğu yargısına varabilirsiniz. ama gerçek şu ki o kadar da zor değilmiş. sınav öncesi yazıların psikolojik baskı altında yazıldığını kabul edebiliriz. henüz üniversiteye başlamamış arkadaşlar eğer tıp'a gitsem mi diye düşünüyorlarsa tahmin edildiği kadar zor olmadığını söylemeliyim. aslında tıp okumanın en güzel yanı ne biliyor musunuz? şu an ki şartlarda en uzun süreli bölüm olması. neresi güzel demeyin. öğrencilikten kebap iş mi var? ne işleri yetiştirme sıkıntısı, ne aile geçindirme derdi, ne patron dırdırı ne de "bu yılı da işten atılmadan geçirebilecek miyim?" düşüncesi var. tek sorumluluk ders çalışmak. 24 saatin 2 saati çalışsanız, hadi 2 az derseniz 4 yapalım, kalan 20 saatte hiç bir sorumluluk yok. gez, toz alışveriş yap, arkadaşlarınla geyik yap, alemlere ak... say say bitmez... tabi bunu lise için söylemiyorum. lise üniversitenin yanında esaret gibi geliyor. bilmiyorum sadece benim mi üniversite hayatım çok iyi geçiyor ama ben 7 yıllık üniversite hayatımın 1.5 yıllı bittiği için oturup ağlayabilirim. keşke hep öğrenci kalsam. tabi aklınıza "o zaman uzak okulu" gibi şeytani düşünceler geliyor ama o uzatılan 1 yılda oluşan psikolojik baskının normal üniversite hayatından çok daha farklı bir durum yaratacağını hatırlatmak isterim.
            vampir gibi geçirdiğim bir tatilimin daha sonuna gelmişken yazdığım bu yazıyı okuma zahmeti gösteren okuyucularım çok şanslısınız. (teşekkür edeceğimi sandınız dimiiiiiii? ama yanıldınız) en azından hayatınızdaki sıkıntılardan bir iki dakikada olsa uzaklaştınız. son olarak size şunu söyleme istiyorum. en son "kış bahçesi" diye bir roman okudum. dün gece bitti. göz yaşlarımı ve sümüğümü silmek için her sayfanın sonunda ara vermeseydim sanırım 1 saat erken bitirirdim. harika bir kitaptı. şiddetle tavsiye ediyorum. veeeeee bugünlükte bu kadar. mutlu günler :)
           

24 Ocak 2012 Salı

Vurlduk Ey Halkım Unutma Bizi!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:26 0 yorum
UĞUR MUMCU ve GAFFAR OKKAN'ı saygı ve rahmetle anıyoruz



Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşında kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutama bizi...

Bağımsızlık Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, prangalar vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi...

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile, karşısındakilere bağırmamış insanların önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz hepimizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi...

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
                                                                                                     UĞUR MUMCU

22 Ocak 2012 Pazar

HRANT DİNK

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:39 0 yorum
                komite öncesi yine evdeyim ve ders çalışmaya çalışıyorum. kafa dağıtmak kendi kendime de olsa dertleşmek amaçlı geliyorum karşınıza. aslında dün gece yatarken uykuyla uyanıklık arasında yazacağım konuyu ve genel hatlarını belirlemiş komik bir yazı yazmayı düşünüyordum. (belki ilerde yazarım diye konuyu söylemiyorum) geçtim bilgisayarımın karşısına. iğrenç bir alışkanlık olduğunu bildiğim halde vazgeçemediğim bir biçimde ilk olarak facebook a girdim. bildirimlerime baktım sonrada paylaşılan yazılar arsında gezinirken yine klasik olarak Hrant Dink hakkında atılıp tutulan yazılarla karşılaştım. nedendir bilmem özellikle trabzonlu arkadaşlarım çok seviyorlar bu konuyu. kim olduğunu geçtim bir insan öldürmüş olan, bir katil olan Ogün Samast'ın kahraman olarak anıldığı . beyaz berenin gurur işareti sayıldığı bir memleketten böyle yazılar yazan insanların çıkması doğal aslında. yanlış anlamayın Trabzonluyum ve gurur duyuyorum. ancak şu bir gerçekki trabzon milliyetçi duyguların çok fazla suistimal edildiği bir yer. konuya gelecek olursak bir arkadaşım: "Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistanla kuracağı asil damarda mevcuttur" yazmış Hrant Dink'in sözü olduğunu iddia ederek altınada okkalı bir küfür savurmuş. başka bir arkadaşım da "Bir papa öldü herkes Hristiyan oldu, bir Hrant öldü herkes Ermeni oldu, onca şehit verdik kimler Türk oldu yazmış" 
                 öncelikle söylemem gereken bir şey var: "ayşe sadece çalışkan değildir" cümlesinden "sadece" sözcüğünü kaldırırsak ne olur? "ayşe çalışkan değildir" peki benim söylemek istediğim bu muydu laf tam tersine döndü. eğer cümleleri tam okumuyorsak ben size Kur'an dan İncil'den Tevrat'dan "iyi olmayın, ibadet etmeyin" gibi yazılar bile bulurum.. Dink'in cümlesine dönecek olursak açıkcası Hrant Dink'i ne yazıkki ölümüyle tanıdım. ne yazık ki diyorum çünkü bu benim cahilliğimin göstergesi. o zaman bazı televizyon kanallarında gazetelerde arkadaşımın yazdığı cümleyi söylediği yazılırken bazıları da Hrant Dink'in Ermeni meselesi konusunda gayet ılımlı olduğunu, kendi için "Türkiyeliyim" dediğini ve ırkçı bir tututm sergilemediğini yazıyordu. bu çelişki içinde bende merak ettim aslını öğrenmek istedim. evet Hrant Dink gerçekten böyle bir cümle söylemiş ama bakın nasıl demiş: "Ermeni diasporası, Ermeniler ve asala yıllar boyu yaptıklarıyla ve söyledikleriyle Türk halkının kalbine öyle kin tohumlar ektiler ki; ermeni kelimesi düşman, emeni dölü sıfatı orospu çocuğu anlamına gelmeye başladı. Türk halkının damarlarında akan bu kin ve nefret dolu kanın boşalması ve yerine doldurulabilecek temiz kan -yani iyi niyetli, normal düşünceler- bu nefret tohumlarını eken Ermenistanın ve Ermeni diasporisinin yapabileceği bir şeydir. bunu yaptığınız taktirde Ermenistan ve Ermeniler için daha huzurlu bir yaşam ortaya çıkacaktır, tabi Türkler için de." şimdi aklı mantığı olan bir insan aynı olduğu iddia edilen iki cümle arsındaki farkı anlayamaz mı? Lütfen bir şeyi tam anlamadan yorumlamaya kalkmayalım. zamanında Ogün Samast'ın azmettiricileri de böyle kandırdılar onu çünkü. belki de insanların dediğine inanmayıp kendi "bu adam ne demiş?" diye açıp baksaymış Hrant Dink şuan yaşıyor olurdu.
               diğer konuya gelirsek, bizim genel bir özelliğimiz vardır: bir şeyi yüceltmek için illa başka bir şeyi kötüleriz. Örneğin A ve B takımları maç yapar A takımını destekliyorsak "çok yaşa A" demekten ziyade "geber B" demeyi tercih ederiz. sanırım yetiştirilme tarzımızdan kaynaklanan bir şey. biz karşılaştırma yapmadan sevip yüceltemiyoruz. siyaha siyah dememiz için illa beyazla karşılaştırmamız gerekir. oysa beyaz olmasa da siyah siyahtır. burda da aynı mantık var. şehitlerimiz için hepimiz çok üzülüyoruz. hepimizin ailesinden birileri askerde. bir şehit versek ailemizdenmiş gibi içimiz yanıyor. ancak şehitlere üzüldüğümüzü ifade etmemin yolu Hrant Dink'i mi kötülemek? ben bunlar arasında bir bağlantı kuramıyorum. Dink sadece Ermeni olduğu için öldürüldü. bunu prtesto etmek amaçlı 'hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz' dendi. 5 yaşındaki çocuğa söylesen anlar bunu ama bizde bazı kafalar var ki orta çağdaki kiliselerde bile böyle bağnazlık görülmemiştir. 
             değerli okuyanlar, Hrant Dink "Ermeni toplumu çok kapalı yaşıyor, kendimizi anlatsak önyargılar kırılır" düşüncesiyle Agos gazetesini çıkarmış, Ermeni Diasporasına 1915 olayları için "soykırım" kelimesini içermeyen daha yumuşak bir muhalefet çağrısında bulunmuş bir insandır. Ayrıca "ben Türk değil, Türkiyeliyim ve Ermeniyim" dediği için Türklüğe hakaretten 3 yıl yargılanmış bir insandır. Ermeni olduğunu kabul etmesi Türklüğe hakaretse, Almanyadaki Türkler de o zaman biz Almanız desinler "Türküz" derlerse Almanlığa hakaret olmaz mı?
               düşüncelerim ve diyeceklerim bunlar. bazılarınızın bana katılmadığına eminim zaten bu yazıyı yazarken de kimseyi ikna etmek gibi bir amacım yoktu. ancak kim ne düşünürse düşünsün ülkemde bir gazetecinin haince katledilmesinden utanç duyuyorum. Ölümünün 5. yılında kendisini rahmetle anıyorum..

15 Ocak 2012 Pazar

Bir Kış Gecesi Rüyası

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:28 0 yorum
           ankara ya gri diyenler utanın. akşamdan çamurlu bir geceye bıraktığım ankara sabah bembeyaz olmuştu. işte en sevdiğim hali bu şehrin. manzara izlemekten nefret eden ben kar yağınca hiç dayanamam. şimdi de aldım bilgisayarımı geçtim pencerenin karşısında manzaralı manzaralı yazmaktayım. evdeki vatandaşlar uyansa gece yağarken kaçırdığımız karın keyfini çıkarırdık. komiteye çalışmak uğruna akşam 10 da yatıp sabah 8 de uyanan ama malesef uyandığında dersin başına değil pc nin karşısına geçen biriyim ben ama inanın kendimi değil sizi düşündüğümden. dedim sayın okuyucular beni özlemiştir. haklıyım dimi :)

    dün akşam kaçırdığım karın etkisiyle mi yoksa komiteye çalışacak olmanın verdiği rahasızlıktan midir bilinmez garip garip rüyalar gördüm. rüyamda bir ara gizli ajandım. ingiltere de (doyamadım sana) bir kalenin içinde geçiyor rüya. merak edenlere söyleyeyim mekan West Sussex de Arundel Castle.  biz 5 kişiyiz karşı grup sınırsız takım elbiseli ve güneş gözlüklü matrix çakması heriften oluşuyor. amaç (tamam komik ama bu bi rüya) kulenin tepesindeki ipte kendini asmak. o zaman sihirli güçler asan kişiye geçecek (sihirli annemin hafta içi hergün yayınlanmasının hazin sonucu) uzun süreli bir adam öldürme maratonunun ardından (bildiğiniz bir Tomp Raider dım) bizim grupta 2 telef ve 3 kişi kalıyoruz. hiç kötü adam kalmadı bu nasıl iş demeyin. bu sırada bizdeki bir kızın karşı grubun ajanı olduğunu anlıyoruz. bundan sonrası anlatılmaz yaşanır. o kalenin içindeki merdinlerde tekmeyle yuvarlamalar mı yumruklar mı ne ararsan var. sonuç olarak arkadaşım da yaralanınca hain  ajan ve ben kalıyoruz. tabi arkadaşımın yaralanma sahnesinde izleyiciler göz yaşlarına boğuluyor. cesur bir şekilde "beni bırak sen git" diyor. hıçkırık salya sümük ama ben cesur yüürek hiç ağlamıyorum tabi. görev her şeyden üstündür prensibiyle tırmanıyorum kuleye.
           tam ben kuleye varıyorum ki bir de ne görüyim hain ajan kendini asmış. yetişemedim. (hiç benim rüyamda ben kaybeder miyim?) kızı saçlarından tuttuğum gibi çekmeye çalışıyorum ama nafile. sihirli güçler ona geçiyor amma ve lakin tam bu esna da  sihir mahkemesinden görevliler geliyor.(gündemimizde o kadar dava varki balyoz, engerek'on vs. etkilenmemek mümkün değil) benim bildiğim ama sizin bilmediğiniz bir kural var ki o da şu "bir insanı öldürürken görüntülenen (paparazilere yakalanan da diyebiliriz) alamıyor sihirli güçleri"  ben çıkarıyorum süper bilgisayarımı çantamdan (tüm o koşturma boyunca taşımışım sırtımda) ve süper bilgisayar kullanma becerimle bu koşturma esnasında çektiğim bir iki öldürme sahnesinin içine koyuveriyorum kızı. evet kabul sahtekarlık ama sonuçta gerçekten öldürdü. hem iyi karakterler kötü şeyler yapma diye bir kural yok ki! sonuç olarak sihirli güçler bendeeeeee. yuppiiii! sonra kendimi bir kilisede buldum. heralde suçumun karşılığı olarak günah çıkartmaya geldim o kısım biraz mechul. kilisede ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışırken birden uyandım. bir de ne göreyim. gece sıcaktan bunalınca açtığım penceyi açık unutmuşum. üstümden yorganı atmışım. işin özü kıçım acık kalmış. işte tüm rüyamın nedeni. kendini sihirli güçleri olan bir ajan sanan ben için burası bir yıkım. ben bi 5 dakka depresyona girip gelebilir miyim?
           işte o kadar afilli şanlı şöhretli bir rüyanın ardından uyanıp kendini "bugün biyokimya mı çalışsam yoksa histoloji mi?" derken bulmak. kafanı çevirdiğin anda duvara yapıştırdığın, ezberlemen gereken notları görmek, hayatın acımasızlığının bir kanıtı değil mi? işte dostlar benim ki de bir kış gecesi rüyası olarak maziye karıştı bile. ben isyanlardayım siz mutlu kalın :)

 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea