26 Aralık 2013 Perşembe

Yeni Yıl... Yeni Yıl... En Güzel Yıl...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:31 1 yorum
           Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler berber iken develer tellal iken ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken uzak uzak diyarlarda değil Ankara'nın göbeğinde bir modern Rapunzel varmış. Bu modern Rapunzelimiz HÜTF adlı bir cadı tarafından bir apartman dairesine hapsedilmiş. Her gün işkence olarak ders çalışması gerekiyormuş ve cadı HÜTF her ay sınav yapıyormuş prensesi.  Üstelik her hikayeden farklı olarak onu kurtaracak bir beyaz ferrarili prens de yokmuş piyasada. (Ferrarisi olan prens değilmiş, prens olanın ferrarisi yokmuş.) Bir gün bu güzeller güzeli kızıl Rapunzelimiz günlük işkencesini yerine getirirken sınavına da üç gün kalmışken patlama sesleriyle yerinden sıçramış. "Aman Allah'ım bomba mı patladı, savaş mı çıktı" diye düşünerek camdan dışarı bakmış. Gördükleriyse kalbini daha da parça parça etmiş. Ses havai fişeklerden geliyormuş. Yılbaşıymış... Dışarıda insanlar eğlenirken, yeni yıla sevdikleriyle girerken bu biçare hapishanesinde, yapayalnız, kendinden geçmişcesine Nöroloji komitesine çalışıyormuş. O an dolu dolu gözleriyle bir dilek tutmuş. "Bu yıl farklı olsun" demiş. Ve evet dileği kabul olmuş.
          Bu kızıl Rapunzel tanıdık geldi mi?
         Yeni bir yıla giriş yapmadan, son yılın son yazısında beraberiz. Sizin için nasıl bir yıldı bilmiyorum ama benim unutamayacağım, asla dediğim her şeyi yaptığım, büyük konuşmamayı öğrendiğim, dibine kadar batıp, başına kadar çıktığım, mutluluğun doruklarında gezdiğim,ağlamaktan yorgun düştüğüm, harika arkadaşlar edindiğim, dünyanın en güzel hediyesini aldığım, saçmaladığım, uçtuğum kaçtığım, kendimi kaybettiğim, sonra geri bulduğum, sinirden kudurduğum, duvarları tekmelediğim sonra kedi gibi olduğum, bağırıp çağırıp sonra "affet" diye sızlandığım belki de en önemlisi sevdiğim, sevildiğimi bildiğim bol aksiyonlu bir yıldı. Yani yeni yıla nasıl girersen öyle gider tezi tarafımca kısmen çürütülmüştür. Kısmen diyorum çünkü ders çalışmaya hala devam. O benim ömrüm boyunca çekmek zorunda olduğum bir ceza sanırım.
           Tam bitti artık bu yıl daha da bir şey olmaz derken kıtalar ötesi gelen bir beddua bana 2013 ün sürprizlerinin son ana kadar devam edeceğini gösterdi. Hayatımda hiç bir bedduaya bu kadar içten amin dememiştim sanırım. Ayakkabı kutularından çıkan milyar dolarlar, hapise giren gemicik sahipleri, halk olarak afedersiniz donumuza kadar soyulduğumuzun böyle açığa çıkması beni zevkten dört köşe etti. İnsan çalınan paralar için sevinir mi demeyin. Eğer Türkiye'de yaşıyorsanız ve ülkenizi azıcık seviyorsanız sevinir. Çünkü zaten siz bu hırsızlığın farkındasınızdır. Bu yüzden tencere tava çalıp, biber gazıyla beslenmişsinizdir. Birilerine bir şeyleri anlatabilmek için boğazınız patlayana kadar bağırmışsınızdır. Hatta bunun için canınızdan olmuşsunuzdur. Sonuçta sizin başaramadığınızı bir beddua başarmıştır. Bunun üzerine ağlanacak halinize böyle gülersiniz işte. Belki bu sefer bir şeyler değişir diye umutlanırsınız. Umut fakirin ekmeği işte.
           Ve sıra yeni yıl dilekleri bölümünde. Huylu huyundan vazgeçer mi? Ben dileğimi abartıyorum. 2013'ten daha da aksiyonlu, bol adrenalinli, çok kahkahalı, şükretmeyi öğretecek kadar üzüntülü, ayakkabı kutusundan paraların çıkmadığı, pırlanta kulaklıkların, altın emziklerin olmadığı, insanların insan olduğu hiç unutamayacağınız bir yıl diliyorum. Bir de bol cesaret tabi... Keşkelerinizden ve acabalarınızdan kurtulun. Hayat ertelemek için de yarını düşünmek için de çok kısa. Bugünü yaşayın ama gerçekten yaşayın. Sadece cesaret. Hayalleriniz tahmin ettiğiniz kadar uzak değil. Her şey daha güzel olacak... Mutlu yıllar:)
NOT: Bu yılımı bu derece güzel kılan tüm insanlar... Hepinize sonsuz teşekkürler. İyiliklerinizle, kötülüklerinizle, iyi ki varsınız. Bazılarınız az bazılarınız çok olsa da seviliyorsunuz. Hepiniz...

12 Aralık 2013 Perşembe

Biri Beni Kurtarsın!!!

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:52 2 yorum
       Yok bu hayat olmadı başa sarsak? Size bunları donmuş bir burun, üşümekten acıyan ayaklarım ve hissetmediğim parmaklarımla yazıyorum. Kuzey kutbundan gelmedim. Okuldan döndüm sadece. Ayı postu da giysen Ankara'nın ayazında donmaktan kurtulamazsın ayrıca. Ben vazgeçtim artık. Sabah aydınlanırken çıktığım sıcak yuvama hava karardıktan sonra dönüyorum. Daha doğrusu artık dönebileceğimden emin değilim. Ya donarak öleceğim, ya da dalgınlıktan her gün kıl payı atlattığım arabalardan birinin altında kalacağım. Kendim öleceğim bir şey değil insanları da katil edeceğim. Bugün en son betona battım ya. Kafam ne derece uçmuşsa artık gittim betonun içine daldım. Hayır tuhaf olan betona batmam değil fark etmeyip yürümeye devam etmem. Keşke donup kalsaydım da tıp öğrencisinin ibretlik hali diye efsane olsaydım.
         Şimdiye kadar tıp seçeyim mi diye bana soran insanlara hep hem iyi hem kötü yönlerini anlattım. Zor ama yapılır dedim. İyidir dedim. Bugün son kararımı açıklıyorum: Tıp öldürmez, süründürür. Git kendini boğaz köprüsünden at anınla şanınla öl git kardeşim. Ya da tıp seç, bugüne kadar aldığın tüm beddualar bir anda gerçek olsun. Hem de sen kazandığın için göbek atarken.
        Tamam çok iyi bir insan değilim. Kin tutarım, intikamım için emin adımlarla ilerlerim ama yok bu kadarını hak etmiyorum. Yaşıtlarım bu sene mezun olurken ben sabahın köründe uyanıp -10 derecede okula gidip 7-8 saat ders dinleyip, akşam eve gelip onları çalışıp bir de "anlatmadığım yerden de sorarım haaa!" diye tehditler savuran sayın hocalarımın ağızlarından çıkan her kelimeyi ezberlemek zorundayım. Ben de insanım benim de canım var demiyorum artık. Çıksın benim canım. Tıp yazarken hiç düşünmeyen kafam kırılsın. Ayrıca beni tıp yazmaya teşvik eden sayın genel cerrahi uzmanı babacığım da beni hiç sevmiyormuş. Yani bir insan çocuğunu böyle bir işkencenin içine sürükler mi?
        Hadi bir şekilde düşe kalka bitse okul. Keşke her şey bu kadar olsa. Bu aralar herkesi bir dershane telaşı almış. Şimdiye kadar ücretsiz gittiğimiz bütün dershaneler öc alıyor sanki. 8,5 bin liranın altına imza attım ben. Bitmek bilmeyen dersler, sınavlar, ölümcül komiteler, 36 saatlik nöbetler, Tus, yds... Ne için? İnsanları mı kurtaracağım? Peki beni kim kurtaracak? Genç yaşımda bittim ben! Ben ölmeyeyim kimler ölsün a dostlar! (ne iğrenç şarkısın sen ya)
          Şimdi diyorsunuz ki "Ne atarlandın! Madem öyle bırak.." Artık mahalle baskısını da aile beklentisini de geçtim. Hayatımın baharında yaktığım üç, hazırlıkla beraber dört yılıma yanarım. Bari gittiler bir işe yarasın. Ama siz gençler henüz kendini yakmamış olanlar ya da tıp içinde bir ukte olarak kalmış olanlar. Ben çektim siz çekmeyin. Yaşarken ölmeyin. Ve beni sevmeyen, tıp kazanınca fesatlığından kuduran tüm insanlar... Aslında ben değil siz kazanmışsınız, sevinin izin verdim.
         Ne diyordum? Bu hayat olmadı. Ben başka istiyorum. 2 gün sonra doğum günüm.  6 gün sonra bir endokrin komitem olduğu için ne doğum günü kutlayabileceğim ne de parti verebileceğim. Ben isyan etmeyeyim de kimler etsin yahu! Neyse konuya dönersek bu sene tek bir dileğim var: Biri beni kurtarsıııııınnnnnnnnnn! Yada sayın ilahi güçler biz bu hayatı bitirip baştan başlatalım olmaz mı? Çok bir şey istemiyorum insan gibi yaşasam yeter. Benim ayın 20sindeki komiteme kadar sahip olamayacağım mutlu günler sizlerin olsun. Ben gidip çalışma masamda ağlarken çalışayım bari.
       

24 Kasım 2013 Pazar

Herbir Şeyin Suyu

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 01:02 2 yorum
      Hayatı uçlarda yaşarım ben! Böyle söyleyince ne kadar havalı duruyor değil mi? Tercümesini yapıyorum: Her şeyi bokunu çıkartacak kadar abartırım. Ve tüm havam söndü.
 
  Bir şeyi tadında bırakmak diye bir olay vardır. Hani güzelse sıkılmadan, bıkmadan kötüyse uzatmadan falan filan. Bende hiç öyle şeyler yok. Sonuna kadar gideceğim. Yemeği mide fesatı geçirmeden bırakmam, çeneme kramp girmeden susmam, çevredeki tüm kargaları kaçırmadan şarkı söylemeyi kesmem... Bu gün çay sarhoşu oldum. Komik değil mi? Hatta şuan da hangover durumundayım. Başım ağrıyor, midem bulanıyor. Niye? Çünkü normal insanlar gibi yudum yudum içmedim. iki bardakta bırakmadım. Üç litre çay içtim. Camışlar bile saygı duruşuna geçti artık. Haberi alan kahveci Müjdat amca "benim dükkanda iç çok borcum var" diye beni aradı. Gerçek hayatı geçtim dün gece de rüyamda iki karton (şu en büyüklerinden) yumurta yedim. Yazarken bile midem bulanıyor. Uyandım ağzımda yumurta tadı var. Düşünmek bile istemiyorum. Uzunca bir süre kahvaltı etmeyeceğim sanırım.
      Sadece maddi değil manevi olarak da abartmak da üstüme yok. Sevdik mi delikanlı gibi, sildik mi
monami gibi.. Off tamam esprinin de en iğrencini yapıyorum. Buradan da zaten "kalbinde yer yoksa güzelim, merak etme ben ayakta da giderim", "ölüme gidelim dedin de benzin mi yok dedik", "uğraşma baba yorgun" diyerekten kamyon şöförüne bağlayacağım. Ne diyordum? Duygularım da uçlarda arkadaş. Birini sevmedim ya zannedersin en sevdiğim elbisemle yer bezi yaptı. Yok böyle bir nefret. Bu nefreti hak edecek ne yaptı? Bakışı yeter. Sevmedim mi sevmiyorum işte. Birine de kanım ısındı mı tamam. İki günde "kankeyta" ünvanını yapıştırıyorum.  Az bi normalleşsem ne olur? Hani hayatı normal yaşasam.. Bazı şeyleri zamana bırakmayı öğrensem... Aaaa! Sabır mı zaman mı? Onlar da ne? Yok benim lügatımda bu sözcükler. Verin bana suyunu çıkartayım herbir şeyin.
       Geçen biraz uyuyayım dedim bıraksalardı yaza kadar kalkmayacaktım. 15 saat.. Zannedersem içimde bir ayı barınıyor. Özellikle uykuda ve yemekte bunu çok hissetmeye başladım. Millet içindeki çocuğu öldürür ben ayıyı doyuramıyorum arkadaş!
       Kendime çok kızdım uykum kaçtı. Neyse böyle yazınca rahatladım biraz. Sanki günah çıkardım. Hale bak! Bu çay gerçekten mi kafa yaptı yahu? Siz siz olun abartmayın dostlar! Abartıp kendinizi süper kahraman sanmayın. Her kötüye ceza vermeye uğraşmayın. Çevrede kötülerinden memnun olan çok vatandaş var. Onların yakınma malzemelerini alırsanız siz kötü olursunuz. Kesin bilgi, tecrübeler dile geldi... Mutlu günler :)

18 Kasım 2013 Pazartesi

Çene

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:39 0 yorum
        Şu çenesinden benim kadar çok çeken bir insan evladı var mıdır acaba? Mübarek bi kapan artık ya! Kendime engel olamıyorum. Hayır bir şeyim de gizli kalsın dimi? Dün tanıştığım insan bugün hayat hikayemi anlatır çok iddialıyım.
         İki çeşit çok konuşan insan vardır. Tip 1 boş konuşur. Dinleseniz de dinlemeseniz de çok bir şey kaybetmezsiniz. Hatta yanınızda 2 saat aralıksız konuşsa sonunda "eee ne anlattı ki bu?" dersiniz. Mesela kırmızıyla beyazı karıştırınca pembe olduğunu, keki üç yumurtayla yaptığını, iki sene önceki Beşiktaş formasını daha çok sevdiğini falan anlatır. Tek kaybı harcadığı ATPleridir.
        Tip 2'ye gelirsek... En büyük özelliği saydam olmasıdır. "Her insanın sırları vardır" sözü onun için geçerli değildir. Başkasının sırrını koruyup kollarken (tabi unutması yüksek ihtimal) kendi sırrını pardon yanlış oldu kendi sırrı hiçbir zaman olmaz ki. Bir de en anlatılmayacak kişiye en anlatılmayacak şeyleri anlatmasıyla meşhurdur. Üstüne üstlük bu insan evladı diyelim ki bir olay yaşasın anında birilerine anlatma potansiyeline sahiptir. Karşıdaki kişinin kim olduğu çok mühim değildir o an. Tip 2'nin beynindeki nöronlar o an "Anlaaaat anlaaat" diyen bir canavara dönüşmüştür. Yoksa içi rahat etmez. Bu tip insanların çevresinde de iki çeşit insan vardır. Ya onu çok sevenler ya da nefret edenler. Kendini tutmak gibi güzel bir huyu olmadığı için aklına geleni direkt söyle sonuç: kaliteli dost, fazla düşman...
        Sanki niye tip 2 dediysem. Hazan desem de olurmuş. Bu özeleştirimi bile tüm sanal aleme paylaşmasam olmazdı. Bir şeyim de gizli olsun yahu! Benle kimse doğruluk mu cesaret mi oynamak istemiyor. İtiraf edeceğim hiçbir şeyim yok. Çok ezikliğini yaşıyorum bu durumun. Bir gün bu herkese olan sonsuz güvenimle bütünleşen sayın çenem yüzünden başıma öyle bir iş gelecek ki o zaman tam susacağım. Bu günün geç ve güç olmasını umaraktan size mutlu günler dliyorum:)

28 Ekim 2013 Pazartesi

Sosyal Medya

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:47 0 yorum
        "Üst kattaki kızın gönlünün efendisi mi ne geliyormuş kaç gündür kız bağıra çağıra bir hal oldu gelsin artık" cümlesini kafamda kurup twitter alemine aktarmayı nöronlarımdan geçirdiğim anda kendime sosyal diyet uygulama zamanımın gediğin anlamıştım. Tabi bu tek neden değildi. Geçen kendini barda etiketleyen arkadaşım telefonu "evdeyim evdeyim" diye açtığından beri şüphelerim vardı. Facebook durumuna "Selena Gomez'ciğimle çay keyfi" yazan insanın da bayağı etkisi oldu tabi. Angara'nın bağlarında yaşayan insanın yaşadığı şehir olarak Los Angel'i göstermesine tam alıştım derken bu kadar yalan bana fazla geldi. En son "Hazan her şarkıda bir şey buluyorsun yok burada şununla dinlemiştim, yok bu şarkı beni anlatıyor, çok duygulandım, içim acıdı" şeklindeki kendimle ciddi konuşmalarım sonucu da kendime müzik yasağı koymuştum. Şuan bu yazıyı Number One eşliğinde yazıyorsam sosyal diyetim konusunda da şüphelere düşebilirim.

       Bir de son zamanlarda insanların gerçek ve sanal kişilikleri arasında uçurumlar oluştuğunu fark eden tek ben değilim sanırım. Adam bir twitler atıyor bir durumlar yazıyor sanırsın Sezen Cumhur Önal. Öyle romantik, öyle hassas. Gerçek hayatta bir bakıyorum ellerini yere koysa babannemin öküzü, dik dursa bizim bahçenin kavak ağacı. Yok böyle bir duygusuzluk, kabalık. Ruh durumları da bir tuhaf. Geçen gün bir arkadaşım öyle şeyler yazmış ki sanırsın uçurumun kıyısında. ("Biri dürtmese bari düşecek şimdi" cümlesini içimden geçirdiğim doğrudur.) Bende iyi arkadaşım ya hiç dayanamam. Zaten başıma ne geldiyse bu "bol sevgi gösterilerim" yüzünden geldi ya neyse. Hemen bir mesaj patlattım. Zavallı zaten üzgün direkt sormayayım diyerek "naber? ne yapıyorsun?" şeklinde bir mesaj atma gafletinde bulundum. Ben burada bir başıma boynum bükük, dünyadan kopuk, aç, sefil (tamam be abartma) ders çalışırken adam meğerse kopuşlardaymış. Bunu öğrendikten sonra kendi iç dünyama yaptığım yolculuk sonucu çevremde benden daha kötü durumda insan olmadığını, acınacak birisi varsa onun da ben olduğumu öğrendim. Malum çok okuyan değil çok gezen bilir. Ama benim iç dünyam bayağı bir büyük olduğu içindir herhalde kendime gelmem bayağı bir zamanımı aldı.Tabi ki bunun tam tersi modellerimiz de mevcut.
         Geçen bir arkadaşımla buluştum (bu ne ya normal arkadaşım yok mu benim?) bir başladı anlatmaya yazsaydım net 3 sezon 39 bölüm dizi. Dram, ihtiras, aşk, acı... Tam da bizim insanımızın sevdiği türden. İyi bir şey olsa izlemeyiz nedense. Neyse... İşte ben zavallı geldim eve. Sanki bana neyse? Yok ama dedim ya iyi arkadaşım. Evden Lady Gaga çıktı Ümit Besen döndü. Damardan rakı verecem kendime o derece içselleştirdim olayı. Kafa dağıtayım diyerekten girdiğim facebookta arkadaşımın kahkaha pozlarının altına "keyiften ölüyorum" tarzındaki yorumlarını okuyunca "Allah'ım ağlama duvarı mıyım ben ya?" sorusuna içten "yok azıcık kerizsin" şeklinde bir cevap geldi. Ben yine de olaya iyi tarafından bakmaya çalışacağım. Belki de birilerinin üstünde "iyiyim, senden sonra süperim" etkisi yaratmaya çalışıyordur.
          Bu sosyal güvensizliğimi uzun süre üzerimden atamayacağıma eminim. Ah beni bu hale getirenler utansın. Ehehehe bu arda televizyonda da Selena Gomez var. Galiba arkadaşımın çay partisinden geliyor. Biliyorum bana da doyum olmuyor ama hayatta yapmayı en çok sevdiğim şeylerden top üçte olan uykuyu büyük bir zevkle gerçekleştirmek üzere huzurunuzdan ayrılıyorum. Mutlu günler:)
           

26 Ekim 2013 Cumartesi

Lanetli "Tıpçılar"

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 18:55 2 yorum
            Nedir bu insancıkların "tıpçılar"la alıp veremediği anlamış değilim. Özellikle kızları (bende bu gruba üyeyim sanırım) yerden yere vurmaya pek bir hevesliler. Nasıl oluyorsa hem paspal hem havalıymışız. Bir de genellemeler yapıyorlar ya aman Allah'ım al canımı da kurtulayım.
            Bakın size geliyor bu itiraflar: Evet aslında biz tıraş oluyoruz. Hatta sınav dönemleri onu bile yapmıyoruz böyle bir karış sakal bırakıyoruz ama kör talih hala sözümüz dinlenmiyor. Hepimiz diş telli ve gözlüklüyüz. Hem de dişlerimiz o kadar bozuk ki altı yıl kalıyor o teller. Aslında hepimizin ailesinde bir vampir var. Dişlerimizi atalarımıza borçluyuz. Lensin icat olduğundan da haberimiz yok bizim. O kadar derse gömülmüşüz ki geçen yüzyılda yapılan bu gelişimi hala hayatımıza geçiremedik.
           Moda, kıyafet hiç anlamadığımız konular. Hepimizin bir kat kıyafeti pardon eşofmanı var. Onu yıkadığımız gün de okula gidemiyoruz o derece.
          En önde oturmak için de birbirimizle kavga ettiğimiz doğrudur. Hatta komitede en yüksek notu alıp aynı zamanda en önde oturmaya devam eden biri olursa toplanıp onu yiyoruz. Sonra kemiklerini inceleyip anatomiden en yüksek notları alıyoruz. Anlayacağınız her parçasını değerlendiriyoruz. Ne yazık ki sadece öyle zamanlarda birlik olabiliyoruz. Yoksa hiç arkadaşımız da yok bizim. Birbirimizden de nefret ederiz.
           Türkiye dereceli olduğumuzu her fırsatta dile getirmekten geri durmayız. Mesela ben ekmek almak için bakkala gittiğimde lafa "Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?" diye girer "şuan karşınızda koskoca Türkiye 250.si duruyor. Ona göre ekmeğin en iyisinden en vitaminlisinden verin" diye devam ederim.
          En büyük eğlencemiz birbirimize yalan söylemektir. "Ya canıııııım ben bu komite hiç çalışamadım. Konularım bir türlü yetişmiyor.." Bunu söylerken aslında 28. tekrarımızı yapıyor oluruz. Birbirimize not vermemek içinde aynı eğlenceye başvururuz. "Ben o derse girmedim ki!" cümlesinin gerçeği "Girdim, en öne oturdum, hocanın ağzından çıkan her kelimeyi noktası virgülüne yazdım ama senden bir puan fazla almak umuduyla veremem notlarımı ha ha ha"dır. Partiymiş barmış hiç bilmeyiz. O düzenlenen partilerde de bakmayın afişlere falan DJ bile "tıpçı" ya hep beraber ayin gibi sabaha kadar ders çalışıyoruz. Hatta şu "work hard, play hard.." şeklindeki şarkıyı değiştirdik "work hard work hard work harder.." yaptık. Çalışırken de onu dinliyoruz.
 
        Öyle sevgiliymiş manitaymış cık cık cık. Hiç bize göre şeyler değil. Tabi aramızda bir kaç istisna çıkmıyor değil. O fazla cesurlarımız da kütüphanede buluşup beraber sabahlıyorlar. Kadavra resimlerine bakıp latincelerini ezberlerken, mikropların özel hayatlarını deşerken yapılan romantizmin tadını siz hiçbir zaman anlayamazsınız. Şimdi merak ettiniz tabi nasıl sabahlıyorsunuz hiç mi uyumuyorsunuz diye. Yok bizim uyku genlerimiz alınmış. Bir üst model insan olduğumuz için sanırım. Madem bu kadar şeyi söyledim son bombamı da patlatayım. Aslında biz uzaylıyız. Hiç bir insani duygumuz yok. Üzülmeyiz, sevinmeyiz, mutlu olmayız.. Kalbimiz de yok bizim. Kan dolaşımımız bile beyin üzerinden oluyor. O yüzden bizi istediğini gibi kırabilirsiniz, hakaret edebilirsiniz, üzmeye çalışabilirsiniz. Başarılı olamayacaksınız hi ha ha!
         Tarikatımızın en karanlık sırlarını ortaya döktüm. Şimdi cezamı merak ediyorsunuz. Ama "tıpçılar" bu yazımı okuyamayacak kadar meşguller. Rahatım o yüzden. Şimdi uzamış sakallarım, gözlüğüm, tellerim hep beraber mabedim olan çalışma masama döneyim. Size harika hayatlarınızda iyi eğlenceler...
NOT: Boşuna mutlu numarası yapma, mutsuzluktan öldüğünü biliyorum hi ha ha..

24 Ekim 2013 Perşembe

Televole: "Tek Hücreliler"

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 16:39 0 yorum
      Birileri beni özlemiş mi? Hazan bi yazı yazsa da okusak mı diyor? Kulaklarım da çınlıyordu zaten. Tabi ki yalan.. Komiteme sayılı günler kaldı. Ders çalışmayacak olsam da vicdanımın sesi dışarıdan duyulur korkusuyla insan içine çıkamıyorum. Dört duvar arasında kalınca da birden blog aşkına geldim. Öncesinde Candy Crush'a sarmıştım. 37. bölüme geldiğim anda içimdeki Hazan'ın "sen iyice işsize bağladın haa!" şeklindeki yorumunu ciddiye alarak telefonumdaki tüm oyunları silme kararı aldım. Sabır ve beklemek kelimeleri beni her zaman teğet geçtiği için bu kararımı anında uyguladım. Sonuç: on dakikada bir girilen (hatta bazen 8 oluyor) facebook ve twitter. Çoğu zaman girdiğimde okuduklarımı tekrar okumak zorunda kalıyorum. Hatta bu işsizliği o kadar abarttım ki foursquare'da kim kiminle neredeymiş olayına bile girdim. Bu arada foursquare demişken aklıma geldi. Tam "altın günü teyzeleri"ne uygun bir olay değil mi?
   
   Artık üçüncü sınıfım. Yok öyle kadavranın kolu nerde, bacağı nereye gitmiş olayı. Bu komitedeki ilgi alanımız tek hücrelilerin hayatları. Hayır incelemeyelim demiyorum ama zavallılarda özel hayat denilen bir olay kalmadı. Her laboratuvarda besi yerlerine yerleştirip hadi bir güzel çoğalın siz diye tembihliyoruz. Bu da yetmezmiş gibi birde boyayıp mikroskoba yatırıyoruz. Zavallıcıklar zaten ilaçlara nasıl direnç geliştireceklerini şaşırmışlar.
 +Orhan abiiii, var mı sende penisilin direnci?
 -Olmamı Kenan'ım istediğin direnç olsun al şu genleri güle güle kullan.
 +Allah razı olsun abi be. Bu şerefsizler yüzünden çoluk çocuk aç açıkta kaldık. Ben şimdi bunu aldım ya kesin başka ilaç uygularlar. Şerefsiz bunlar, şerefsiz...
       Parazitlerin durumu daha zor. Düşünsenize üremek için sineğe, böceğe muhtaçlar. Kanda dolan dur. Böcek gelecek ısıracak o sırada fırsattan istifade böceğe geçeceksin de üreyeceksin.
 +Kız Aysel sen hala buraada mısın? Karta kaçtın kızım sen diyim ben sana.Yaşıtlarının torunları bile enfeksiyon yapıyor.
 - Kör olasıca anofel sinek karısı bi gelemedi ki gideyim. Çürüdüm buralarda çürüdüm şu genç yaşımda. Kesin Hayri başka plazmodium bulmuştur oralarda. Erkek değil mi hepsi aynı bunların.
       Yakında bakteri hakları, virüs özel hayatı, mantar etik ilkeleri diye bir şeyler çıkarsa hiç şaşırmayacağım.
       Zavallıcıkların özel hayatlarını deşifre etmekten daha güzel yanı ne biliyor musunuz? İsimleri... Mübareğe bir isim vermişler demek için dil, gırtlak, ses teli kombinasyonunu sonuna kadar kullanmak lazım. Erysipelothrix rhusiopathiae... 100 trilyon hücrem olacağına tek hücreli olaydım da şöyle havalı bir ismim olsaydı diyor insan. Ama şimdi yiğidi öldür hakkını ver. Bu tek hücreli vatandaşların yine en büyük faydası biz tıp öğrencilerine. Böyle tek solukta ismini söyleyince kendimizi büyük doktor zannediyoruz. Bir havamız oluyor ki sormayın. Sonra "tıpçılar havalı" muhabbetlerine konu oluyoruz. Bu bizim suçumuz değil inanın tek hücrelilerin.
         Bu kadar muhabbetlerini çevirdik, kulaklarını  çınlattık şunların yanlarına gideyim de iyice bir çalışıp gönüllerini alayım. Hep bir bahanem var değil mi? Mutlu günler:)


19 Temmuz 2013 Cuma

Yük Sınırı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:57 0 yorum
       Yağmurlu günlerde canım hiç yataktan kalkmaz istemez. Sonuçta daha öncede bahsettiğim gibi yağmur
babam için bir bahçeyi sulamaktan kurtuluş, bir nimet olsa da benim için çoğu zaman beni içime işleyen soğuk ve berbat olmuş saçlarla karşı karşıya bırakan bir kalpsizdir. Ama bugün yağmura kızmıyorum. Çünkü yağmasının bir amacı var. Gökyüzü gidişime ağlıyor. (Bu satırları okurken "kendimi beğenmişliğimden" dert yanan arkadaşım evet o güller de ben geçeceğim için yola dökülmüştü.) Yani olayı fazla dramatize etmeye de gerek yok ama Trabzon'da neredeyse bir aylık kurağın üstüne tam gideceğim gün gökyüzünde birilerinin vanası patlamış gibi yağmur yağınca hipotezim teoriye geçmek için bir adım atmış oldu.
      Yağmurdan bu kadar dert yandıktan sonra yaz tatilimi geçirmek için Londra'ya gidecek olmam oldukça ironik. Orada yağmura doyacağıma hiç şüphem yok. Zaten yağmura doyma sınırımın ayda bir gün olduğu düşünülürse doyacağım hatta kusacağım. (Ramazan ramazan doğru konuş be) Ama şuan yağmurdan çok daha büyük sorunlarım var.
 
     Sekiz haftalık yaz tatilimin (biliyorum çok uzun) altı haftasını geçirmek üzere taaa Avrupa'nın bir ucuna gidiyorum. Daha doğrusu gideceğim. Tabi Türk Hava Yolları izin verirse. Ben bunları anlamıyorum ki. Altı koca haftadan bahsediyorum onlar bana yirmi kilo diyorlar. Sanki karşı komşuya misafirliğe gidiyorum. Annemi arayıp "Anne kırmızı inekli pijamalarım yirmi kiloluk yük sınırımı aştı. Bir koşu sen getirir misin?" mi diyeceğim? Ben ki 15 günlük tatile "belki bunu da giyerim" düşüncesiyle iki valiz kıyafetle çıkmış insanım. Hayır bir de hangisini bırakacağımı bilmiyorum ki. Kıyafet öyle bir şort bir bluzle bitmiyor ki. Bunun ayakkabısı var, çantası var, takısı var, tokası var... Sadece kıyafet de değil saç kremi, düzleştiricisi, maşası... Say say bitmiyor. Şimdi bir erkekle bir kadına aynı yük hakkı verilmesi adil mi? Kadınlara pozitif ayrımcılık yapılması lazım.
        Bir de şöyle bir mevzu var bence yük+insanın kilosu= bir sınır (mesela 150 kilo olsa asla hayır demem) olması lazım. Sonuçta bavullar da insanlar da aynı uçakta seyahat ediyor. Ynlış anlamayın beni 150 kiloyu aşan insanlar da tabiki uçağa binecek. Mesela onlara da 30 kiloluk yük sınırı konulabilir. Tıpta çareler tükenmez. Madem bayana pozitif ayrımcılık yok negatif ayrımcılık olsun. Erkeklerden az olan kilolarımız bize götürülecek çanta, ayakkabı olarak dönsün.
       Yıl boyu neredeyse kendimi derslere adadıktan sonra, yurt dışına gitmeden önce tüm derdim ve sıkıntımın "Orada ne giyeceğim?" sorusu olmasını bu kadar serzenişten sonra ben de yadırgadım. Tamam şu saatten sonra "Güzel bir tatil geçirebilecek miyim?" sorusunu gündeme getiriyorum. Tabi bavulumu hazırladıktan sonra.
        Şimdi hepinize fevkaladenin fevkinde, kafanızdan asla silinmeyecek, üstünden bir ömür geçse de "ah 2013 yazı" dedirtecek kadar güzel tatiller diliyorum. Bir daha ne zaman görüşürüz bilmiyorum. O zamana kadar kendinize cici bakın ve tüm güzellikler sizin olsun. Mutlu günler :)
     

6 Haziran 2013 Perşembe

Canavarlar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:25 2 yorum
       Artık Ankara'nın Gezi Park'ı için değil de, Türkiye'nin Ankara için toplanması gerekiyor. Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla Türkiye'nin hiçbir yerinde uygulanmayan vahşetin dik alası kızılay sokaklarında yaşanıyor artık. Orantısız gücü gördük, bir kıza saldıran yirmi polisi de gördük ama dün kızılayda yaşanılanlar "yok artık" dedirtecek boyuttaydı.
          İnsanlar güvenpark civarında oturuyorlardı. Gitar çalanı da vardı, davulla halay çekeni de, kendi söyleyip oynayanı da, genci yaşlısı kısacası şenlik alanı gibiydi. Ne bir taş atan vardı ne de bir yere zarar veren. Polis de yüz metre kadar öteye konumlanmış duruyordu. Arkadaşıma "Şu polislere çiçek mi versek bak ortam ne güzel" dedim.
          İşimiz vardı. Durmadık meydanda. Zaten kandil bugün bir şey olmaz düşüncesindeydik. Sakarya caddesinde bir mağazadaydık. Etrafta ne bir eylem yapan ne de bir gösterici vardı. Gayet normal bir gün gibi insanlar geziyor ve alışveriş yapıyordu. Birden neye uğradığımızı şaşırdık. Aynı anda yağmur gibi onlarca biber gazı tüm kızılayı sise boğdu. Diyorlar ya dağılın anonsu yapıldı diye koca bir yalan. Ya da kendi kendilerine "dağılın" dediler kendilerinden başka kimse duyamadı. Artık duruma alışan insanlar gayet normal bir şekilde maskelerini takıp koşmaya başladılar ama kaçacak yer yoktu. Sakaryanın her tarafını akrepler sardı. Her sokaktan biber gazı geliyordu. Çocuklar, hamileler, engelliler, yaşlılar herkes bir yere kaçıyordu. O ayyaş alkolik denilen barlar kapılarını açtı insanlara. Eylemden kaçıp gelenler de normal halk da oralara sığındı ama polis durmak bilmedi. Sonra tomalar geldi. Tazyikli suyu nokta atışıyla insanların üzerine sıkmaya başladı. Sakaryadan çıkabilen insanlar koleje doğru peşlerinde akrep ve tomalarla kaçmaya başladı. Polis de aynen takip etti. Kaçan insanların, çocukların üzerine hiç çekinmeden attı gazını.
          Dün kızılayda tam bir vahşet vardı. Kaç kişi yaralandı kimse sayamadı. Korkunç bir manzaraydı. En korkuncu da neydi biliyor musunuz? Polislerin bütün bunları yaparken yüzlerinde oluşan o iğrenç sırıtma ve intikam ifadesi. Şimdi biri beni bunların da insan olduğuna, bunların da vicdanı olduğuna inandırabilir mi? Hiç sanmıyorum. Eğer ben canımı namusumu malımı koruması için bu adamlara güveniyorsam yazık bana.
       

30 Mayıs 2013 Perşembe

O Bir Huni

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 14:35 0 yorum
   
  Size, bana bir ay gibi gelen, bitmek bilmeyen, bitecek gibi de görünmeyen son bir haftamı anlatmak istiyorum. Komite sonrası hem dinlenirim hem de final için biraz çalışırım malum yedi komite var ancak bitiririm düşünceleri eşliğinde, kollarımın iki gün ağrımasına neden olacak kadar içi tıka basa kitap dolu çantamla gittiğim yosun kokulu memleketimden pazar günü döndüm. Giderken tasarladığım planlarımın tahmin ettiğiniz üzere sadece dinlenme kısmında mutlak başarı gösterebildim. "Bak ben sana dedim o kadar kitap götürdün ne işine yaradı beyinsiz" şeklinde yorum yapan içimdeki 'kötü hazan'ı uçakta okuduğum on sayfa fizyolojiyle haksız çıkarmaya çalışsam da kendisi malesef aptal değil. Bir eşek ölüsü ağırlığında olan anatomi atlasım bana çantamın içinden göz kırparken, vicdanımın bağırmaktan sesi kısılmışken 'kötü hazan' sussa bile gözleri yeterince konuştu.
          Mavi yeşil manzarayı ve bahçedeki portakal çiçeklerinin kokusunu bırakıp bozkırın içine düşünce 'düşene bir de sen vurma' dediğim hayattan anında cevap geldi 'üçte yetmez beş tane' şeklinde. Ben beşe razı olmuşken 'şaka yaptım sana beşte yetmez onüç tane' dedi. Bahsettiğim şey tabi ki ders. (unutmayın ben bir tıp öğrencisiyim) Pazartesi 8.40 17.30 arası derslerde 'ahanda ben öldüm' derken salı ve çarşamba günleri dershane çıktı başıma. Lise talebesi gibi 'nereye gidiyorsun' diyene utana sıkıla 'dershaneye' diye cevap verdim. Hayır normal saatlerde olsa ona da yanmayacağım. 17.30da okuldan çık gece 10a 11e kadar dershanede ders dinle. Kolay diyen varsa buyursun ben beyaz bayrağı çekeli çok oldu. Psikolojik yorgunluğu geçtim artık fiziksel açıdan da isyanlardayım. En basitinden 'nereye' sorusuna 'dur bir oturup düşüneyim hmm... yemeğe gidiyordum sanırım' şeklinde cevap verir oldum. Malum aşırı yükleme bende devre yanması olarak karşılık buldu. Şarkıları normal dinleyemez oldum. Uyarlamalar,  uyarlamalar... "Kendime yalan söyledim, yalnızım tıpı ben seçtim, paramparça bütün kadavralar, içimde ders dinlemeyen birisi var..." "O bi Heman Batman Packman ama ben değilim ben Einstain da değilim..."  "Wake me up when the school ends..."
        Benim batarya acı acı bağırsa da yapacak bir şey yok. "Moral yüksek, motivasyon yerinde ha gayret " diyerek bir yandan finale bir yandan da komiteye çalışmak zorundayım. Ama bugün düşündüğüm bir şey var. Keşke bizi sadece bina olarak değil de toptan izole etseler diğer öğrencilerden. Malum onlarınki can bizimki patlıcan (bu gidişle gerçekten patlıcam) bari görmeyelim onların nasıl gezdiklerini, üniversiteyi nasıl okuduklarını falan. Sonra insanın huniye karşı bir yakınlığı oluşuyor da. Mutlu günler :)

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Şans

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:28 0 yorum
              Şans nedir? Ben şanslıyım diyenle şansızım diyen arasında ne fark vardır?
 
          Şans tamamıyla bakış açısıdır. 6 ya tersten bakarsan 9 olur ve görmek istediğin şey eğer 9sa kendini şanslı sayarsın ya da tam tersi eğer hep aynı taraftan bakmaya devam edersen ömür boyu kendine şanssız damgası vurmaya devam edersin. Bu bir nevi pozitif düşün pozitif olsun kuramının başlangıcıdır. Bu da dünyanın belki de en güzel kısır döngüsünü oluşturur. Olumlu olmaya bir başladın mı şans da mutluluk da seni takip eder.
              Yanılmıyorsam şubat ayıydı. 2 gün sonra Trabzona gelecektim yarıyıl tatili için. Bankadan para çekmem gerekiyordu. Bankamatiğe gittim ama bankamatik istediğim miktarı vermedi. Benim de o kadar acelem var ki oflaya puflaya bankaya girdim içeriden çekeyim diye. Sıramı aldım bekliyorum. Paranın gideceği bir yer var ve ben kapatmadan yetişmeliyim. Resmen dakikalarla yarışıyorum. Neyse sıra bana geldi. Gittim bankacı kimliğimi istedi cüzdanı bir açtım o an içimden bir çığlık attım. (umarım sadece içimden atmışımdır) Tahmin edeceğiniz üzere kimliğim yoktu. İşimi o gün halletmemin imkanı kalmamıştı artık. O an "ben ne kadar şanssızım kaybedecek zamanı buldum." diyebilirdim ama demedim aksine "ben ne kadar şanslıyım" dedim. Evet belki o gün parayı çekemedim gideceğim yere yetişemedim ama ortada daha önemli bir şey vardı. 2 gün sonra uçağım vardı ve kimliksiz o uçağa binemezdim. O gün bankamatik parayı vermiş olsa ve ben işimi halletseydim belki de hatta %99 ihtimalle ben havaalanına gittiğimde nüfus cüzdanım olmadığını fark edecektim. Uçağı kaçıracaktım ve gecenin bir yarısı evime geri dönmek zorunda kalacaktım. Ama ben çok şanslıydım ve ertesi günü nufüstan bir belge alarak o uçağa bindim.
             Hayatta aslında her şeyi bu örneğe uyarlayabiliriz. Eğer başımıza kötü bir olay geliyorsa belki de
daha büyük bir olayı engellemek için geliyordur. Tanıştığımız insanları ele alalım. Çoğumuzun vardır bir arkadaşımız vasıtasıyla tanışıp tanıştırandan çok daha samimi olduğumuz insanlar. Bunların hepsini şans olarak nitelendirebiliriz. Hele de benim gibi tanıştığınız her insanın aslında hayatınızı değiştirecek bir etkiye sahip olduğunu ve karşınıza boşuna çıkmadığını düşünüyorsanız kendinizi şanslıX2 sayabilirsiniz.
            En basite indirgersek olayı biz doğuştan şanslıyız. Yani ben ve bu yazıyı okuyan sizler. Düşünsenize Afrikada içmek için temiz su yemek için bir parça ekmek bulamayan insanlardan biri olarak da doğabilirdik. Ya da Ortadoğuda bomba sesleriyle uyuyup silah sesleriyle uyanan ailelerden birinin çocuğu olabilirdik. Hepimiz her gün kötü olaylar yaşadığını iddia eder ama unutmayın kötü, iyi, güzel, çirkin hepsi göreceli kavramlardır. Kime göre , neye göre kötü? Yaşadığınız her olayı veya daha güzeli tattığınız her duyguyu şans olarak görmek sizin elinizde.
           Son olarak size küçük bir itiraf evet ben Polyana2013. Mutlu günler:)

9 Mayıs 2013 Perşembe

Yıldız Geçidi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:23 0 yorum
          Bu bayan sanatçıların oğlu yaşındaki adamlarla klip çekme hastalığını anlamıyorum. Artık kabul edin yaşlısınız. Hayır aslında gerçek hayatta da basarım parayı kaparım genci hayat felsefesi güddükleri için onlar için çok tuhaf olmasa da bir izleyici olarak sonuna kadar romantik duygularla çekilen klipleri kahkahalar eşliğinde izlemek zorunda kalıyorum. "Türkiye müzik ödülleri"nde en iyi klip seçilen Her şey güzel olacak bunun en büyük kanıtıdır. Bir Türk filminden hem de en damar olanlarından birinden alınan senaryo baş rollerini Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun paylaşması gerekirken elli yaşında bir kadın ve yirmili yaşlarda daha sivilceleri yeni geçmiş adölesan sınırlarında bir çocuk paylaşınca millet için en iyi klip olsa da benim için komedi filmi tadı veriyor.
           Bugün Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi var okulumuzda. Bizim için bunun anlamı beş harf: tatillllll (8-10 harf oldu idare edin) Gerçi şöyle bir mevzu var bir tıp öğrencisi google'ında tatil yazarsanız "bunu mu demek isediniz? ders çalışmak için zaman" şeklinde bir yazıyla karşılaşırsınız. Ama olsun tatilin isminin verdiği mutluluk da yeter. Şimdi bu konuya nereden geldik derseniz uykunun kollarında geçirdiğim güzel saatlerden sonra güzel bir müzikle başlayayım dedim güne. (bu ara keyfime diyecek yok) Müzik kanallarında gezerken sarı iğrenç kesilmiş saçları olan bir kadın gördüm. "Ahan da Hande Yener, hani bunun benden ay farkıyla büyük sevgilisi?" dememe gerek kalmadı çünkü orada duruyordu. Kadın bir kere şaşırt beni yahu. Her klipte özenle mi yapıyorsun? Sen sabitsin her klipteki adölesan değişiyor. Makyajın da estetiğin de bir sınırı var diyeceğim de hayali Ajda Pekkan'la göz göze geldim şimdi. Düşündüm de oğlu yetmez torunu yaşındaki adamlarla klip çekmeliler.
 
      Klip dedim de aklıma geldi ülkemizden bir "yıldız" geçti. Gerçi günlerce yolunu gözleyen hatta ona en sevdikleri oyuncak ayılarını bile fırlatan bizim zavallı kızlarımıza bir "hııı" bile demedi. Üstüne üstlük bir de twitterdan "ter kokumuzu" beğenmediğini belirtti ama olsun o hala bizim için bir idol. Bizim zamanımızda çocuklar büyüyünce doktor, öğretmen, kamyon şöförü falan olmak isterdi. Şimdi Justin Bieber olmak istiyorlar. Ayrıca şu Laz Ziya'ya da aşk olsun. Hazır ayağımıza kadar gelen fırsatı kaçırdı. Oysa dünya ne kadar da sevinirdi Biber'i toprağa ekseydik. Şuan düşündüm de ya topraktan küçük küçük biberler çıkıp dünyanın dört bir yanını sararlarsa? Aman vazgeçtim. Bir tanesi bile fazla dünyaya. Bizim küçük Emrah'ı beğenmeyen tiki kızlar sorun bakıyım Justin'e resimdeki pozu vermeyi kimden öğrenmiş? Bu arada biber yıldızının ülkemizden geçmesi parfüm ve deodorant satışlarında patlamaya yol açtı. Pazarda "orjinal(!) chanel beş lira" diyen amcam kendine orjinal chanel koleksiyonu yapacak kadar para kazandı. Neyse birilerinin bu ziyaretten mutlu olduğunu bilmek güzel.
          İşin özü hayat güzel yahu. Yani şu kendileri için ünlü benim için "ünlü böyle oluyorsa ünsüz olmayı tercih ederim" şeklindeki insanlar piyasada oldukları sürece gülünecek şey bitmez. Size en az benimki kadar mutlu mesut günler diliyorum ayrıca malt söylüyor "mutlu" :)

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Bize Her Yer TRABZON

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:20 3 yorum
Bir TRABZONLU,
1. Kendisiyle tanışılmayı br şeref, tanışanı da şanslı sayar ki sonuna kadar haklıdır.
2.Sinirlenmez, sinirlendirilir.
3.Oturduğu sandalyeyi masaya doğru değil, masayı kendisine doğru çeker.
4. İlkokul eğitimini Trabzonda aldıysa ömrünün sonuna kadar t ile d yi k ile g yi karıştırır. Sonuçta Yıldız Dilbe , Genan Işıg gibi ünlüler doğar.
5.Söylemeye çalışmaz, söyler.
6.Kibar olamaz. Olmaya çalışanın hazin sonu: "Ay ne dadlı köpek, dalay mı?"
7.Fenerbahçeden nefret etmeyi Trabzonsporu tutmaktan daha üstün tutar. Kanıtım lisedeki geometri öğretmenim: "pkk ile fener maç yapsın pkkyı tutmazsam şerefsizim"
8.Erişkin yaşa geldikten sonra silah, tüfek gibi binumum delici ve kesici aletlere sahip olmayı kendisine borç bilir. Amaç birini vurmak değil, Trabzonspor maç kazanınca havaya sıkmaktır.
9.Sarf ettiği cümlelerin en az yüzde 70inin sonuna "da" koymazsa gerçek Trabzonlu değildir.
10.Beklemekten ve bekletilmekten ölümüne nefret eder. Sırf bu yüzden madde 8deki aletleri farklı bir amaç için kullanabilir.
11.Hayatının her anında acelecidir. İşini yarına bırakmak imkansızdır çünkü o iş dünden bitmiştir.
12.Bir kavgaya iki kemençe sesine dayanamaz. İkisinde de kimseyi tanımasa da, çok sonradan dahil olsa da olayda başrolü üstlenebilir.
13.30 derecenin üstündeki her sıcaklıkta eriyip bittiğini iddia eder. Bu yüzdendir ki yılın 9 ayı yağmurlu olan bir memlekette yaşamasına rağmen kalan 3 ayı da yaz günü kar yağan, soba yakılan yaylada geçirir.
14.Hamsiyi asla bir balık çeşiti olarak görmez. Hamsi ayrı, balık ayrıdır. Tek ortak noktaları aynı denizde yaşamalarıdır.
15.İçinde hamsi olan her yemeği tadına bakmaksızın güzel olarak nitelendirir.
16.Denizi değil KARADENİZ'i özler.
17.Konjenital (doğumsal) bir espri yeteneği ve fıkra anlatma içgüdüsü vardır. Bu yüzden çoğu zaman dış çevrelerce dışlanılmaya çalışılır ama unutmayın bir Trabzonlu dışlanamaz dışlar.
18.Her gün lahana çorbası yese de bıkmaz.
19.Oflu ise kendini Trabzonlu saymaz. Lisedeyken hocamız okulun ilk günü bir arkadaşla konuşuyor.
hoca: Oğlum nerelisin?
ö:Ofluyum hocam
haca:Trabzonlu yani
ö:Yok hocam ofluyum.
20.Kibarca uyarmaz kafa göz dalar.
21.Sinirlendirilince (bknz madde2) dünyayı gözü görmez. O anda çok rahat adam öldürüp sakinleşince cesetten özür dileyebilir ki bunların ikisinin toplam gerçekleşme süresi 20 saniyeyi aşmaz.
22.Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığından nefret eder. Bu yüzden son derece güvenilir birisi olsa da her gördüğü yılanın başını ezmek isteyeceğinden belaya bulaşma konusunda oldukça yeteneklidir.
23. Her şeyi unutsa bile "Bize her yer Trabzon" olduğu gerçeğini asla unutmaz...:)

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Sınır Dışı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 18:53 0 yorum
          Bazen (bu bazen "bazenler çoğalıyor bazen"deki bazenden) pılımı pırtımı toplamadan, dert dinleme ayım Biga'yı, en sevdiğim mikrodalga fırınımı, üzerinde 3 yılımı geçirdiğim kırmızı koltuğumu bile almadan kaçıp gidesim geliyor. Ruhları bedenlerinin içinde çürümüş insanlardan uzaklaşıp Survavior adasına yerleşmek istiyorum. Burada bir problem baş gösteriyor işte. Adaya gittiğim andan itibaren yengeç, balık, iguana ve binumum canlıların hepsini yiyerek nesillerine son verme durumuyla karşı karşıya kalabilirim. 'Kendinden başka birilerini düşünebilen insan ırkı'nın soyunun tükenme tehlikesi altında olduğu şu günlerde bir de ada canlılarının yaşamlarını karartarak kendi bozulmuş ruh durumumu onların ekolojisine yaşatmak istemiyorum. Psikolojimi ve moralimi felç ederek bir adadaki tüm canlıların yaşamını tehlike atan insanların dünyadan sınır dışı edilmelerini istiyorum. Suudi Arabistan'da kadınların aklını çelebilecekleri gerekçesiyle sınır dışı edilen adamlardan daha iyi bir nedenim var en azından.
       

29 Nisan 2013 Pazartesi

İdolüm: O, Bu, Şu

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 20:25 0 yorum
            Benim sevgili ülkemin en sevdiği söz "bükemediğin eli öpeceksin." Her konuda bu sözü felsefesi haline getirdiğini belli ediyor. Yani gurur falan yok bizde. Adölesan dönemindeki çocuklar gibi sürekli bir idol arayışındayız.
       
  Biraz önce buzluktan çıkarıp mikrodalgada ısıttığım kuru gıdalarımla beslenirken (artık içim kurudu ama yapacak bir şey yok) haberlere bir göz atayım dedim. Her ne kadar her izlememde sinir krizlerine girsem de çok da kopmak istemiyorum gündemden. Tıpçı olarak "asosyal" sıfatımız üstümüze yapışmış olsa da tabuları yıkmak güzeldir. Ama bu sefer farklı bir şey oldu. Sinirlenmedim aksine gülmeye başladım. Haberin başlığı "eğitimde 'Kazak' modeli". Tabi üstümüze giydiğimiz kazak değil bahsedilen. Kazakistanda uygulanan liseye geçiş sınavı yöntemi. Artık liseye geçiş sınavında açık uçlu sorularda olacakmış. Çoktan seçmeli sınavı yapmayı beceremeyen bir ülke için boyundan büyük işe kalkışmaktan başka bir şey olmasa da "Bir de bunu deneyelim ne olacak?" mantığı ağır basıyor. E tabi her sene aynı sistem uygulanırsa dershaneler, kitapçılar, özel öğretmenler nasıl para kazanacak. Hem yeni bir şey denemiş oluyoruz hem de bir sürü insana ekmek kapısı açıyoruz. Burada araya kaynayan her sınav sistemi değiştiğinde stresleri bir kat daha artan yavrucaklar oluyor. Aman ne olacak sanki çocuk onlar büyüyünce unuturlar.
          Anayasada  İsveç modeli, ekonomide İngiltere modeli, sağlıkta Almanya modeli, modeller modeller...(ülke isimleri benim uydurmamdır ama araştırsam çok da yanlış çıkmayacağına eminim) Niye hiçbir ülke Türkiye modelini  almıyor diye bir düşüneyim dedim ama güzel kafamı çok yormama gerek kalmadı. Çünkü bizim bir modelimiz yok. Ama olan bir şeyimiz var: milli içkimiz ayran. Yakında milli yemeğimiz olan hamburger, milli sporumuz olan golf  ve milli kıyafetimiz olan kara çarşaf da ona eşlik edecekler. Ne kadar da şanslıyız.
          Son olarak bir tek dileğim var: adölesan ülkemin ergen olduğunu görmek. Bir gün herhangi bir şeyde Türk modelinin alındığını görmeden ölürsem gözüm açık gider. Hayır her türlü şeyi hatta savaş taktikleri bile çalınan Atalarımızın kemikleri sızlamıyor mudur diye de merak etmiyor değilim. Acaba bizim zekamızı körelten ne oldu? Sizi bu soruyla baş başa bırakarak çekiliyorum huzurunuzdan. Mutlu günler :)

28 Nisan 2013 Pazar

Düğün Tabuları

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:23 0 yorum
        Yaz geldi sayılabilir. En azından havalar öyle diyor. Bu aralar kafalardaki en büyük soru işareti "yanıma mont alsam mı?". Her ne kadar güneş oldukça yakıcı olsa da nisan ayında olduğumuz gerçeği herkesin aklında. Ya üşürsem korkusuyla giyilen mont apartman kapısından çıkmadan kollara geliyor. Bize de tüm gün eziyet gibi oradan oraya taşımak kalıyor. Güneşin gelmesiyle beraber kollardaki mont, yenen dondurma miktarına bağlı olarak artan bir şey daha var ki yapmayanın bir derdi yapanın bin derdi olup da yine de vazgeçilemeyen bir olay. Düğünler...
          Yolda yürürken "Evleniyoruz, Mutluyuz" yazılarıyla gidiyoruz şu zamandan kış aylarına kadar. Yanımdan her gelin arabası geçerken içine bakıp belki bu sefer bir farklılık olur diye umut ediyorum ama nafile. Her gelin anlaşmış gibi kafasına bir kuş yuvası büyüklüğünde topuz yaptırmaya ve straplez gelinliğinden yağlarını taşırmaya dikkat ediyor. Yıkılmaz bir kural olmuş bu ben geline gelin demem iki kafalı ve straplezli olmazsa. Bir de badana gibi makyaj olayı var ki parasıyla rezil olmak bu olsa gerek. O yüze ne kadar çok şey sürülürse o kadar güzel olunur tabusu yüzünden düğüne gittiğiniz gelini günlük hayatta görünce hayatınızda ilk kez görmüşsünüz hissine kapılıyorsunuz.
          Damat da pek farklı sayılmaz bu konuda. Sorsan "Makyaj erkek adama ters" diyen maço abim düğün günü ne kaşlarını aldırmaktan ne de yüzüne pudra sürdürmekten çekinmiyor. Hele o garson kıyafetinden bozma damatlıklar yok mu deli oluyorum. Ona dünyanın parasını vereceğine gidip kendine bir siyah takım elbise alsa çok daha yakışıklı olacak ama olmaz. Yine tabular devreye girer. Yakası bordo saten ceket ve aynı renkte mendili olmayan damada damat denmez.
   
   
       Düğün fotoğraflarını çok seviyorum ya. Hele ucuza getirelim ama albüm yaptırmaktan da geri kalmayalım mantığıyla yapılan o güzel fotoshape harikası resimler, beni benden alıyor. Gelinle damat uzaklara bakarken, damat gelini alnından öperken, gelin hafifçe gülümseyerek damadın koluna girerken... Arkada şelale veya kumsal manzarası olmazsa olmazdır. Tabi yan tarafta gördüğünüz üzere klasik pozlardan sıkılıp düğün fotoğrafında yeni bir çağ açmaya çalışan çiftlerimiz de yok değil. Orjinal olan her şeyi çok sevdiğimden heralde bu poza bittim. Çifti tanımasam da hayatlarının pek monoton geçmeyeceğini düşünüyorum.
              Geçen gün öğrendim. Çocukluk arkadaşlarımdan birisi ikinci çocuğunu doğurmuş. Vay be dedim ben teorik olarak ürogenital komitesinde doğumun anatomisini, embriyonun gelişimini incelerken yaşıtlarım uygulamasına geçmiş. Çok geride kalmışım be. Bu gidişle ben okulu bitirdiğimde onların torunları olacak. Ben mi yavaş yaşıyorum onlar mı hızlı gidiyor karar veremedim doğrusu. Mutlu günler:)
NOT: Bir süredir ilham perim kayıplardaydı. Şimdilik bir tane idareten buldum yakın zamanda eskisine kavuşacağımı umuyorum.:)
         
         

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kayıp, Aranıyor

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 19:08 1 yorum
              İham perim kayıplarda. Gören, duyan, bilen varsa Allah rızası için haber versin. Vahim durumdayım. Niye kaçtı bilmiyorum. Oysa yemini suyunu hiç ihmal etmezdim. Yenisini bulurum diye arandım. İstanbul'a kadar gittim. Ortaköyde, Taksimde, Kadıköyde, boğazda aradım. İstanbulu dinledim gözlerim kapalı. Belki bir ses duyarım diye perimden. Yok... Gökte ararken yerde bulurum dedim. Kızılaya gittim. Sakarya caddesine baktım çok severdi orayı. Ne zaman gitsek coşardı. orada da bulamadım. Umarım başına bir şey gelmemiştir.

8 Nisan 2013 Pazartesi

GİS'ten bir gün önce...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 23:23 0 yorum
             Yarın komitesi olan gariban tıp öğrencisi olarak karşınızdayım. Bizde son hafta genelde ders olmaz. Her şeyimizi düşünen sayın koordinatörlüğümüz bize çalışmamız için bir hafta zaman tanıyor. "Ak'il insan olamadınız  inek insan olun" diyorlar bize. Laf arasında ak'il insan olmak için hangi okul bitiriliyor? Bilen biri yardımcı olsun lütfen ak'ilsiz gelmiş olabilirim ama öyle gitmek istemiyorum. Konuya dönersek bu sene şimdiye kadar olan tıp hayatımın ders açısından bir özetini yapmak istiyorum.            
             
           Bu senenin ilk komitesi kemikti. Şuan Allah'ım ne kolay komiteymiş desem de çalışırken hiç öyle gelmiyordu. Vücuttaki 206 kemiğin her birinin girintisini çıkıntısını üzerindeki çiziğe kadar ezberlemiştik. Hayatında ilk defa anatomiyle karşılaşan bir insanın girdiği şokla beraber defalarca tekrar etmiş bir durumda girmiştim sınava. Karşılığını da fazlasıyla aldım hatta aldık. Notlar tavan yaptı. Sonuçlar bir açıklandı 80ler 90lar havalarda uçuşuyor. Bu mutlu mesut hikaye gökten üç elma düşerek burada bitmedi tabi ki. Sonraki komitemiz kastı. Biz daha zoru olamaz derken notlar sefilleşmeye başlamışken efsane kafamıza ağaçtan düşen bir hindistan cevizi edasıyla "çat" diye geliverdi. Ulu Nöro... Her tıp öğrencisi nöroyu taadacak şeklinde yapılan yorumların hakkını verdi. Geride darmadağın olmuş bir amfi dolusu gençken yaşlanmış insan bırakarak hayatımızdan geçip gitti. Tabi asıl güzelliği final zamanı yapmak üzere. Sonrasındaki komite olan kardiyo bize bir ilki daha yaşattı. İlkin adı "komite arası onbeş tatil"di. Tatil mi eziyet mi anlaşılmayan bir onbeş gün. Çalışsan çalışılmaz gezsen vicdan bırakmaz. Öyle iğrenç bir durum. Bütün bunlar olurken komitelerde yapılan tekrarların azalmasına paralel olarak notlarda da düşüş gözlendi doğal olarak. Kardiyo da geçti ve sayın GİS geldi. Ama yalnız gelmedi. Peşinde yirmi dereceye varan bir hava, açan çiçekler, uçuşan böcekler, gevşeyen gönül yayları yani kısaca baharı da getirdi. Bahar sadece bize gelmedi ama bize özel gelen bir şeyler de vardı tabi. Yorgunluk, bezginlik, bıkmışlık... Şuan tam bunların ortasındayım. Bugün manyak gibi saatlerce ders çalışmam gerekirdi ama pek başarılı olamadım malesef. Çabalamadım bile. İçime öküz oturmuş gibi hissediyorum şuan.
              Eğer ilk komitelerden birine bu kadar az çalışarak girseydim çıldırırdım herhalde. Şuan da "ah çok mesudum" diyemem ama benim gibi evhamlı bir insana göre oldukça iyiyim. Alışmak böyle bir şey herhalde. Sürekli aynı şeyleri yaşayınca insan uyuşuyor. Adrenalin bile tat vermez oldu. Hayatımdaki tek aksiyonun hiç yakamı bırakmayan lanetli tıp fakültesi olması ne kadar acı. Melankoli bir tarafa ben şimdiden sınav sonrası planlarımı yapmaya başladım. Kendimi dağa taşa vurmaya, sokağa bayıra salmaya kararlıyım. Yaklaşık üç hafta bir zamanım olacak bunun için. Bütün arkadaşlarımla gezip tozup eğleneceğim. Ama en çok zamanı kendime ayıracağım. Her ne kadar komiteye çalışmayarak hak etmemiş olsam da haksız kazançtan tutuklanmam herhalde.
           Bir yazımı daha bıkmadan okuyarak sabır sınırlarınızı gevşettiğiniz için siz bir şarkı hediye ediyorum: TNK söylüyor "elveda de..." Mutlu günler :)

4 Nisan 2013 Perşembe

Önden Gelen Yargılar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 21:26 0 yorum
   
       Hiçbir şey aslında dışarıdan göründüğü gibi değildir. Hiç kimse de dışarıdan göründüğü gibi değildir. Herkese kendini tanıtmak için bir şans verilmelidir. Bunu size önyargıların mahkemesinde önden önden çok yargılanmış birisi olarak söylüyorum.
            Lise birdeyim. 13 yaşımda hayatımda ilk defa evden ayrılmışım ve yatılı kalıyorum. Bunlar yetmezmiş gibi bir de üst dönem baskısı var ki Trabzon Yomra Fen Lisesi dışında başka bir okulda yokmuş böylesi. Tabi ben bunu çok sonraları öğrendim. Neyse sevgili 17. dönemin yaptıklarını başka bir yazımda anlatırım. Anlayacağınız berbat durumdayım. İlk sınavlara bir girdik. Benim notlar leş. Elliler altmışlar havada uçuşuyor. Veli toplantısı var dediler. Söyledim bizimkilere. Annemin okula ilk ve sondan bir önceki gelişi oldu. En son mezuniyetime geldi. Kadın veli toplantısına gitti geldi yüzünün rengi gitmiş. Güya bana çaktırmıyor ama hocaların kötü şeyler söylediklerini anladım. Zaten iyi bir şey de beklemiyordum da yıllar sonra öğrendiğimde bile beni şok edebilecek şeyler söylemişler. Hele bir hocam "Yani kapasite meselesi. Herkes eşit olacak diye bir şey yok. Fazla bir şey beklemeyin. Hatta okulunu değiştirmenizi öneririm." demiş. Adam aldığım bir 50 ile bana gerizekalı damgasını vurdu anlayacağınız. Ben o okulu 5.00la bitirdim.
              Lise sondayım. YGS'ye ya iki ya da üç hafta var. Artık yavaştan rapor muhabbetleri dönüyor ortalıkta. Kimya dersindeyiz. Saygıdeğer hocamız gireceğimiz sınavla ilgili değerlendirmelerde bulunuyor. "Sen ilk bine girersin. Senden derece bekliyorum. X,Y,Z siz kesin ilk beş yüze girersiniz." diyor. Bir arkadaş da "Hocam Hazan da iyi o da derece yapar." dedi. Adam bana döndü "Sen ilk bine giremezsin iki bine girersen şükret" dedi. Ben güya çaktırmadım ama içime öküz oturdu. Zaten sınav psikolojisi berbat durumdayım. O adam yüzünden günlerce kendime gelemedim. Ben 2010 YGS 252.si oldum.
            Hazırlıktayım. Dikkat çekici giyindiğimi veya göründüğümü biliyorum ama herkesin beni tanıdığını veya hakkımda yorum yaptığını çok sonraları bölüme geçince öğreniyorum. Şuan çok samimi olduğum ve yaz okuluna kadar tanışmamıza fırsat olmayan canım arkadaşım A.Ö. ve onun arkadaşı X arasında geçen muhabbet:
X: Şu renkli giyinen kız var ya tıptaymış.
A.Ö.: Saçmalama ciddi misin?
X: Evet hemde Türkçeymiş
A.Ö.: Ayy inanmıyorum ben şimdi o kızla aynı amfide mi olacağım :S
            Hazırlıktayken dans kursuna gidiyorum orda bir kızla tanıştım, muhabbet ediyoruz. Kıza tıpta olduğumu söylediğimde verdiği tepki şu oldu: "Hadi ya ben seni özel üniversitede işletme okuyorsundur falan sanmıştım. Dışardan öyle görünüyorsun da..."
             Kabul dışarıdan pek tıpçı izlenimi vermiyor olabilirim. Ama kendime bakıyorum, süslüyüm veya kıyafetlerime özenliyim diye aptal tiki kız olmak zorunda değilim. Ayrıca tıpçılar sandığınızın aksine paspal, bakımsız, suratsız ve sıkıcı insanlar değillerdir. Kızları da çok güzel ve zekilerdir. Yani demem o ki önyargılarınızdan kurtulun. Kimin içinden ne çıkacağı hiç belli olmaz. Hele gelecekte ne olacağı hiç belli olmaz. Her şey bir yana herkes bir şansı hak eder. Mutlu günler :)

2 Nisan 2013 Salı

Baharı 1 hafta ertelesek?

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 11:35 0 yorum
     Yüce yaratıcıdan bir istirhamım olacak: Tanrım 'bu kış kar yağmasın demiştim sen de kabul etmiştin. Sırf torpilli kul olduğumu diğerleri anlamasın diye normalde yolları kapatan, buzu yerde haftalarca kalıp 'ne zaman bacağımı kıracağım' diye düşünmeme neden olan, Ankara'ya bu yıl sadece bir iki kez göstermelik düşürdüğün karı şu bir hafta için yağmur olarak talep ediyorum. Yoksa bu güzel havada kafama şapka niyetine huni koyup, amuda kalkarak ders çalışmaya çalışacağım.
     Sınavı olmayıp da bahar aylarında gönül
yaylarını gevşeten arkadaşlar kızmayın hemen bana. Ben yağmuru sevmiyor olabilirim ama romantizmin olmazsa olmazıdır. Tadını çıkarabilirsiniz. Bir şemsiyede iki kişi yürüyebilirsiniz. Hem zaten sadece bir haftacık. Sonrasında mayısın ortalarına kadar yağmur talebinde bulunmayacağım.
       Bir kısmınız şuan 'çık bir gez, hava al sonra otur çalış' diyorsunuz, duyuyorum. Bende size soruyorum: Bu havada kuşlar cıvıldarken, ağaçlar çiçek açıp, kediler romantizmin doruklarını yaşarken dışarı çıktıktan sonra eve dönmek nasıl bir şey biliyor musunuz? Evden su almaya diye çıkıp kendimi kuğulu parkta bulmaktan korkuyorum. Kuğulu park yine iyi Göksu'da bile bulabilirim bu kafayla. Size şöyle anlatayım durumumu. Fizyolojide bir not var. 2kere okudum notu anlamıyorum. Not Türkçe, cümleler düzgün... Bir terslik var ama çözemedim. Dün itibarıyla öğrendim ki notun sayfa numaraları karışmış. 30sayfanın ilk 15i ters numaralandırılmış, sonrası normal. Demek ne kadar dikkatli okuyormuşum ki olmayan konu bütünlüğünü geçtim yarım cümlelerden bile notta bir hata olabileceğini anlamamışım. Tanrım yağmurla beraber biraz da akıl istiyorum. Mutlu günler:)

30 Mart 2013 Cumartesi

Yumurtadan Çıkan Mutluluk

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 11:34 0 yorum
          Gastrointestinal sistem ders kuruluma son 9 gün kala henüz haklarında hiçbir fikrim olmayan yığınla konu dururken yine karşınıza gelmemin nedeni sabah sabah çok mutlu olmam. Mutluluğumun nedeni ise size oldukça garip gelebilir ama ben böyle küçük şeylerden mutlu olabilen bir insanım işte.
     
      Akşam sekizde uyku basınca yarım saat kestireyim diye uzandığım yatağımdan sabah yedide kalktım. Her gece kış uykusuna yatıyorum. Hele sınav yaklaşmışsa ve konum birikmişse uyanmak işkence oluyor. Hafifçe araladığım göz kapaklarımın arasından akşamdan çalışacağım diye ayırdığım notlarımın bana "Suçlusun sen!" şeklinde baktıklarını görünce, üstümdeki ağırlıklardan en sevdiğim olan yorganımdan ayrılmak zorunda kaldım. Yastığım bana "dur, gitme" derken yüzümü yıkadım ve henüz karnım acıkmamışken (genelde hep aç olduğu için böyle zamanları değerlendirmek lazım) biraz çalışayım dedim. Bir notu 2 saatte ancak bitirip (bu arada faceye göz attım, sabah haberlerine baktım, bir iki köşe yazısı okudum) kahvaltımı hazırladım  . Çok zamanım varmış gibi kendime şöyle güzel bir ziyafet hazırladım.(Sınav zamanı olunca azıcık terk edildim yalnızım da) Günün en sevmediğim anı olan "yemek bitiş saniyesi"ni atlatıp bulaşıkları hallettim. Bu arada laf aramızda bende büyük gelişme var. Bundan iki yıl önce bulaşıkları buzdolabına atıp tatile çıkan bir insanken şimdi yediğimi temizleme huyu edindim. Konuyu dağıtmayalım lütfen! Tam ders çalışmaya gidiyordum ki hava almak amaçlı bir balkona çıkayım dedim. İşte o an kahkaha atmaya başladım. Balkonun kenarında Şekil A da gördüğünüz üzere sevimli, küçük, bembeyaz bir yumurta duruyordu. "Ne var bunda?" demeyin insanın bazen gülmesi için böyle küçük şeyler de yetiyor. İlginç olan etrafta yuva yoktu. yuvayı bırak ne kuş dışkısı ne de tüyü vardı. Sanki öylece konmuştu oraya. Ayrıca bazılarınızın bilip bazılarınızın şuan öğreneceği üzere yarın   Paskalya Bayramı. Yani tarih tam belli olmasa da Mart sonu Nisan başı bir pazar günü diye geçiyor. Hristiyanlar bu günde birbirlerine yumurta boyayıp verirler. (Çizgi filmlerden öğrenmiştim) Biraz komik bir tesadüf oldu.
            Hemen telefona sarıldım ve annemi aradım. Ben mutlu mesut gülerek ve yumurtaya bakarak anlatırken annemle aramızda geçen muhabbet:
Annem: Kızım niye bu kadar seviniyorsun sen mi yumurtladın?
Ben: Evet anne ben yumurtladım tebrikler anneanne oldun
Annem: Git kuluçkaya yat yumurtadan çıkınca haber ver torunum yumurtadan çıktı diye kutlama yapacağım.
           Bu güzel güneşli günde eve kapanıp ders çalışacak olmamın verdiği umutsuzluğu bir parçada olsa alıp beni kahkalara boğan ve yumurtasını balkonuma bırakan kuşa sevgilerimi gönderiyorum ve yumurtlamana sağlık diyorum. Mutlu günler:)
       

28 Mart 2013 Perşembe

İlginç ve Komik Cinayetler

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 22:13 1 yorum
          Cinayetin veya ölümün komiği olur mu demeyin. Önce yazıyı okuyun sonra kendiniz karar verin. Okurken "bu kadarına da pes!" diyeceğinize eminim.
1.  Buenes Aires’te karsını sinirlenip onu öldürmeye karar veren adam,otelin 23. katındaki odalarından karısını aşağı atar. Kadın elektrik tellerine takılır. İsini sağlama almak isteyen adam pesinden atlar.Telleri tutturamaz,yere çakılır. 
2. Arjantin'de iki kardeş hiç anlaşamaz ve sürekli tartışırlar. Kardeşlerden biri bir gün çok kızar ve kardeşini tek kurşunla kafasından vurup öldürür... Olay sıradan bir cinayet gibi görünse de işin aslı şöyledir; cinayeti işleyen kardeşle ölen kardeş yapışık ikizdir ve kardeşini öldürünce yaklaşık 5 dakika sonra kan dolaşımının yavaşlamasından dolayı kendisi de hayatını kaybeder.
3.Filmlere de konu olan bu esrarengiz cinayete 22 yaşındaki Elizabeth Short kurban gitmiştir. Lakabı Black Dahlia(Kara yıldız çiçeği) olan Short, 1947 yılında vücudu ikiye ayrılarak öldürülür. Cinayete olan medya ilgisi, soruşturmayı sekteye uğratır. 60 kadar kişi katilin kendisi olduğunu iddia eder. Soruşturma ilerledikçe katilin kendisi olduğunu iddia edenlerin sayısı artar. Cinayet, Karındeşen Jack'ten sonra katillere en çok ilham veren cinayet olarak görülüyor.
4.  Iraklı terörist Khay Rahnajet içinde bomba olan paketi postayla suikast adresine göndermeye kalkar. Ancak yeterli sayıda pul yapıştırmadığı için paket, ev adresine geri gönderilir. İçinde bomba olduğunu unutan acemi terörist Rahnajet paketi açar. Sonrası malum!
5.Mısırlı çifti, Nil Nehri’ne düşen tavuğunu kurtarmak için suya girer. Ancak girdaba yakalanır. Kıyıya dönemeyince haykırarak yardım ister. Bu kez oğlu atlar suya. O da girdaba yakalanır. Beraberce yardim isterler. Derken adamın kızı, karısı ve iki komşuları da ayni kaderi paylaşırlar. Sonunda tavuk kurtulur ama 6 ölü bırakır!
6. 1995 yılında Coca-Cola makinasından bedava soda almaya çalışan bir adam aniden fırlayan cola kutusu yüzünden hayatını kaybetti.
7.Brezilyada kocasının kendisini aldattığını öğrenen kadın kocasının sevgilisini öldürtmek üzere kiralık katil tutar. Ancak planı istediği gibi yürümez ve kiralık katil kaçırdığı kadına aşık olur. Kadının üzerine bolca ketçap döküp resmini çeken sözde katil, kıskanç eşe resmini göndererek işi bititrdiğini iddia eder. Olaydan iki hafta sonra tuttuğu katille öldürtmek  istediği kadını sokakta öpüşürken gören kadın dolandırıldığını iddia ederek polise başvurur ve tutuklanır.
        Sizin için seçtiğim güzide cinayet veya teşebbüslerini umarım beğenmişsinizdir. Başınıza gelmemesi dileklerimle diyeceğim ama bazılarınızı katledesim, laflarımla boğasım, ağızlarını gözlerini patlatasım var. Bu gidişle tıpla bilimsel araştırmayla bir farklılık yaratacağım yok, dırdırdan adam öldüren ilk insan olarak tarihe geçebilirim belki. Mutlu günler :)

18 Mart 2013 Pazartesi

18 Mart Hacettepe Zaferi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:39 0 yorum
      Gösterişin bu kadarına pes doğrusu. Diyecek söz bulamıyorum. Şu çakma ünlüler bile reklam yapmak için bu kadar çabalamıyor. Rektör çıkıp 'pampişler sizi çok seviyorum' deseydi daha şerefli bir hareket olurdu. En azından bu kadar onurlu bir olay reklam amaçlı ayaklar altına alınmazdı. Gerçi bizim milliyetçiliği de ayaklar altına alan bir başbakanımız var.
      Bu gün hepimizin bildiği gibi 18mart. Çanakkale zaferinin 98. yıl dönümü. Ama bizim okuldakilerin ilk defa haberi oldu sanırım bu durumdan ki bu kadar şaşalı bir kutlama yapmak akıllarına geldi. Kapının önüne kocaman bir ekran yerleştirilmiş. Ses sisteminden Çanakkale türküleri çalıyor. Bunlara lafım yok. İyi güzel bize duygulu anlar yaşatıyorlar falan ama 19mayısta bir bayrak asmakla yetinen sayın yönetimimiz üşenmemiş askerler getirmiş. Bir de adamların işleri güçleri yokmuş gibi kapıya dikmiş gelen geçen fotoğraf çektirsin diye.
       Yemekte ayranaşı çorbası ve üzüm hoşafı vardı. Sanki karnımız doyacakmış gibi. Şimdi kimse bana milliyetçilik taslamasın. Anmak öyle olmaz. Ben o yemekleri yiyip doymayınca 'vah insanlar ne çekmiş' demeyeceğim. Bunu o yemek olmasa da zaten biliyorum.
       Sayın rektörümüz de sanki her gün bizimle yemekhanede yiyormuş gibi televizyon kameralarına pişkin pişkin poz verdi sevgili öğrencileriyle beraber. Birazdan odasına kebap siparişi vermeyecek sanki.
        Sinirlerim tavan yapmış ve aç olsam da girmem gereken 4 dersim daha var Conk bayırında pardon beyaz amfide. Insani duyguları bu kadar istismar eden  iğrenç yönetimlerle karşılaşmamanız dileğiyle...

17 Mart 2013 Pazar

İtiraf

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:35 0 yorum
         Sayın öğrenci arkadaşlar bizde olduğu gibi sizde de bir itiraf çılgınlığı vardır illaki. Facebook üzerinde dönen bu manyaklık özellikle komite zamanları tek eğlencem haline geliyor. O yüzden şikayetçi değilim. Hatta herkes yazsın daha çok yazsın. Madem konu ititraf bende bir itirafta bulunayım. Sayfayı her açmamda "Acaba benim için de bir şey yazan var mıdır?" diye düşünüyorum. Tabi her seferi hayal kırıklığı olsa da bazen gülmekten yarıldığım veya şaşkınlıktan çenemin açık kaldığı itiraflarla eğleniyorum. Tam altı farklı üniversitenin itiraf sayfalarını gezerek en çok beğendiklerimi sizin için seçtim topladım. İyi eğlenceler:)

***BayramoğLu***
eLin Burak Özçivit'i bıyık bırakınca MaLkoçoğLu oLuyor az önce ben bıraktım bide baktım aynaya biLdiğin Latif Doğan.Bu Kötü şansımızda oLmasa şans yüzü göremeyecez.


***Gizli***
Bir gün marketin birinde meyve reyonunda meyvelerden tadıyordum. İşte kiraz, şeftali vs vs... Görevli de bana bakıyor ama ben hiç aldırmadan yemeye devam ediyorum. Sonun da görevli yavaşça yanıma yaklaştı ve: "Kardeş karpuz da keselim mi?" dedi.


***Gizli***
Bir gün evde bangır bangır son ses müzik dinliyorum, annemde elektrik süpürgesini çıkarmış bütün evi süpürüyor, tabi müzik sesinden aletin sesi duyulmuyor. ben müziği kapatınca farkettik ki annem çalismayan süpürgeyle bütün evi dolasiyomus yarim saattir.


***pembekrampon*** 
Erkekler sürekli deyip duruyorlar ya kadınları anlamıyoruz diye... Bizler de sizleri anlamıyoruz. Pes oynarız erkek misin ? dersiniz. Ofsayt ne demek biliriz, bıyıklı oluruz. Futbol oynarız, bu ne ya biraz zarif ol dersiniz. Yabancı kızlar futbol oynayınca oyşşş , biz oynayınca bu ne aq dersiniz.Normal olmaya çalışırız,çok süslenmeyince kezban oluruz. İki kalem fazla çektik mi boya küpü oluruz. Ve hep ne istediğini bilmeyen taraf biz oluruz. Tamam hadi biz bilmiyoruz diyelim bu durumu bana açıklar mısınız ??


***Rum değiliz***
Ankara üniversitesi kimya bölümünü kazandığımı öğrendiğimde eve gidip deney yapma mecburiyetinde hissettim kendimi ve öyle de oldu. Eve gidince acaba ne yapsam diye düşünürken duvarda asılı duran termometreyi gördüm ve aklıma ilk gelen şey termometrenin içindeki cıvayi ısıtmakti deneyimi yapmak için tek eksiğim bir çakmakti o da zaten sigara içtiğim için cebimde hep mevcutu. Çalışma masama oturdum termometrenin cıva kısmını soktum ve başladım bakmakla cami ısıtmaya. 5 saniyelik süreden sonra cam patladı cıva ise yanmaya başladı can havli ile camdan aşağıya attım camın elimde kalan parçalarını masamın üstünde yanan cıvayi da elimle söndürdüm. Sonra oturdum düşündüm ve deneyin nden başarısız olduğunu buldum kesin cıva dandikti :)


***lanet olsun atom fiziğine**
ie: arkadaşlarımdan biri kendini uzman doktor olarak tanıtıp avukat bi kız ayarladı,diğeri bir hasta yakınının kızını ayarladı,bir diğeri telefonda check up yapmak ister misiniz diye sormak için arayan kızı ayarladı(ki en başarılı bunu buluyorum görmediği bi kişiyi etkileyebildi ) böylesine başarılı kişilerin yanında ben de senelerdir hayatıma çıkacak en doğru kişiyi beklemeliyim diye düşünerek ömrümü çürüttüm.Hani lan üzüm üzüme baka baka kararırdı ben niye kararamıyorum arkadas.

***seclude***
Dün Akhisar-Galatasaray maçını izlediğim kapalı tribünün sahaya yakın koltuklarında oturan yirmili yaşlarda bir kız bir atak sırasında Wesley Sneijder'e "Ofsayttasın gerizekalı!" diye bağırdıktan 2 saniye sonra hakem ofsayt düdüğünü çaldı. Bir kadın ofsaytı atak anında önceden sezip oyuncuyu uyarıyorsa onu telli duvaklı gelin alacaksın, bu bir. Bir kadın bir Hollandalı'ya Türkçe uyarı yapıyorsa bırak evde kalsın. Bu da ikiiii


***Rumuz: Çirkinella ***
Yıl 2009 faceyi yeni almışım. Gamyun diye bir oyun sitesinde 101 oynamaya dadandım. Doğuda astsubaylık yapan birisiyle tanıştım. Bir kaç ay sonra faceden ekledi 7 aydan fazla konuştuk. Tabi benim o zamanlar facede fotoğrafım yok. Çocuk her defasında beni görmek istediğini söylüyordu. Ankara'ya geleceğim diyordu ama ben internetten tanıştığımız için bir türlü buluşmak istemedim. En sonunda ısrarlarına dayanamayıp msn de görüşmeye karar verdim ( fotojenik olmadığımı düşündüğümden fotoğraf koyamadığım için) Tamam dedim ama içim içimi yiyor tabi. Msn den görüşeceğimiz gün yine olmaz deyince çocuk başladı ısrarlara sana çok önemli bir şey diyeceğim ama yüz yüze olmak şartıyla dedi. Ben de ben çok çirkinim beni görünce vazgeçersin söylemekten diyorum güya espriye vurarak olayı. Çocuk da ne alaka maymun çirkinliğinde de olsan söylüycem dedi. Sonra evde kamera olmadığı için internet kafeye gittim. Teknoloji özürlü olduğumdan msn yi kullanmayı da bilmiyorum tabi çocuk bana faceden tarif ediyor kamerayı şöyle açacaksın felan diye. Vee kader anı... Çocuk kamerada beni görmesiyle dumur oldu. Ben de kendime baktığımda fotoğraflarda bin kat iyiymişim gerçek halim daha da betermiş dedim kendi kendime :) Kafe karanlık, kamera masanın üstünde olduğu için yüzümü alttan çekiyor felan. Tabi nasıl bir görüntü var az buçuk tahmin edebiliyorsunuzdur. Burun kocaman, gözler çukurda. Neyse çocuğun nutku tutuldu sanırım bu görüntü karşısında epey bir konuşamadı. Dili çözülünce bu sen değilsin beni kandırıyorsun dedi. 10 dk ancak görüştük o şekilde. Sonra da içtima var dedi ve asker selamı verip çıktı( tabi verilen gizli mesajı ancak anladım bu saatten sonra ancak asker arkadaşım olabilirsin demek istedi :) ) Kalkış o kalkış bir daha ne msj ne bir şey. O an anladım ki maymundan bile daha çirkinmişim Tabi ben elin internette tanıştığım bebesine kendimi kaptırınca 6 ay kadar depresyondan çıkamadım. Sürekli ağlıyordum felan. Sonra depresyondan çıkmak için alışverişler makyajlar derken faceye bir sürü resim koydum arkadaşın ısrarıyla. Beyimiz bir haftaya kalmadan msj attı. ilk msj: "Bu sen misin?" tabi cevap vermedim. Msjlar çoğalmaya başladı artık günde bi kaç kere msj atar oldu kaç aydır halimi hatrımı sormayan adam. Ankara'da okuduğumu, bölümümü felan bildiğinden okula geldi. Ben göçmenim boyum 1.75 çocuğu görünce şok oldum benden kısa. Asker ya hani ben böyle heybetli felan bekliyorum. Yanımda ufacık o an dedim ki kızım yaa sen buna mı bu kadar ağladın. Gerçi uzun olsa da bu karakterdeki biriyle görüşemezdim de . Ahh ahh kara bahtım kör talihim yani... :)


Gizli*
Kızlar da severmiş hıhı ineklerde uçar zaten...

16 Mart 2013 Cumartesi

Çift Kişilik

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:21 0 yorum
         Ertesi gün ders çalışacağını bilerek yatağa yatmaktan daha kötü olan şey ertesi gün olmasıdır. Ve evet şu an o gündeyim. Hayatta her şeyin ilkini seven ben sadece ilk çalışma gününden nefret ediyorum. Her şey o kadar yabancı ki. Bir de bende bukalemun cinsi var herhalde. Anında ortama uyum sağlayıp sanki daha önceki tüm hayatımı öyle yaşamışım gibi davranabiliyorum. Komiteden sonra iki hafta çalışmayınca "Ders çalışmak da ne demek?" sorusu "Neden yaşıyoruz?" sorusundan daha zor gibi görünmeye başladı bana. Sanki tıp 2. sınıfta olan ve daha önce 8 komite bir finale girmiş olan kişi ben değilim. Bir hafta sonra da sanki o kadar eğlenceye katılan, kitap yüzü açmayan, televizyon karşısında sabahlayan kişi gidecek yerine bir moron gelecek. O durumdayken kendimden nefret ediyorum. Benim gibi hoş sohbet bir insan şu kıvama geliyor:
X: Hazan naber?
Ben: Kötü
X: Ne yapıyorsun?
Ben: Ne yapabilirim her zamanki gibi çalışıyorum işte. Ben zaten çalışmak için geldim dünyaya. Eğlenmek bana haram. Yaşamaktan bıktım. Ben bu okulu bitiremeyeceğim zaten niye uğraşıyorum ki?
X: Tamam Hazan hadi görüşürüz.
Ben : Dur daha bitmedi yakarmalarım. Moralim de çok bozuk zaten. Duvarlar üstüme geliyor ...
         X kişisine acıdığım kadar bir de banyodayken sular kesilen insana acırım. Zavallı vatandaş beni az tanıyorsa bir yandan daha 2 gün önce mutlu, neşeli ve eğlenceli olan bu kızın bir anda nasıl bu duruma geldiğini anlamaya çalışırken bir yandan da beni imkansız da olsa teselliye uğraşır.
          2 gün önceye gidelim şimdi
X:Hazan naber?
Ben: Süperim bomba gibiyim.
X:Ne yapıyorsun?
Ben: Alışverişten geldik arkadaşlarla çay içiyoruz. Birazdan tatlı yemeye gideceğiz. Akşam da konser var. Sende gel diyeceğim ama bilet yok. Yarın görüşelim senle takılırız biraz. Şimdi benim kapatmam lazım çok işim var. Çat.
X: :S
           Geçen sene komiteler 2 ayda bir oluyordu ve benim ruh durumum ayda bir geçiş yapıyordu. Şimdi komiteler ayda bir olunca bende 15 günde bir değişim gösteriyorum. Çevremdeki insanlar benim hızlı ve ani geçişlerime benim kadar iyi uyum sağlayamıyorlar. Zor bir insanım kabul ediyorum. Ama 2 haftalık iyi halimin artısı 2 haftalık kötü halimin eksisinden daha fazladır. Yani umarım öyledir. Yoksa çevremde hiç insan kalmayacağına eminim. Mutlu günler :)

15 Mart 2013 Cuma

Çifte Aldatmak

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:43 1 yorum
         İstanbul'da Nil ölmüş Rüzgar doğmuş olabilir ama Ankara'da Güneş öldü Rüzgar doğdu. Aman Tanrım! Böyle bir rüzgar olamaz. Sandy kasırgası mübarek... Epi topu 50 kiloluk bir vatandaşım. Koca koca ağaçlar devrilirken ben nasıl ayakta durayım? Bugün okuldan gelirken bir kaç kez geri geri gittiğim bile oldu. Ya kilo almalıyım ki hiç tarzım değil ya da kendime beni ayaklarımın üzerinde tutacak birini bulmalıyım.
         Dün arada yaptığım kaçamaklardan birini yaparak, bugünkü anatomi ve histoloji derslerini satmayı göze alarak Malt konserine gittim. Konser hakkında yorum yapamam çünkü objektif olmam imkansız. Her şarkısında kendimi bulduğum, şarkıları sadece dinlemeyip aynı zamanda yaşadığım bir grubun konserinin kötü olmasını zaten beklemiyordum ama bu kadar da güzel olması kırdığım derslerin vicdan azabını sildi attı. Bugün kafama dört nala uzak Asya'dan gelen atlıları bile önemsemiyorum. Başım ağrıyacaksa hep böyle iyi nedenlerle ağrısın.
         Konser iyiydi hoştu da asıl konum farklı. lafı uzatma konusunda üstüme yok bilirsiniz. Dün konserdeyken önümüzde 3 kişiden oluşan bir grup vardı. 2 kız ve bir erkekten oluşan bu gruptaki dikkat çeken nokta çocuğun hangi kızın sevgilisi olduğunu çözmemizin bir saatimizi almasıydı. Çocuk aslında saçı bağlı olan kızın sevgilisiydi ama kız iki dakika kaybolsa muhteşem ikili öpüşmeye başlıyordu. kız geliyor çocuk bu sefer gerçek sevgilisiyle öpüşmeye devam ediyordu. Filmlere yakışır bu kareleri izledikten sonra konserde kafa sallarken bir yandan da nöronlarımı aktive edip düşünmeye başladım. Acaba gerçek sevgili olan kız hiç mi çakmıyor? yoksa çakıyor da çakmamazlıkdan mı geliyor? Ben olsam ne yapardım? Bu işin sonu nereye varır?
       Eğer kız gerçekten anlamıyorsa ya çok iyi oynuyorlar ya da kız salak. Ben olsam kesin anlardım sonra da ikisinin de topuklarına sıkardım gibi iddialı ve benim gibi cici bir kıza(!) yakışmayan bir söz söylemeyeceğim çünkü büyük konuşmuşum demek istemiyorum. Ama durumun korkunçluğuna bakın. Belkide ikinci kız asıl sevgilinin en yakın arkadaşıdır. Aldatılmak günümüzde gayet yaygın bir olay boşanma ve ayrılma nedenlerinin büyük bir bölümünü oluşturuyor. Ama bu olay çifte aldatılmak sınıfına girer ki tam linç etmelik bir durumdur. Umarım başınıza hiç gelmez ama yine de soracağım Siz olsanız ne yapardınız?
      Madem konserden girdik olaya yazımı da çok sevdiğim bir malt şarkısının çok sevdiğim nakaratıyla bitireyim:
 Her geleni yok sayıp darlanmaksa benim tarzım
 Her gelene harlayıp hırlamaksa farzım
 Her gidenin ardından ahlanmaksa arzım
 Belki de bana benim gibi bir ahmak lazım
      Mutlu günler :)

12 Mart 2013 Salı

Erkek muhabbeti

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 18:55 0 yorum
         Cem Yılmaz diyor ya kadın erkeğin bir üst modeli diye sonuna kadar haklı. Geçen gün çok ilgin bir şey oldu. 1 saat aramız vardı. Şaşırmayın bu bizim için ilginç bir şey. Neyse okuldaki tek doğru dürüst cafede kendimize zor da olsa yer bulduk ve oturduk. Yanımızda da bizim amfinin delikanlıları muhabbet etmekte. Bu kadar olmaz yahu. Biz bir saat içinde Mine'nin küçükken betona batıp donmasından Özgenin kardeşinin okul maceralarına kış modasından komite sorununa kadar milyon tane konuya değinmişizdir. Yanımızdaki masada dönen tek muhabbet berabere kalan Trabzonspor Beşiktaş maçı ve bugünkü Galatasaray maçı oldu. Hayır bende futbolu severim takip ederim muhabbetini de ederim ama bu kadarına pes dedim. Her biri ayrı bir yorumcu. İşin garibi hepsi aynı şeyi söylüyor ama birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlar.
H: Abi o adam çok iyi ya ya
A: Hayır çok iyi ya izledim ben
N:Geçen maçta görmediniz mi ya süperdi
         Tamam azıcık abartmış olabilirim ama buna benzer muhabbetler dönüyordu masada. Eminim kardeşinin  yaşını bilmiyordur ama futbolcunun gün ay yıl doğum tarihini biliyor. Aslında saygı duyulaca bir olay hiç sıkılmadan aynı konuyu evirip çevirip konuşabiliyorlar. Gerçi anlayışla karşılamak lazım adamların epi topu kaç konuları var ki futboldan başka. Arabalar, kızlar ve seçim zamanı siyaset. Tıp öğrencisine bir artı olarak komite var. Konular sınırlı olmasından herhalde hepsi bu konularda uzmandır. En iyi arabaları o bilir, en güzel kızı o seçer. Her biri önceki hayatında başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı görevlerini yerine getirmiş gibidirler. Her biri siyaset bilimcidir. Dersinin kaçta olduğundan bihaber adam ülke yönetmeyi bebek oyuncağı zanneder. İnanmayacaksınız ama geçen seçim zamanı sokakta yürürken şu muhabbete şahit oldum: "Ben bu devletin başında olsam basarım parayı kapatırım dış borcu aaanadın mı memlekette kağıt kıtlığı mı var sanki"                  
          Sayın erkekler tabi ki bizden iyi olduğunuz konular da var. Siz olmasanız bu koca dünyada kimi çekiştireceğiz biz. Tabi ki yalan. mutlu olun diye söyledim :)

10 Mart 2013 Pazar

Keşke...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 00:36 0 yorum
         Bazen ne yaparsan yap olmuyor bazen. Yapman gerekenle yapmak istediklerin arasındaki uçurum o kadar büyük oluyor ki elinden hiçbir şey gelmiyor olanların ardından acizce bakmak dışında. En son kelime hep "keşke" oluyor.
            Korkaklığımızı "keşke"den daha iyi ifade edebilen bir kelime var mı? Varsa da ben bilmiyorum. Olması gereken zamanda olamayanların ardından ağzımızda buruk bir keşke ile devam ediyoruz. Böylelikle acı çekmeyeceğimizi düşünsek de çok daha sonra ortaya çıkan bir canavar var: pişmanlık... Asla izin vermez yaranın iyileşmesine. Zindan eder hayatı bize. Bunu bile bile yine de keşkelerin o sonsuz gölgesinin ardına sığınırız. Hiçbir şey olmamış gibi devam ederiz yaşamaya aslında etmek hiç mümkün olmasa da. Zaten insan en büyük yalanları da kendine söylemez mi?
             "Kaybetmekten korkan aslında hiçbir şeye sahip olamaz." sözünde saklı aslında büyük gerçek. Küçükken bize elimizdekilerle yetinmeyi o kadar güzel öğretiyorlar ki yeni bir şeye sahip olma fikri bile insanı korkutmaya yetiyor. Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak diye bir olay var ne yazık ki. İşte biz pirinci hiç yiyemeden ölüp gidiyoruz. Hepimiz mi? Hayır. Arada cesur insanlar çıkıyor hayatlarında "acaba" ve "keşke" sözcüklerine yer olmayan. Hayranlık duyulacak insanlar... Feda etmeyi bilen insanlar...
          Aslında en büyük düşmanımız da biz değil miyiz zaten. Ne güzel söylüyor şair:
                   Dün sabaha karşı kendimle konuştum
                   Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
                   Yokuşun başında bir düşman vardı
                   Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum
        Yaşamayı kendimize zehir edeceğimize sadece yaşayabilsek keşke...

9 Mart 2013 Cumartesi

Benim Çocukluğumda...

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:20 1 yorum
        Zamane çocuklarına yazık. Çok üzülüyorum zavallılara. Benim çocukluğumda (pek de büyümüş sayılmam ama) en büyük zevklerimden biri sabahın köründe kalkıp bugs bunny, şirinler, pokemon vs izlemekti. Bu sabah da cumartesi olmasına rağmen uykumdan feragat ederek (uyku tutmamış da olabilir tabi) 6.30da ayaklandım. Ayrılmaz beşli yastığım yorganım ben keyfim ve kahyası beraberce salona indik kurulduk televizyonun karşısına. Karşımda mırıl mırıl uyuyan yumuk eşliğinde açtım televizyonu. Sonrası benim için yıkım tabi güzel güzel çizgi filmler beklerken karşımda kokuşmuş diziler buldum. Hayat Bilgisinden Zoraki Kocaya her kanal ayrı bir güzeldi. Bir eksik vardı ki içime dert oldu: Sihirli Annem.
       Bizim çocukluğumuzda öyle her evde bilgisayar yoktu. İnternet desen kıtlık. Bu durumda bizim de eğlence anlayışımız daha farklıydı. Mesela hatırlarsınız bir taso manyaklığı vardı. Sırf daha çok tasom olsun diye bakkalı (evet o zamanlarda bakkal da vardı) zengin etmiştim. Çoğu zaman tasoyu alır cipsi arkadaşlarıma verirdim. Pikaçun var mı Balbazar iyi çeviriyor muhabbetleri bizim için hayat memat meselesiydi. Hatta bir keresinde yenilip tüm tasolarımı kaybetmiştim. Kumar masasında kaybetmenin acısını küçük yaşta tadınca hayatta daha mantıklı riskler almayı öğrendim. Yani bizim oyunlarımız pesden football managerden veya gtadan daha öğreticiydi.
           Bizim dönemde asosyal insan sayısı da az. Yeni nesle bakıyorum da arkadaşlığın ne olduğunu facebookdan öğreniyorlar, düşüncelerini twittere yazıyorlar. Yüz yüze insan ilişkisi sıfır. Okumayı söken bir facebook hesabı açıp karşı cins peşine düşüyor. Oysa bizde bu işler de farklıydı. O bunu seviyor şu senden hoşlanıyor muhabbetleriyle gün geçirirdik. Hem bizimki safcaydı. İki çocuk bakışınca sevgili olduklarını zannederlerdi.
         Nefret ettiğim bir adamın nefret ettiğim bir programı var: yeteneksizsiniz. İzlediğimden değil de yarışmacılar sosyal medyada çok dolandıklarından biliyorum. Çıkan çocukların yüzde 80'i obez. hepsi gelecekte diyabet ve yüksek tansiyonla boğuşacak. Yarısı kalp hastalıklarından genç yaşta ölecek. Tabi bundan hem teknoloji oturaklığı hem de gdo sorumlu. Bizim zamanımızda gdo da yoktu ya da vardı haberimiz yoktu. Gdo demişken biz hamburger VE pizzayla da büyümedik. Yani siz büyümüş olabilisiniz ama ben McDonalds'ın pis hamburgerlerine hediye gözüyle bakardım. Ayda yılda bir giderdim o zamanda keyfime diyecek olmazdı. Şimdi anne sütünden kesilen fast fooda dayanıyor.
         Demem o ki her şey gittikçe yapaylaşıyor. İyice nine moduna girdim "Nerde o eski bayramlar" demeden yazımı bitireyim en iyisi. mutlu günler:)
         

5 Mart 2013 Salı

Laf atma Göbek at

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:52 0 yorum
         Sayın okuyucu eğer bir bayansan mutlaka başına gelmiştir bu olay. yok eğer bir erkeksen ya yapmışsındır ya da çok terbiyeli bir insansındır (sana aferim). Konumuz laf atmak. çağımızın çözümsüz sorunu. 12 yaşını doldurmuş erkekler özellikle bizim milletimiz kendini "laf atma" seviyesine erişmiş olarak görür ve yara kanamaya başlar.
          Laf atma olayı genelde "çok güzelsin, vay be, 10 numarasın" gibi klasik cümlelerle yapılabildiği gibi arada ilginç olanlar da çıkar. Örnek olarak geçen yıl alışveriş merkezinde bir adam bana "trafik lambası gibisin" demişti. her ne kadar o demeden önce fark etmemiş olsam da yeşil çoraplarım kırmızı ayakkabılarım ve turuncu montumla sırası karışmış bir trafik lambası gibi durduğumu kabul ediyorum. Bir keresinde de adamın teki "Allah anasına, babasına, dedesine, ninesine, kız kardeşine, erkek kardeşine, amcasına, halasına, teyzesine... bağışlasın" diyerek benden en uzun laf atan kişi ünvanını kazanmıştı. Bu bahsettiklerim akut olanlar. Bir de bunların kronik olanları var ki düşman başına...
        Evime taşınalı 2 yıla yakın bir zaman geçti. Bu süre zarfı içinde hafta içi her gün sabah akşam okul ev, ev okul arası gittim geldim hala gidiyorum  geliyorum. Olayı ilginç kılan nokta şu ki okul yolumun üstündeki bir berber bir berbere "gel beraber bir berber dükkanı açalım" demiş ve ne yazık ki açmış. bu bre berber beni hayattan soğuttu. böyle bir yaratık olamaz. her sabah dükkanın önünde bekliyor giderken laf atıyor dönerken laf atıyor. istinasız her gün bu çark böyle dönerken geçen gün canıma tak etti artık. sabah yine günlük ritüelimizi gerçekleştirdikten sonra akşam dönüşte işler biraz karıştı. Yediğim lafın ardından Cüneyt Arkın edasıyla dönüp Herkül gibi adamın üstüne yürümeye başladım. Elimdeki pembe şemsiye o an gözümde kral Arthurun kılıcına dönüştü. Bir sallayışım var ki şemsiyeyi adamın üstüne üstüne dillere destan olur nitelikte. Bu sırada en kalın ve asabi ses tonumla bağıra çağıra bre berberi rezil etmekle meşguldüm. "Ne diyorsun sen ya? bıkmadın mı 2 yıldır her gün laf atmaya. Ben senden bıktım. İnsan değil misin sen? Annen kız kardeşin yok mu senin ahlaksız adam?" bre berberin bu sıradaki durumu içler acısıydı. önce duyduklarına inanamadı. sonra yıkıldı. başını havaya kaldırıp "serseri tanrısı"nın onu kurtarmasını bekledi ama havada aradığı mucizeyi göremedi. Elimde salladığım kılıcımın korkusuyla geriledi bir fare kadar küçüldü sonra benim ve çevrede toplanan insanların keskin bakışlarıyla eridi ve kanalizasyona aktı. Evet bu bir cinayet itirafıdır. Pişman değilim yine olsa yine yaparım.
        O gün bu gündür berberimizden iz yok. Her gün ben geçerken açılan dükkan kapısı mühürlenmiş gibi. kapısında insan kalabalığı da yok. bir devri daha böylece kapatmış oldum. Kendime de yeni bir ad buldum "Ber-Fet". eğer bir gün laf atanlar canınızdan bezdirirse sizi bir telefon kadar uzaktayım. mutlu günler:)
Not: bahsi geçen berber Ziya Gökalp caddesindeki Kolej Berberidir. Umarım kimse gitmez de batar.
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea