31 Aralık 2015 Perşembe

Dipten Uca 2015'e Veda

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 15:56 0 yorum
             Ve işte yılın son yazısı... "Ah 2015, sen de mi gidiyorsun? Sen de mi bitiyorsun?" deyip de arkasından deli gibi konuştuğu insanlarla "best friends forever" şeklinde fotoğraf atan densiz ya da hadsiz mahluklara mı benzeyeyim? Yok yok demem. Yalnız şu bir gerçek ki önceden bu davranış hep kadınlara yakıştırılırdı. Altın günlerinde toplanan teyzeler "kızlar bizim Aysel'in kocasını geçen kiminle görmüşler! Ay zaten pek bir pisti. Adam kaçmıştır bunun elinden." muhabbeti çevirdiği sırada tam Aysel içeri girer "şekerim ne çok özledik seni" şeklinde bir karşılanmaya tabii tutulurdu.  Ama devir değişti. Artık dedikodu merkezi erkekler oldu. Hiç boşuna yalanlamaya kalkmayın. 2015 de "kanka halısaha yapalım" diyen adamın aslında o halısahadaki kendi hariç herkesi ayrı ayrı gömdüğüne bizzat şahit oldum. Ama suç sizin değil ki. Bunların hepsi işsizlik. E bir de "sırf yalnız kalmayayım" diye edinilmiş arkadaşlıklar... Buram buram rol kokuyorsunuz.
          Yine giriş bolümünde bir güzel içimi döktükten sonra (ne yapabilirim ki? Bu mahluklarla zaten muhattap olmuyorum. Buradan yazmak daha mantıklı) asıl yazımızın konusuna dönebiliriz. Kişisel olarak baktığım zaman 2014 ve 2015 in ilk yarısı hayatımın sanki benim hayatım olmadığı dönemdi. Hani bazen olur ya. Bir şeyler yaparsınız ama neden yaptığınızı hiç bilmezsiniz. Hayat sizi sürükler ve sırf zaman aktığı için günleriniz geçer. İşte tam da öyleydi. Sebepsiz anlık mutluluklarım ve tabandaki yoğun mutsuzluğumla, benim de ilk kez tanıştığım bir Hazan vardı. Ve ben bu Hazanla ne yapacağımı bilmez bir biçimde cebelleşip durdum.
             Sonra 2015'in ikinci yarısında bir sabah uyandım ve her şey değişmişti. Sanki o gece bir peri sihirli değneğiyle dokunmuştu ve ben aylar sonra ilk kez nefes aldığımı hissediyordum. İlginç bir şekilde mutluydum. Sanki 1.5 yıllık süre bir kabusmuş da uyanmışım gibi. Önceleri bu durumun geçici olduğunu düşünerek adeta korkarak yaklaştım kendime. Nasıl olsa eski karanlığıma dönerim diye çok da alışmak istemedim. Ama haftalar geçtikçe her şey daha da iyiye gitmeye başladı. Daha çok insanla tanıştım, daha çok eğlendim. Artık ne derslerin ağırlığı, ne okul ne de dershane batıyordu. Sevdiğim bir sürü insan vardı çevremde ve yaptığım en sıkıcı iş olan ders çalışmak bile o kadar korkunç değildi artık.
            O gece ne olmuştu uykumda hiç bilmiyorum. İlahi güç, periler, hormonlar... Bildiğim bir şey varsa hayatta mucizeler olduğudur. Tüm umutlarınızın bittiği, en dibi gördüğünüz anda bile bir şeylerin düzeleceğini bilin. Hayat güzel. Hayat yaşayınca güzel. Hepinize benimki kadar mutlu huzurlu ve eğlenceli yıllar diliyorum:))
NOT:  En dipten en uca doğru olan psikiyatrik durumum boyunca beni yalnız bırakmayan, bazıları yıllanmış bazıları 2015in hediyesi olan canım arkadaşlarım, hepinizi çok çok seviyorum. İyiki varsınız iyiki hayatımdasınız:)

9 Aralık 2015 Çarşamba

Alışırsın Yani

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 18:20 0 yorum
          İnsanoğlu bukalemun misali...  Alışırsın yani...
          Her gün yeni insanlarla karşılaşıyoruz, tanışıyoruz. Yanımızdan bir sürü tanımadığımız yüz geçip gidiyor. İçlerinden bazıları hayat çemberimize küçücük olarak yapışıyor. Kimileri yapıştıkları gibi, bir süre sonra kopup gidiyor yaşam deryası içinde. Kimileri büyümeye çalışırken ya biz engel oluyoruz ya onlar. Bir boyutta kalıp öylece devam ediyorlar hayatımızda var olmaya. Kimilerini zararlı ot misali biz söküp atıyoruz henüz çok da varlıkları belli değilken. Ama kimileri var ki... İşte en tehlikeli grup..
         Onlar da diğerleri gibi küçücük giriyorlar hayatımıza. Ama sonra adeta  uterusa yapışan embriyo misali çoğaldıkça büyüyorlar. Büyüdükçe invaze olup daha da çok yer kaplamaya başlıyorlar hayatımızda. Bu süreç öyle emin adımlarla ilerliyor ki bir türlü fark edip de müdahale edemiyoruz. Öylesine alıştırıyorlar ki kendilerine hayatımızın merkezine oturuyorlar. Bir süre sonra kendimizi onlarsız düşünmemeye başlıyoruz. Tıpkı bir gün çıkıp gidebileceklerini düşünmediğimiz gibi. Ama gidiyorlar... Sanki bu kadar yerleşirken bize sormuşlar gibi bir anda çekip gitmeyi kendilerine hak olarak görebiliyorlar. Bazen açıklama yapma zahmetinde bile bulunmuyorlar. Kafalarında her zaman kendilerini haklı çıkartacak düşünceler oluyor zaten. Bazen de saçma sapan açıklamalarla belki özürlerle "sana zarar vermemek için" sanki bunun mazereti olabilirmiş gibi bir anda yokoluveriyorlar. Öyle bir boşluk oluyor ki tarifi imkansız. Görünmeyen bir uzvunuz varmış da artık yokmuş gibi. Bir parçanız kopup rüzgara karışmış gibi. Hayat melodiniz bir anda notalarını kaybetmiş gibi... Değişik, tuhaf.. Ondan öncesi nasıldı ki? Kimle konuşuyordum? Kiminle dertleşiyordum? Sabah nasıl uyanıyordum? Hangi şarkıyı dinliyordum? Sorular zihni öyle bir işgale geçer ki tüm savunma sistemi çöker. Biranda her şey alt üst olur. Tüm dengeler şaşar. Böylece insanın çöküşü başlar.
           İnsanoğlu bukalemun misali... Alışırsın yani. Canın yana yana ağlaya sızlaya alışırsın. Yok size verebilecek bir tavsiyem.  İnsan hiç kendini bir gün uyanıp da gökyüzünü ya da güneşi yerinde bulamamaya alıştırır mı? Veya alıştırabilir mi? Keşke kimseye böyle alışmayın diyebilsem. Ama ben ne kadarını yaptım ki size ne diyeyim? Balkona konan uğur böceğinin arkasından gitti diye saatlerce ağlayan insanım ben. İnanmadığımı söyleyemem belki ama şunu biliyorum ki alışırsın...

19 Kasım 2015 Perşembe

Tıp Etiği

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:58 1 yorum
             Sonbahar sanılanın aksine o kadar da hüzünlü bir mevsim değil. Her ne kadar hazan ve hüzün aynı kökten gelse de yağmur yağmadığı sürece benim için sorun yok. Rengarenk ağaçlar ve yerlere serilmiş sarı yaprak örtüsü beni mutlu edebiliyor. Henüz eksili dereceleri görmememiz de mutluluğumu perçinleyen bir diğer neden oluyor. Tabi ki şunu da itiraf etmem gerekir ki dört haftadır Avrupa Birliğine uyum süreci içinde saçma sapan bir biçimde hayatımıza giren "seçmeli stajlar" dönemindeyim. Öldürmez süründürür cinsi nöroloji ve psikiyatri stajı sonrası, çölde su bulmuş gariban gibi ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Biz rahatlığa alışık çocuklar değiliz ki. O kadar sıkıntılı nöroloji  stajında bile toparlamaya çalıştığım dershane konuları aldı başını gitti. Ben son güneşli günlerin tadını çıkartma derdindeyim. Ya da son ertesi gün boş gecelerin...
            Seçmeli staj dedim de sanmayın öyle yok kemandı, yağlı boyaydı, kareteydi. Hayaller tabi ki bunlar ama hayatlar, yoğun bakım, tıp etiği, acil. Olsun kötünün iyisi olunca mutlu oluyor insan. Zaten hayatta beklentiye girmediğin zaman mutlu olabiliyorsun. Neyse bu başka bir konu. Benim sizinle paylaşmak istediğim kısım tıp etiği. Çoğu tıp fakültesinde belki anabilim dalı bile yoktur ama bizde ilk üç yıl zorunlu, sonrasında ise seçmeli staj olarak alınıyor. Amaç aslında mantıklı. Doktor olarak ilgileneceğimiz hastalarımızla aramızdaki ilişkiyi düzenliyor, hasta hakkında vereceğimiz kararlarda yol göstermeye çalışıyor, hasta hakları ve hayvan araştırmaları konusunda bilgiler veriyor. Ama bu işler her zaman öyle kolay yürümüyor.
             Bir aile var. Baba apartman görevlisi, anne ev hanımı. 5 yaşında ve 15 aylık iki çocuklarıyla çalıştıkları apartmanın en alt katında yaşıyorlar. Babanın evde olmadığı bir gün apartman sakinlerinden biri görevliyi çağırınca anne gitmek durumunda kalıyor. İki çocuğu da kısa bir süre için evde yalnız bırakıyor. Bu arada annenin yokluğunu fırsat bilen 5 yaşındaki çocuk elindeki poşeti sobaya yaklaştırıp uzaklaştırarak oyun oynamaya başlıyor. Poşet birden alev alınca da korkuyla elindeki yanan poşeti kardeşinin beşiğine atıyor. Anne eve geldiği anda duman kokusuyla karşılaşıyor. Durumu fark edince apar topar hastaneye getiriyor bebeği. 15 aylık çocuğun yüzünün ve iki kolunun tamamı yanmış vaziyette. Doktor hastanın hayatını kurtarmanın tek yolunun iki kolunu birden kesmek olduğunu söylüyor. Aile bunu reddediyor. Ölmesinin kolsuz yaşamasından daha iyi olduğunu söylüyor. Gerekçe olarak da büyük kardeşin kolsuz kardeşini gördükçe psikolojisinin bozulacağını, ve kolları olmayan bir çocuğa bakamayacak durumda olduklarını gösteriyorlar. Bu arada anne de 3 aylık hamile. Şimdi kendinizi bu tabloda kolları kesmeye karar veren doktor olarak hayal edin. Ne yapacaksınız? 15 aylık çocuk karar verme yetisine sahip olmadığı için aileyi dinlemek zorundasınız. Ama her çocuğun yaşama hakkı olduğunu ve belki de o çocuğun kolsuz da olsa yaşamak isteyeceğini düşünüyorsunuz. 6 yıl boyunca aldığınız tıp eğitimi üzerine bir çocuğu ölüme terk etmek vicdanınıza sığmıyor. Öte yandan aileyi onayları olmadan kolsuz bir çocuğa bakmak gibi bir yükümlülüğün altına sokamazsınız. Bu hikaye size çok ütopik görülebilir. Ancak üzülerek söylüyorum ki bu gerçek, yaşanmış bir olay. Doktorların hemen hemen her gün karşılaştığı acı durumlardan sadece bir örnek. İşte etik bu olayda yapılması gerekeni bulmaya çalışıyor. Ama bu sice mümkün mü? Doktorluk nerede başlayıp, nerede bitiyor? Yaşam ve ölümün ne kadarına karar verebiliriz? Ya da ailesi ölmesini istediği diye bir çocuğu ölüme terk etmeli miyiz?
           Benim vicdanımla aklım arasında çatışmaya yol açan başka bir durum da DNR olayı. DNR(do not resuscitation) yani kalp durduğu anda geri çevirme, kurtarmaya çalışma anlamına geliyor. Burada da terminal dönemde yani son evre bir kanser hastası var. Bütün tedavi yöntemleri denenmiş ama başarılı olmamış. Artık ölüm kaçınılmaz son. Hastaya ve yakınlarına bu durumda iki seçenek sunuluyor birincisi demin bahsettiğim DNR ikincisi ise mavi kod. Mavi kod verildiği anda tüm resusitasyon ekibi hastanın başına gelir ve hastanın kalbini yeniden çalıştırmaya, hastayı tekrar hayata döndürmeye çalışır. Hastamız bu seçenekler içinden DNR'yi tercih ediyor. Yine siz hastaların hayatını kurtarmak için yemin etmiş bir doktorsunuz. Yıllarca bunun eğitimini almışsınız. Hastanın kalbi bir anda duruyor. Hiçbir şey yapmadan, öylece hastanın ölmesini izlemek size mantıklı geliyor mu? Bir de olayın şu boyutu var. Bu tercih hastaya artık her şey kesinleşip, hasta son evreye girdiği zaman sunuluyor. Sizce o kadar acı içinde, aylardır kanserle savaş veren bir insan yaşam ve ölüme karar verebilecek yetide midir? Eğer hasta "ben ölünce canlandırmaya çalışmayın" kararı verebiliyorsa o zaman yaşarken de ölmeyi isteme hakkına sahip olmaz mı? Bu da bizi ötenazi tartışmasının içine sokar ki bildiğiniz üzere kimse işin içinden çıkamıyor.
          Biraz tatsız konular oldu farkındayım. Oysa sonbahar, mutluluk falan diye başlamıştım yazıma. Doktorluk sadece hastalığı iyileştirme olayı değildir. Vicdani yükümlülüğü hat safada olan, her an bir şeylerin ki bu şeyler ölümle yaşam kadar uç noktalarda olabiliyor, kararını vermek zorunda olduğumuz bir (meslek diyemeyeceğim) hayat tarzıdır. İnsan vicdanıyla mı aklıyla mı karar vermeli sorusuna hala bir cevap bulamadım. Bir gün bulursam tekrar bu konuya değineceğim. Hepinize mutlu hazan günleri:)


30 Ekim 2015 Cuma

Su Akar Mutluluğu Bulur

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:52 1 yorum
                Bundan tam 3 yıl önce birisi bana "su akar yolunu bulur." dediği zaman öfkelenmiştim, çıldırmıştìm. "Sen bir şey yapmazsan o su doğru yolu nasıl bulacak?" diye düşünüp aylarca mutsuz olmuştum. Sonraki zamanlarda da kendimi haklı bulup suya yol öğretmeye kalkışmıştım. Kısa bir süre önceye kadar...
                Belki tecrübesizllik, belki fevrilik, belki de her şeyi çabalayarak elde etmenin gerekliliği hakkındaki düşüncemle o zaman, o kişinin ne demek istediğini bir türlü anlayamamıştım. Oysa şuan o kadar net ki her şey. Sen ne yaparsan yap, o su nereye gitmek isterse oraya gidiyor. Önüne barajlar kur, setler çek, çukurlar kaz... Bir süre oyalayabilirsin belki. Ama sonra emeğin de, çaban da elinde patlar. Kaybettiğin onca zaman ve enerjinin düşüncesi bile seni mutsuz etmeye yeter. Hele bir de beklentiye girdiysen ki, o kadar uğraşın üstüne girmemek hata, bittin sen. Topla kendini toplayabilirsen.
               İşin özü şu ki "su akıp yolunu buluyor." Bazen istediğim tarafa geliyor. Tarlalarımı sulayıp, iyi mahsuller alıyorum. Bazen de hiç gitmemesi gereken yerlere gidip beni çamura buluyor. Ama sonuç olarak yaşanması gereken ne ise o yaşanıyor. Yanlış anlaşılma olmasın bu bir vazgeçiş veya pes etme değil. Aksine suya yol öğretmek için harcadığım enerjiyi başka şeylerde kullanıyorum. Mesela mutlu olmak gibi, anın tadını çıkartmak gibi. Ve bu konuda kendimi şaşırtacak derecede başarılıyım. Size de tavsiyem olmasına izin verin, her şey güzel olacak. En az benimki kadar mutlu günler:)

14 Ekim 2015 Çarşamba

Kardiş 5

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:42 0 yorum
            Çok sinirlisin değil mi kardiş? İnsanların bu kadar bencil, düşüncesiz ve duyarsız olmasını sindiremiyorsun değil mi? Dur tahmin edeyim. "Ben olsam böyle yapardım" diye düşünüp beklentiye girdiğin her şeyden, ben=sen olmayınca hayal kırıklıklarıyla ayrılıyorsun. Umutların kaybolurken ardından tepelerin, geldi veda vakti teletabilerin hesabı, o küçücük beklentilerini bile karşılamayanlar bir bir kapıyı çarpıp çıkıyorlar. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de suçlu sen oluyorsun değil mi? Zavallı kardiş. İnan çok üzülüyorum senin için. Yalan inanma. Hiç de üzülmüyorum. İçten içe oh oldu diyorum. Alemin iyisi sen miydin? Hadi iyi oldun anladık da bu cesaret nereden kaynaklı onu hiç çözemedik. Doğruları konuşmak, adımlar atmak sana mı kaldı? Sus ve içine ata ata sinirlen şimdi. Hatta kendini kahret, söyleyemediklerini duvarlara haykır falan. Arkadan bir dram müziği patlatalım. Kamera gözyaşlarına yakınlaşsın falan. Dizi ya burası zaten. Sen rahat ol o yüzden. İlahi adalet gelecek. Bekle kardiş sen, trafiğe takılmış, az sonra gelecek.

23 Eylül 2015 Çarşamba

Kardiş 4

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 11:28 0 yorum
           Dönerse senindir, iskenderse benim kardiş. Döner bana kuru geliyor. Ellerinde çiçeklerle kapına sırılsıklam dönerse ıslanmış oluyor. O kabülüm. Ama yine gider kardiş. O kapının yolunu bir kere öğrenen iflah olmuyormuş diyorlar. Sen daha içerde otur döner ayran hesabı yap. Şimdi bu dediklerimi kıçından anlayıp, peşinden gidersin sen. Sakın ha kardiş! Yakalayamazsın, hatta dönüş yolunu da bulamazsın. Berduşa dönersin sokaklarda. Farzet ki yakaladın, döndürdün. Ee sonra? Alışmış kudurmuştan beterdir. Her seferinde "nasıl olsa döndürür beni" dedirttin mi bitti bu iş. Sürüne sürüne sen de kertenkele ben diyim timsah olursun. Yok yok en güzeli bukalemun olursun. Ìstediği rengi de giydirdi mi sana oh mis. Sonra bir bakarsın ne iskender ne kebap bir kuru ekmeğe muhtaç. Onu da bazen verir bazen vermez. Sen başla "aşk kırıntılarını" toplamaya. Yeterse yüreğine senindir, yetmezse başla ağlamaya kardiş.

Kardiş 3

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:17 0 yorum
              Açık konuşacağım sana. Sen daha iyilerine layık falan değilsin. Layıksan da bu benim umrumda değil. Hem daha iyisi de yok zaten. Hepsi aynı bokun sarısı, yeşili vs. Bir yerinden fazlaysa öbür tarafından eksik ama belli ki o sende çok eksik görmüş ki şuan biz bu konuşmayì yapıyoruz. Elini sallasan da ellisine değmeyecek kardiş. Hatta birine bile değmeyecek. Hem elini sallamak da neymiş. Mazallah yanlış bir yere denk gelir, "ellisiydi, biriydi" durumu da açıklayamazsın. Bir sapıklığìn eksikti o da tam olur. Seni isteyen doktor performans sistemine isyan ederek emekli olmuş kardiş, mühendis desen kpss'ye hazırlanıyor. O klişen de gitti anlayacağın. Bekarlık sultanlıktı doğru ama fi tarihindeydi o. Bu devirde sultanlık mı kaldı? Emirlikler, kraliyetler falan var bir kaç tane ama işine yaramaz senin. Hem kime yetecek ki o kadarcık yer? Gel kardiş gel, biz seninle şu tarafa bir yürüyelim. Ee nasılsın, iyi misin?

Kardiş 2

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:00 0 yorum
             E tabi sen de haklısın. Akıl bu sınırsız değil ki! Başkalarına vere vere sende kalmadı dimi kardiş? Olsun be üzülme. Nasıl olsa birileri de sana verir. Sen de kullanmadan başkasına verirsin falan. Yıllarca o evden bu eve asker görmesiydi, ev hediyesiydi, üniversite kazanmasıydı (hiç abartmıyorum böyle bir şey var) diye dolanırken kutusu paramparça olan, kendisi hiç kullanılmayan borcama döner. O döngüyü kıracak bir iki cesur yürek çıkar arada. Borcamı kendi kullanıp komşuya yenisini alan. Pek umudum yok ama kardiş, bir şansını dene derim. Açıver o kutuyu. Belki borcam kutusundan başka bir şey çıkar ya da belli mi olur o borcam tam da ihtiyacın olan şeydir. Demem o ki bir kulağından giren oradan beynine bir uğrayıversin, sonra hobi olarak yine ötekinden çıkar.

Kardiş 1

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:26 0 yorum
             Sana dokunmayan yılan daha tehlikeli kardiş. Dokunduğu zaten artık çekeceğini çekmiştir, tedbirini almıştır. Ama ya sen? Sen bilmezsin. "Ben onu soktum ama o da çıplak ayakla yürüyordu, benim bir suçum yoktu ki" der. Sen de iyisin ya hani(!) "vah zavallı yılancığım meğer neler çekmişsin sen. Açıkta ayak görsem ben de sokarım haklısın tabi!" dersin. Sonra koca at kadar yılan senin gözünde ufak sevimli bir solucana döner. Alıp bağrına basasın gelir. Hatta bu arada senin sevmediğin bir iki kişiyi de zehirlediyse ondan iyisi yoktur. Ama senden iyisi vardır. Sevgili yılancık senden iyisini bulduğu anda ayağın çıplak mı, popon sağlam yerde mi hiç bakmaz. Nasıl olsa senden iyisine anlatılcak hikaye çoktur. Sen de şimdi doğru dokunulanların yanına. Uslanmadın değil mi? Hakediyorsun kardiş. Malum üstüne oturduğu yeriyle düşünenlerdensin sen.

16 Temmuz 2015 Perşembe

Gece Yarısı Doğan Yedi Renk Gökkuşağı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:30 0 yorum
             Gecenin bir yarısı aniden uyandım. Sanki kulağıma önceden çok sevdiğim ama uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı fısıldanmış gibi. Açık olan penceremden gelen deniz kokusunu içime çektim, son nefesimmiş gibi. Cırcır böceklerinin kurbağalarla düetini dinledim süresiz bir süre. Düşünmemeyi düşündüm en düşünmemem gereken şeyleri. Ilık bir rüzgar zihnimin en derin mahzenlerindeki anıları şöylece bir yalayıp geçti. Yıldızların ışığı içimin karanlığına düştü, ürperdim. Gözlerimi kapattım ve arkamı döndüm. Orada olduğunu biliyordum. Kocaman meraklı gözleriyle bakıyordu, yılların yaşattıklarını yüzümden okuyabilecekmiş gibi. Benim içimi ise bu kadar saf, masum ve narin olduğu için kocaman bir acıma duygusu kaplamıştı. Bilmiyordu, benim yıllar boyunca yaşadıklarımı yaşayarak öğrenecekti. Gülecekti, eğlenecekti, mutlu olacaktı ama daha çok ağlayacaktı. Büyümenin can yakan bir şey olduğunu canı yanarken anlayacaktı.
              Konuşmanın çoğu zaman bir işe yaramadığını, hatta kendini paralarcasına bağırdığın sözlerin kimse tarafından anlanmaya çalışılmamasının can yaktığını henüz bilmiyordu ki hemen başladı sorularına. Merak ediyordu yıllar sonraki halini. Annemin beni korumak için anlattığı toz pembe dünyadaydı henüz. O an yalanlara devam etmek isterdim ama elimden gelmedi. Henüz dürüstlüğüm tamamen körelmemişti.
             "Mutlu musun?"
             Kendimi bildim bileli dilek tutmam gerektiği her durumda, doğum günümde mum üflerken, yüzüme düşen bir kirpikte ve yeni yıla uyanık girdiğimde, dilediğim ilk şey mutluluk olurdu. Küçüklüğümden beri istemsiz bir şekilde zekice bir hamle yaptığımı o an farkettim ve hafifçe gülümsedim. Sonuçta yeni çıkmış bir oyuncak bebek de veya basınca topuğunda ışık yanan ayakkabılar da dilesem sonuç aynı amaca hizmet edecekti. Mutlu olacaktım. Tabiki anlık olarak. Genel mutluluk diye bir şey olduğundan pek emin değilim. Sonuçta ölümler, ayrılıklar, kaybedişler bu hayatın bir parçası değil mi? Hayat anlık mutluluklar ve mutsuzlukların saçmasapan bir senteziyken "mutlu musun" gibi bir soruya evet veya hayır demek imkansızdı. Tıpkı mutlu son diye bir olayın gerçek olamayışı gibi. Mutluysa son değildir, son ise mutlu değildir. Bana hiçbir ayrılığın, terk edişin veya gidişin güzel olduğunu söyleyemezsiniz. Bazen iyi amaçlara hizmet eder, daha mutlu olacağımız bir ana kavuşturur ama yine de "eyvallah" denilen her an insanın anılarında yaşayıp kalbini yavaşça çürüten bir zehir olur. "Mutluluk anlıktır küçüğüm" dedim küçük bir çocuğun kafasını çok da bulandırmamak adına.
             "Hayallerine kavuştun mu?"
             Hayaller kelimesi zihniminde yankılandı, tekrar ve tekrar. Yüksekçe bir dağdan haykırırsın da doğa sana ne dediğini duyman için tekrarlar ya aynen öyle. Karşımdaki küçük kızın hırsları gözünden okunabiliyordu. Adeta "ne istiyorsam çabalar elde ederim, beni başarısızlıktan başka bir şey üzemez" diye bağırıyordu boncuk gözleri. İnsan kendisini kıskanır mı? Ben o an kıskandım. Henûz bir metreden biraz daha uzun olan bir çocuğun hayata meydan okuyan halini, umutlarını yaşama sevincini kıskandım. Küçük şeylerden mutlu olmasını, yarına karşı duyduğu heycanı ve arzularını kıskandım. Ben ne ara "hayat nereye sürüklerse" şeklinde yaşamaya başlamıştım? Ne ara "yaparım"dan vazgeçip "bakalım"a dönmüştüm? Ne zaman kendimden bu kadar vazgeçip, elimdekilerle mutlu olamamaya başlamıştım? Yüzüne bakacak yüzüm yoktu. Hayallerinin hepsini gerçekleştirdiğimi ama bunun artık bana mutluluk vermediğini, hatta bir şey ifade etmediğini nasıl söyleyecektim? Açık bir nankörlüktü bu. Yine kendimle çelişiyordum. Yeniden bir "yapmam lazım ama yapamıyorum" anındaydım. "Bir çok hayalini gerçekleştirdim."dedim kafam önüme eğilmiş bir şekilde. "Neden ağlıyorsun o zaman?" dedi inanmaz gözlerle. Eğildim ve ellerini tuttum. "Bazen küçüğüm bazen hayallerin sana mutluluğu getirmez, aslında hayalinin o olmadığını kavuşunca anlarsın. Beklentilerinin karşılanmaması hayallerinin gerçekleşmesinden daha önemli bir hale gelir. O yüzden kendini yıpratma. Sen ne yaparsan yap bazı şeyler olması gerektiği için olur." Ellerini hızlıca çekti. "Bu kadar duygusal olmuş olamazsın." dedi acıyarak. Oysaki ben tahmininden de derin duygular içinde kaybolmuştum.
              "Nerede hata yaptın?"
               Hatalarım... Benim güzel hatalarım... Acaba nerede yaptım? Günlerce gecelerce düşündüm ve her seferinde başka bir anımı suçladım. Pişmanlıklar biriktirdim deste deste. Bazen kendimi, başkalarını, olanları, olmayanları affedip hepsini yaktım. Bazen küllerinden çıkartıp gözyaşıyla suladım hepsini. Her seferinde başladığım noktaya döndüm. Anlık mutluluklarımda unutup, anlık olmaktan çıkıp biriken mutsuzluklarımda yeniden yeniden ve yeniden yaşadım. Yeniden suçladım, yeniden bağırdım, çağırdım. Beynimin odalarında taş üstünde taş bırakmadım. Yaktım, yıktım, saydım, sövdüm. Tutulmamış sözlere, anı kurtarmak için söylenmiş bütün güzel cümlelere, sözcüklerin anlatmaya yetmediği bütün hislere... Bu sefer unuttum diyip bütün anılarımı gömdüm. "Geçmişe bakarak yürünmez" dediler, dinledim, güzel günler güzel geceler geçirdim. Her seferinde bu beylik lafların bana göre olmadığını aslında hiçbir şeyi unutmadığımı farkettiğimde anladım. Benim lanetim unutamamaktı.
           "Neden?"lerimde boğulup hiçbir cevap alamadım. Sanırım sormamak gerekiyormuş. Onu da ben yapamadım. Kendime en büyük kötülüğü beklentilere girerek verdim. "Beklemek cehennemdir" der Shakespare. Ben de "beklentiler cehennemdir" diyorum. İyilik yap denize at olayı insanoğlu ermemişse, ki henüz gerçekleşmedi, pek mümkün olmuyor. Üç yaptıysam bir bekledim. Her seferinde hayal kırıklıkları kaldı elimde. Kötülüğün insanlar içinde bu kadar yer kapladığını geç anladım. Anlayana kadarsa kayıplarım büyük oldu. Güvenim, masumiyetim, sevgim, iyiliğim... Kimisi azaldı, kimisi bitti. Ama nasıl olduysa hiç ders almadım. Aynı hataları tekrar tekrar yapmaya devam ettim, ediyorum.
           Aşk'ı geç öğrendim. Her şarkıda kendini bulmayı ve şarkıları kulakla değil kalple dinlemeyi de geç öğrendiğim gibi. Yeni aldığı kırmızı rugan ayakkabıyı ayağından hiç çıkarmayan ve çabukcak eskidiği için ağlayan çocuğa döndüm. Ben Leyla oldum. Kimse Mecnun olamadı. Her seven kendini Mecnun sandı ama kimse çöllere düşmedi, en azından benim için. Duygularım konusunda hep cömert oldum hatta bol keseden harcadım. Gururumdan pek hoşlanmadım. Bana engel olmaya çalıştı, ayaklarıma dolandı. "Yapma, etme, gitme"leri büyük oldu. Kovdum onu. Keşkelere sığınabilecek olsam işte tam bu noktada "keşke" derdim. Gurur, duygulardan daha iyi bir limanmış. Sağlam ve yıkılmaz, kimse duvarlarını aşıp acıtamazmış. Neyseki artık gemim kalmadı ki liman ihtiyacım olsun. Kimisini yaktılar, kimisini çaldılar. "Asla üzmem" diyen de üzdükten sonra kalanları da ben terkettim. Kapkara bulutların tüm dünyamı kapladığı, yağmurun delice, hiç durmadan yağdığı ve hayal kırıklıklıklarının yıldırım olarak düştüğü o gecede batmaya mecbur bıraktım onları. Hasarları büyüktü, tek başıma kurtaramazdım. Yardım çağırmadım. Sadece, tek bir kez bir şeyler ben çırpınmadan olsun istedim. Olmadı. Batışlarını izledim. O gece arkama bile bakmadan çıktım o limandan. Sonra üç kez daha gittim kaybettiklerimi görmeye. Her seferinde canım yandı ama ayaklarıma engel olamadım. Kendime itiraf edemesem de içimde bir umut kırıntısıyla gittim. Sağlam gemiler görmeyi beklemiyordum elbet de. Ama en ufak bir çaba görsem, canla başla çalışır, eskisinden de sağlam inşa ederdim. Hiçbir şey yoktu. Sanki hiç var olmamış gibiydi her şey. Orada doğaya aykırı duran, tabloyu bozan tek şey bendim. Ben de vazgeçtim.
              "Belki her yerde belki de hiçbir yerde. Hayat seni tercih yapmak zorunda bırakır ama seçtiğin hiçbir yol güllük gülistanlık olmaz. Diğer yolu seçseydin neler olacağını da hiçbir zaman öğrenemezsin. Bu durumda hata neredeydi kestiremezsin. Hatasız yaşayamazsın ama başkalarının değil de kendi hatalarını yaşadığın düşüncesi belki bir nebze iyi gelir sana. Pişmanlıkların geçmez, için soğumaz ama gerçek şu ki kendi düşen ağlamaz değil. Kendi ağlar, kendi susar." dedim çok da tatmin edici bir cevap olmadığının farkında olarak. Ben ne dersem diyeyim burnunun dikine gideceğini biliyordum. Bendim sonuçta. Aklımdan geçenleri okurcasına cevap verdi: "Kendin yaşa, kendin gör. Beni de boşuna konuşturma diyorsun, anladım." dedi gülümseyerek.
                Bir süre sessizce birbirimize baktık. Sonra yanıma yaklaştı, sıkıca sarıldı. "Sen de bana sarıl" dedi. "Herkes gitse de ben sendeyim, içindeyim ve orada olmaya hep devam edeceğim." Yanağıma küçük bir öpücük kondurdu. Bir adım geriye gitti ve bir anda rengarenk, parıl parıl zerreciklere dönüştü. Usulca pencereden çıkıp gökyüzüne doğru uçtu. Görebildiğim yere kadar takip ettim. Kafamı eğdiğimde güneş doğuyordu ağaçların arasından. Yeni bir gün başlıyordu. Kuşlar ötmeye, babamın horozu avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı. Ufuk harika bir pembelikteydi. "Hava güzel olacak." dedim kendi kendime. "Güzel ve pembe bir gün..."
           
         

5 Temmuz 2015 Pazar

Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:12 0 yorum
           Zamanın geçmesini büyümek değil de yaşlanmak olarak isimlendirmeye kaç yaşımızda başlıyoruz? Ciddi anlamda düşündüm ve bir karara varamadım. Onsekizime hatta yirmime kadar büyüdüm. Malum üniversite okuyanlarda ergenlik biraz geç tamamlanır. E 20'den sonra? Yaşlanıyorum demek istemiyorum sanırım.
           "Zaman, zamansız olmayı sever. Ben çok tanık oldum buna, sen de az şahit olmamışsındır. Ya nasıl geçtiğini anlamazsın saatlerin, ya nasıl daha çabuk geçer diye çabalarsın." der en sevdiğim şairlerden biri, en sevdiğim denemelerinden birinin girişinde. Lise yıllarıma dönüp baktığım zaman, üstünden 5 yıl geçmesine rağmen ilginçtir ki hala ne kadar uzun sürmüş diyorum. Baş ağrısıyla kıvranırken, üç saat boyunca "etüt" adı altında, her kafadan ayrı bir ses çıkan bir sınıfta oturmak. Anlatılmaz, yaşanır. Korkunçtu. O üç saat geçmezdi. Ben de sürekli yazardım. Test kitabının arkasına, ders kitabının boş yerlerine... Ergenliğin de verdiği yoğun duygu durumu değişiklikleriyle yazdıkça yazardım. "İlerde bunları okuyayım da ne kadar mutsuzmuşum görüp, halime şükredeyim." düşüncesiyle de hepsini saklardım. Saklardım değil, saklıyorum. 2 klasör halinde tarihlerine göre ayrılmış yazılar, şarkı sözleri, karalamalar... 4 yıl değil de 4 asırmış gibi.
           Eşyalarımı Trabzon'dan arabaya doldurup Ankara'da almıştım soluğu. Ailemle vedalaşıp, yurduma doğru yalnız yürürken kendimi o kadar özgür hissetmiştim ki. Haydarpaşa Gar'ından çıkıp "Seni yeneceğim İstanbul" diye bağıran bir Türk filmi karakteriydim adeta. Replikleri hafifçe değiştirip " sen bana iyi davran, ben de sana Ankara.. Sen beni sev, ben de seni seveyim." demiştim. Sonrası bir soluk kadar kısa. Hani derler ya ölürken hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçer diye, işte benim üniversite hayatımın sanki oluşu böyle film şeridiymiş gibi. Aksiyon, dram, entrika, aşk, ihtiras, gözyaşı (pembe diziye bağladım) ne ararsan var. Ama dedim ya zaman zamansız diye, hop bu zamana geldim. Allahtan üniversitem 7 yıl da filmime ekleyeceğim 5 10 saniye daha olacak.
          Ankara ile aramızdaki anlaşma hiç istemediğim bir biçimde bozuldu. Tam olarak ne zaman oldu kestiremiyorum. Buna ben mi neden oldum ya da o mu burnum sürtsün istedi onu da bilmiyorum. Artık benim için çok sevdiğim, eğlenceli, aksiyonlu şehir değil. Bozkırın ortasında, içinde yaşamak zorunda olduğum bir beton yığını. Hakkını yemeyeyim ama. Hala arada da olsa bana kıyak geçebiliyor. Bu yüzden 2 sene daha kalabileceğimi düşünüyorum. Sonrası muamma. Kin tutan bir insan değilim. Belki bu süre zarfı içinde Ankara hatalarını telafi etmeyi başarır ve her şeye sıfırdan başlarız. Belli mi olur?
          Yazıya başlama amacım eskiden bayılarak okuduğum kitaplardan eskisi kadar tat almadığımı anlatmak, hatta bir iki kitap eleştirisinde bulunmaktı ama konuyu bir türlü buraya bağlayamadım. En iyisi bunu başka bir yazıya saklayayım. Yazımı da çok sevdiğim şairin, çok sevdiğim denemesinin devamı ile bitireyim:
        "Her şeyin bir gün bitmeye mecbur olmadan -ki yemin ederim hiçbir şey ölmeye gönüllü değildir- yaşamalısın onu. Geç kalınmış bir buluşmanın adıdır hayıflanmak. Peki ona geç bile kalamamak nasıl bir kayıp olur? Sahip olamadığın bir şeyi de yitirebilirsin. Dokunamadığın, elini tutmadığın, yan yana yürümek şöyle dursun hiçbir zaman karşılaşmadığın, karşıdan bakamadığın bir insanı mesela...
         Bizden iki çıkmaz dedim. Ben sen'im artık, sense benim bütünümsün; biz biriz....
         İkiden biz çıkmaz dedi; seninle ben ayrılmak için bir araya geliriz.
         Birini çok sevdim, biri de beni çok sevdi. Ne ikiden biz çıktı ne de bizden iki..."

14 Haziran 2015 Pazar

Bipolar Bozukluk- Manik depresif

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:16 0 yorum
             Bipolar bozukluk (eski adıyla manik depresif) dünyada her 50 kişiden birinde görülen, duygudurumunda aşırı yükselme ve aşırı çökme ile karakterize, aralarda normal dönemlerin bulunduğu bir bozukluktur. Tanımı böyle olmakla beraber, neredeyse her insanda gerek manik ve depresif dönemlerin süresi, gerekse bu durumların ağırlığı bakımından farklı seyreder. Genelde 20li yaşlarda ortaya çıkar ve ömür boyu devam edebilir. Kadınlarda ve erkeklerde eşit sıklıkta görülen bu hastalığın sebebi hala tam olarak aydınlatılmış değildir.
            Böyle her yerde bulabileceğiniz bir genel bilgiden sonra gelelim benim yazıma. Toplumda çok sık görülmesine rağmen, diğer insanlar tarafından anlaşılamayan, yadırganan ve dışlandıklarına bizzat şahit olduğum insanların kendilerini yalnız hissetmemesi ve diğer insanların da onları birazcık da olsa anlayabilmesi için bir yazı yazmaya karar verdim. İnternette bipolar bozuklukla ilgili bir çok site var ama hemen hemen hepsi tanımı, tanısı ve tedavisini içeriyor. Ben daha samimi bir yazı yazmak istedim.
           Genelde ergenlik döneminin sonlarında yaşanan bir yakının ölümü, yeni bir çevreye giriş, başarısızlık veya ayrılık gibi bir tramva sonucunda ortaya çıkar. Herkesin başına gelebilecek bir durum olmasına rağmen manik depresif insanlar bu olayları öyle rahatça atlatamaz. Dünyası başına yıkılmış gibi davranır. Bir daha hiç mutlu olamayacakmış gibidir. Aslında onun açısından bakınca gerçekten öyledir. Çünkü normal bir insanın hiçbir zaman yaşayamacağı kadar uç bir noktada yaşar duygularını. Bu depresif dönemin sonucu malesef kendine zarar verme veya intihar girişleri ile sonuçlanabilir. Asla belirlemeyen bir zaman sonra kişi normal hale veya direkt olarak manik duruma gelir ki sürekli gülen, ani tepkiler veren, "yaşasın hayat" diye gezen, asla dediği her şeyi yapan bir insan olur. Manik durumdayken kanlı bıçaklı olduğu bir insanın boynuna yapışıp "ben seni çok seviyorum ya" diyebilir. Normal insanların anlayabileceği bir durum değildir bu. Çoğunlukla dengesiz olmakla, tükürdüğünü yalamakla veya samimiyetsizlikle suçlanırlar. Aslında hayatınız boyunca tanıyabileceğiniz en samimi insanlardır. Yalan söylemeyi asla beceremezler. O an ne diyorlarsa, ne yapıyorlarsa gerçekten içlerinden geliyordur.
            Bipolarlar için aşk en korkunç duygulardan biridir. Normal bir insanın bile kaldırmakta zorlandığı tam bir duygu karmaşasından oluşan bu olay bipolar insanı tabiri caizse yerle bir eder. Her duyguyu uçta yaşadığı için hiç olmaması gereken bir insana köpek gibi aşık olan zavallı bipolarımız karşı tarafdan yüzde 98 ihtimalle anlaşılamaz. Anlaşılsa bile sevdiği kadar sevilemez, sevilse bile aynı değeri göremez. Ani kararların, anlık sinirlerin ve bu sinir sonucu "Allah'ım ne yaptım ben" dedirtecek davranışların artık kişiliğinin bir parçası olduğu bu insan için ilişki yaşanması güç bir durumdur.  Davranışlarının açıklamasını kendine bile yapamayan bir insan için ilişkide sorulan hesaplar korkulu rüya haline gelir. Ölümüne sevdiği için ayrılmak istemez, bunun için elinden geleni yapar, kendini paralar. Sonucunda yorulduğu anda depresif dönemde bulur kendini. Sonu hezeyanla biten bu ilişki bipolarımıza eskisinden zorlu günlerin kapısını açar.
            Yalnız kalmak veya yalnız bırakılmak bu insanlar için yapılabilecek en kötü şeydir. Manik döneminde bütün parasını bir günde yiyip, depresif döneminde kendine zarar verme yoluna gidebilir. Ayrıca tüm duyguları aşırı yaşadığı için yorgun düşüp kafasını biraz olsun rahatlatacak uyuşturucu, alkol gibi maddelerin bağımlısı olma ihtimali çok yüksektir.
            Bütün bunların yanında manik depresif olmak o kadar da kötü bir şey değildir. Düşünsenize kötü bile olsa bir duyguyu hiç kimsenin yaşayamayacağı kadar derinlikte yaşar. En çok o ağlar yine en çok o güler. Bir kuşun ötüşüyle dünyanın en mutlu insanı olabilirken en ufak tökezlemesinde mutsuzlukta çağ atlar. Ne kadar güçlü görünmeye çalışsalar da aslında camdan yapılmış gibilerdir. Asla yapamayacakları bir şey olan "duyguların sadece lafta kalması olayı" yani samimiyetsizlik onları yıkar.
            Demem o ki bipolar insan samimidir, eğlencelidir, sizle ağlar sizle güler. Aynı şeyi de sizden bekler. Beklentilerini karşılamayarak üzmeyin. Dengesizliklerinin içinde bir denge yakalayabilirsiniz. Sevin onları:)

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Yüksek Gerilim

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 22:53 0 yorum
         Ben sosyal medya bağımlısı değilim. Sadece ders çalışmak zorunda olduğum dönemlerde, sahip olduğum facebook, twitter, instagram ve snapchat hesaplarını 5 dakika aralıklarla kontrol ederim. Blog zaten sosyal medyadan sayılmaz. Bu durumda bağımlı olmam değil mi? Hayır aslında sorun çalışmamın 5 dakika aralıklarla kesilmesi veya her seferinde kaybettiğim 10 dakika değil. Sorun gördüklerim sonucunda artan sinir katsayım sonucu çalışamadığım saatler.
          Gerçekten sevmediği insanları çevresinde barındırmayan, bulundurmayan veya bulunsalar bile umursamayan insanlara olan özentim hatta kıskançlığım büyük. Benim istemediğim ot burnumun dibinde değil içinde bitiyor. Sinir stres durumumun çok stabil olduğunu iddia etmiyorum. Sonuçta bir Trabzonluyum. Biz adamı dövüp sonra "acidu mu uşağum" diyen tipleriz. Ama bu kadar da deneme tahtası yapmayalım değil mi benim ani yükselen gerilim hattımı? Duvarlara kafa atacağım diye nöron kıtlığına girdim. Evet evet bir süre teknolojinin nimetlerinden daha az faydalanmaya çalışayım.
         Şu da bir gerçek ki bende bu şans olduğu sürece sakin kalmak konusunda hiç başarılı olamayacağım. Aslında şans da değil bu. Bir insan evladının her yılbaşı dileği "aksiyon" olur mu? Kalbimi biri çamaşır suyuyla falan yıkamış olsa gerek, dileklerimin hepsi "vur dedik öldürdün" modunda gerçekleşiyor. Sanki birileri yukarıdan benimle dalga geçiyor. Demedi demeyin benim sonum Bakırköy. Ahan da buraya yazıyorum.
           Bir insan hayal edin. Delikanlılığın el kitabını bileğini kesip kanıyla yazmış gibi davranan. Benim çocukluğumda Alişan'ın Aynalı Tahir diye bir dizisi vardı. Siz deyin Aynalı, ben diyeyim Deli yürek, birisi şuradan bağırsın ölümsüz Polat Alemdar, bizim yan komşu desin Memoli. Bu insan kafalarda oturdu mu? Ama işte bu onu  gördüğü. Gerçekte olansa arkasından her türlü küfürü ettiği insana "Ayy bebişim bugün ne tatlı olmuşsun" (bu cümleyi azıcık abartmış olabilirim. En azından yan yana gördüğümde aralarında böyle bir diyaloğu uygun gördüm) diyen, başkası yapınca taş taş üstünde bırakmayarak eleştirdiği her türlü hareketi kendi yapan bir insan. Hadi gel de sinirlenme. Yahu hiç mi düşünmüyorsun arkadaşım " ben herkesi bir şeylerle suçluyorum, peki ben ne yapıyorum?" diye, hadi sen düşünmedin senin vicdana bir seslenelim: "hayırdır birader uyuyor musun?"
          Bir de çok sevdiğim, en tatlışkolarından bir insan modeli var ki yine çevremde bolca bulunur, her haltı yeyip de masumluk konusunda yeni doğmuş bir bebişle yarışan. Benim çenem mi düşük, yoksa Ali Ağaoğlu tabiriyle bağırsaklarım mı şeffaf bilmiyorum, arkadaş ben daha bir şey yapmadan olay Almanya'daki teyzeme ulaşıyor.  Sonra Hazan açıkla bebeğim. Hayır bir de nasıl bir olayım varsa hesap soranım da çok. Alnıma "only God can judge me" dövmesi yaptırasım geliyor. Ne yani saman altından su yürütemiyorsam dünyanın kötüsü ben mi oldum. Düşünün öyle şeyler var ki bir insan evladı hakkında bildiğim, cehennemde ondan Tayyibe yer kalmayacak. Millete sorsan dünya iyisi. Hayır nasıl beceriyorsunuz arkadaşım? Sosyal zekam mı düşük benim?
        Gece gece kapı duvar yumruklayıp komşularla papaz olacağıma yazdım. Rahatladım  mı tabi ki de hayır. Rahatlamak için çok değil şu bahsi geçen tiplerden üç beş taneye, genişce çim bir alana (kanı iyi emer) bolca da işkence aletine ihtiyacım var. Al bak yine yaptım. Daha işlemeden önce suçumu itiraf ediyorum. Yok yok benden adam olmaz. Ben gidip biraz daha sinir stres sahibi olayım. Size mutlu günler...

15 Nisan 2015 Çarşamba

Teşekkürler

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:35 0 yorum
           Zordur sözlerini tutmak, kelimelerini gerçeğe çevirmek. Aslayla başlayan cümleler daha söylendiği anda yalanlanmaya heves beklemezler mi zaten? Ve elbet bir gun alırlar istediklerini. İtiraz etme. Hiç saydın mı hayatında kaç kez büyük konuştuğunu? Sayamazsın. Sen doğduğu anda dünya bir senin için varmışcasına avazın çıktığı kadar ağlayan çocuksun. Doğan gereği "asla" demeden yaşayamazsın. Her seferinde er yada geç hayat pişman eder seni, merak etme. Tükürdüğünü yalarken bile kendini avutacak bir yol bulursun. En kötü ihtimalle zamanı suçlarsın nasıl olsa. Ya da karşındakini, ya da durumu, ya da öyle şeyleri işte...
         Kendine koyduğun kurallar, kendine kurduğun duvarlar... Hayatını kısıtlayan, yaşanmaz hale getiren de sensin. Bir nefes al şöyle derin, yaşadığını kanıtlarcasına veya daha güzeli yaptığın onca bencillik arasında en mantıklısıyla: 'bu havada benim de payım var.' Başla yürümeye, dağları taşları aşarak, dünyanın yuvarlak olduğunu unutarak, her yolun bir sonu varmışcasına yürü. Sonunu getirdiğin şeyler arasına bir de yolları eklersin, fena mı? Ağaçların, böceklerin, kuşların arasından geç. Sokak köpeklerinin önünden geç. Onların senden daha masum olduklarını hatırla, birkaçının kafasını okşayarak geç.
        Her şeyin yanından geç de bir tek insanlardan geçme. Bugün senin günün. Yoksay hepsini. Yüzlerine bak ama görme. Hatta daha güzeli, becerebiliyorsan gökyüzüne, bulutlara, güneşe bakarak yürü. Soluk binalardan, renksiz kaldırım taşlarından, teknolojinin getirdiği her türlü grilikten iyidir. Ve başla düşünmeye...
          Düşün yaşadıklarını, yaşattıklarını, en karanlık, en gizli anlarını, seni buraya getiren her şeyi düşün. Bırak anıların ele geçirsin zihnini. Acı verse de, canın yansa da düşün. Hatalarını, kaybettiklerini, mutluluklarını, gözyaşlarını... Ne için neyden vazgeçtiğini ve buna değip değmediğini düşün. Düşün ama fazla suçlama. Başkasını fazla suçlarsan bencillik, kendini fazla suçlarsan delilik olur. Hayat zaten hatalarından ders çıkarıp, daha mutlu olmak için uğraştığın yer değil mi?
            Farkındasın değil mi, mükemmel değilsin. Hatalarını, sana yapılanları, yaptıklarını açıkça görüyor musun? Pişmanlıklarını, kırgınlıklarını, kızgınlıklarını... O zaman yolun sonu senin için burası.
         Dön gerisin geri. Kan ter içinde, hayatına, kaldığın yere dön. Ama bu sefer farklı. Artık görüyorsun. Belki düzeltmen gereken bir iki hatan, dilemen gereken özürler, etmen gereken teşekkürler vardır. Kalmasın içinde hiçbir şey. Cesur ol. Tutamayacağın sözler verme. Kendine kurallar koyma. Bunlar seni küçültmez, aksine büyürsün. Yıllarca dev bir çınar misali büyürsün. Yeter ki mutlu olman için mutlu etmen gerektiğini ve her ne olursa olsun kendinden vazgeçmemeyi bil. En önemlisi de sevmekten hiç vazgeçme. Bu dünyayı kurtarabilecek tek şey sevgidir, aşktır. Ve bir laf vardır: aşk bir duygu değil, bir sözdür...

21 Mart 2015 Cumartesi

Çocuk Hırsı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 03:11 0 yorum
          Gündüz uykusu kötü bir şey gençler. En azından benim için. Sınavdan önce gündüz 5 saat de uyusam akşam 10 oldu mu tak kapanır benim gözler. Bugün pediatri sözlüsünden çıktım, malum hocalar beni bayağı bir hırpaladı, yorgundum. Bir saat kestireyim dedim; demez olaydım. Saat 3 oldu işte sıkıntıdan patlayacağım. Olsun beeee! Sıkılmak bile güzel şey. Pediatri stajındayken oturmaktan sıkılacağım anların hayaliyle yaşıyordum. Şaka maka da ne pediatriymiş be! Zamanında girdiğim OKS, YGS, LYS falan halt etmiş yanında. Sabah 8.40 akşam 17.00 ders. Artı ezberlenmesi gereken 980 sayfa not. Toplam süre 8 hafta. Hergün serviste hasta hazırlamak, sunmak da cabası... Şuan kendimi üzerimden tank geçmiş gibi hissediyorum. Yani belki yatsam uyurum ama yatmaya bile mecalim yok.
           Bugün hocanın odasının önünde beklerken heyecandan öleceğim sandım. Yok böyle bir stres ya. 3 tane prof karşında, bir kardiyoloji, bir nefroloji, bir o, bir bu Allah ne verdiyse soruyorlar. "Atrial septal defektte aradaki basınç farkı 3mmhg olmasına rağmen neden soldan sağa şant 14 litreyi bulabilir?" "Konjenital adrenal hiperplazide hiper ve hipotansiyon yapan enzim defektleri, say." Hayır çoğu zaman bildiğine de cevap veremiyorsun ki! Dersimize hiç girmeyen hoca bugün bana "ben bunu derste anlatmıştım, slaytımda vardı üstelik" dedi. Ben akıl edip de "hocam siz bizim dersimize girmiyorsunuz" diyemedim. Neyse sonuç olarak kurtuldum. Ama son zamanlarda gittikçe artan gereksiz stresim beni çocukluğuma inmeye zorladı.
           Şu çocukken sınıf birincisi, hocanın göz bebeği, ispiyoncu kız vardı ya sınıfınızda, işte o bendim. Her zaman birinci ben olmalıydım. Hoca en çok beni takdir etmeliydi. Yok böyle bir hırs ya! Çok sık da okul değiştirirdim. Her gittiğim okulda ilk gün kim çalışkan, kim birinci öğrenirdim ve onları geçmek için tabiri caizse köpek gibi çalışırdım. Ve başarırdım da. Bir hedefim varsa ona ulaşana kadar ölümüne çırpınırdım. Es kaza ulaşamazsam da çıldırırdım. Neden böyleydi? Bence karakter meselesi. Yani yetiştirme tarzının, aile etkisini falan çok bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Aynı anne baba beni de yetiştirdi kardeşimi de. Adamda hırsın he'si yok. Hayatı "takma kafaya" modunda yaşayan bir insan. Bundan bir iki sene kadar önce bir gün "Samo, oğlum büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sordum ve "insan" cevabını aldım. O günden beri merak etmiyorum bu sorunun cevabını.
          Benim hırs olayım liseye geçince bayağı bir azaldı. Daha doğrusu değişti. Bu büyümeme mi bağlıydı yoksa benden daha iyi birilerinin varlığını kabullenmeme mi bilmiyorum. Ama iş artık başkalarını geçip, birinci olmaktan çok hedeflere ulaşmak için sınırlarını zorlamaya dönmüştü. Üniversiteye geçince de bu hedef dönem veya staj geçmek oldu. Hal böyle olunca gayet normal bir durum olan bütünlemeye kalma benim için bir kabus haline geldi. Sanki bütünlemede geçsem ne olur?  Hatta geçemesem ne olur. Ülkenin en zor okulunda okuyorum.(üzgünüm mütevazi olamayacağım bu konuda) Çok çok okul uzar. Yok hedef sınav ya o zaman halledilecek. Yani okulun uzaması değil sorun, hedefe ulaşamamak.
            Bu kadar özeleştirinin ardından biraz da iyi yanlarıma bakarsak en azından "onu geçeyim, en çok ben öğreneyim, ben kalıyorsam herkes kalsın" gibi çocukça hırslarım yok. Tuhaf gelmesin size. Bunu benim çevremde yapan o kadar çok insan var ki. Bu insanların 2 sene sonra doktor olup, çalışmaya başlayacak olmaları tuhaf geliyor. Hani bir söz vardır ya "ben sana kral olamazsın demedim, adam olamazsın dedim." İşte o mantık. 2 sene sonra Hacettepe'den mezun doktor olmuş ama ergenliğini hatta çocukluğunu atlatıp adam olamamış insanlarla karşılaşma şansınız var.
         Gün sabaha dönerken kendim de dahil bir çok insanı böyle gaddarca gömdüğüme göre artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirim. Herkese stressiz, musmutlu günler:)

21 Şubat 2015 Cumartesi

Kadına Şiddet

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:27 0 yorum
              Nereden başlanılır, nasıl yazılır ki? Ölümün kolayı olur mu hiç? Daha da kötüsü öldürülmek... Cinayete kurban gitmek... Sırf birilerini mutlu etmedin diye yaşayacağın onca güzel günün senden koparılması. Hem de daha gençliğin baharında denir ya, işte tam o zaman. Kalem yazmaktan utanır ama insanoğlu yapmaktan utanmaz. Her gün bir vahşet haberiyle başlıyoruz güne. Gazetenin birinci ile üçüncü sayfaları arasında bir yerde bir kıza tecavüz ediliyor, bir kadın sevgilisi tarafından ölesiye dövülüyor, bir genç farklı siyasi görüşten olduğu için katlediliyor. Gazete okuyunca, televizyonda görünce çok mu uzak geliyor size? Gelmesin. Bunları yapan caniler hepimizin çevresinde..
             Bu yazıyı okuyan kadınlar, hanginiz hayatında hiç tacize uğramadınız? Aranızda yok diyenler çıkacak eminim. Çünkü biz arkamızdan çalınan ıslıkları, atılan lafları, üzerimize kurulan mahalle baskılarını o kadar kanıksamış bir toplumuz ki bunları tacizden bile saymıyoruz. Doğal şeyler bunlar. O laf atan, bizi rahatsız eden kişi? O da doğal. Erkek işte. Peki bu erkek attığı laflar karşında, rahatsız ettiği insanlar için kimsenin tepki vermediğini görünce ne yapar? Tabiri caizse işleri büyütür. Otobüste öndeki kadına çaktırmadan dokunmalar, metroda eteğinin altını fotoğraflamaya çalışmalar derken bir yerden sonra gizlemeye gerek bile duymaz. Önde yürüyen kadının poposuna çat bir şaplak, bacağına bir cimcik... Derken "benim olmazsan taciz ederim" gerçek olur. Tecavüzler, ölümler...
            Bana ilk ne zaman laf atıldı hatırlamıyorum. Ama ilk elle tacizimi 11-12 yaşlarındayken yaşadım. Dondurma alıyordum. Birden arkadan biri bir şaplak attı bana. Döndüm. Benden bir iki yaş büyük bir çocuk. Sırıttı ve koşmaya başladı. O kadar korkmuştum ki. Oturup ağlamaya başladım. Kendime gelmem bayağı bir zamanımı aldı.
          Lisedeyken tayt modası olmuştu. Ben de heves etmiştim. Renkli giyinmeyi sevdiğim için kırmızı bir tayt almıştım. Üstüne de renkli bir tunik. O gün eve gidene kadar yediğim lafın, yaşlı amcalardan duyduğum "cık cık"ların haddi hesabı yoktu. Bunlara da alıştık.
           Üniversiteyi kazandım, Ankara'ya geldim. Bir kere kızılayda adamın tekine çakı çekmek zorunda kaldım. Bir keresinde daha önce anlatmıştım, okul yolum üzerindeki berbere isyan ettim. Bir kere yolda yürürken adamın tekini tam beni tutmak üzere yakaladım. O an Allah ne verdiyse saldırdım adamın üstüne. Gücüm ne kadar yeterse vurdum. Ben dağ başında yaşamıyorum. Çevrede bir sürü insan gelip geçiyordu. Biri bile yardım etmedi. Sonra koşmaya başladım. Adam da peşimde. Apartmana girene kadar koştum. O korkuyla merdivenlerden yuvarlandım. Eve vardığımda korkudan on dakika kadar hiç konuşamadım. Fark edip adamın üstüne saldırmasam ne olacaktı? Beni bir arabanın içine mi atacaktı? Yoksa sürükleyerek mi götürecekti?
            Daha dün okuldan eve giderken yanımdan bir araba korna çalarak geçti. Biraz önümde durdu. Ben tepki vermeden yürümeye devam ettim. Arabanın yanından geçerken pencereyi açtı 40 50 yaşlarında pis suratlı bir adam. "Ben bırakayım" dedi. "Yok" deyip hızlandım. Araba hareket etmeyince korktum. Arkama da bakamadım. Bir hışımla telefonumu aldım. Açana kadar birilerini aradım. En son annem açtı. O sırada adam geçti beni ve gitti. Eve gelene kadar telefonla konuştum. O an üşüdüğüm için ben o arabaya binsem veya adam beni zorla bindirse ne olacaktı? Benim de sonum Özgecan Aslan veya Hüsne Aslan gibi mi olacaktı?
             Benim başıma gelmez diye bir şey yok artık. Sadece bunu anlayın istedim...a
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea