31 Ağustos 2016 Çarşamba

Size Bir Hikaye Anlattım Çocuklar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:59 3 yorum
         Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken uzak diyarlar bir kralın güzeller güzeli bir kızı varmış. Kral kızını o kadar çok severmiş ki bir dediğini iki etmez, mutlu olması için önüne dünyaları serermiş. Gel zaman git zaman prenses onsekiz yaşına gelmiş. Her şey güllük gülistanlık giderken ülkeye bir ejderha musallat olmuş. Kral en güçlü askerlerini göndermiş ejderhanın üstüne ama nafile. Ejderha günden güne ülkeyi yerle bir ediyormuş. Zavallı kral son çare olarak ejderhanın karşısına dikilmiş. "Tüm askerlerim öldü, silahlarım tükendi, ne istiyorsun al ve halkımı rahat bırak!" demiş. Ejderha gülmüş. Gülüşü yeri göğü inletmiş. "Benim senin neyine ihtiyacım olabilir ki!" demiş alev soluğuyla. "Ama" diye devam etmiş, duydum ki dillere destan bir kızın varmış. Sen kızını bana ver, ben insanlarının canını bağışlıyayım" demiş. Kral "yapamam" dediyse de "beni al kızımı bırak" dediyse de nafile, ejderha son sözünü söylemiş. Kral gözyaşları içinde vermiş ejderhaya kızını.
           Korkunç ejderha prensesi kalesinin en yüksek kulesine hapsetmiş. En güzel kıyafetleri getirmiş, en iyi yemeklerle beslemiş ama prenses her gün ağlamaya devam etmiş. Ejderha ve prensesin hikayesi dilden dile, diyardan diyara yayılmış. Ülkelerin en cesur gençleri prensesi kurtarmak ve onunla evlenmek için planlar yapmaya başlamış.
           İlk olarak komşu ülkenin prensi düşmüş yola. Beyaz atıyla,  altın kaplı kılıcıyla ve tüm kibiriyle gelmiş dayanmış ejderhanın kapısına. "Ey ejderha ya prensesi bana ver, ya da altın kılıcımın tadına bak!" diye bağırmış. Ancak ejderha kalesinden çıktığı anda beti benzi atmış. Altın kılıcı düşmüş, beyaz atı kaçmış. Ejderha arkasından gülerken koşarak, arkasına bile bakmadan ülkesine geri dönmüş. Diğer komşu ülkenin prensesiyle evlenmiş. Rivayete göre bu prenses de mendeburun biri çıkmış. Prens hala "ejderhayla savaşsaydım da yanıp ölseydim daha iyiydi" diye başını duvarlara vura vura ağlarmış.
            İkinci olarak uzak uzak diyarlardan, cesurluğuyla dünyaya adını duyuran, delikanlılık müessesesinin ilk kitabını yazan bir prens and içmiş prensesi kurtarmaya. Çıkmış yola. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Aylar boyu yolları tepmiş, bir an bile geri dönmeyi düşünmemiş. Yol boyu devlerle, cücelerle savaşmış. Her gün prensesin hayaliyle yaşamış. En sonunda varmış ejderhanın kalesine. Çekmiş kılıcını baltasını dikilmiş ejderhanın karşısına. Ejderha bir hamle yapmış, prens atlatmış. İkinci hamleyi yapmış, prens bunu da savmayı başarmış. Tam baltasıyla ejderhanın üstüne atlayacakken ejderha kuyruğyla bir vurmuş.. Denilene göre ses karşı ülkelerden bile duyulmuş. Prensin parçaları dahi bulunamamış.
           Bütün olanları penceresinden izleyen prenses her seferinde umutlanıp tekrar yıkılıyormuş. Acısından kapatıldığı kulede bütün gün Müslüum Gürses dinleyip, oyuncak ayılarına ağlıyormuş. Ejderhanın verdiği envai çeşit yemekten kuş kadar yiyip, "bana damardan rakı verin" diye bağırıyormuş. Zavallı prenses gittikçe anoreksik ve depresif bir hal almış. Psikiyatri konsültasyonunu hak ediyormuş da o dönemlerde tıp malesef bugünki şartlarda değilmiş.
            Her "kurtarılamadı" haberi prensesin ülkesinde büyük bir üzüntüyle karşılanıyormuş. Bir gün halkın içinden bir genç "ben bu kızı kurtarırım" demiş. "Nice prensler yollarda, ejderha karşısında telef oldu, etme, tutma" dediyseler de dinlememiş. Ne altın kılıcı, ne kocaman baltası varmış. Bir eline evdeki ekmek bıçağını almış, sırtına da baba yadigarı okunu yayını asmış. Düşmüş yollara. Yol boyu onu kararından döndürmek isteyen çok olmuş. Tıkamış kulaklarını. "Kaybedecek neyim var ki?" demiş kendi kendine ve dikilmiş ejderhanın karşısına. Ejderha önce küçümsemiş bunu. "Ekmek bıçağıyla ejderha mı öldürülür lan" demiş. Ama delikanlının ilk oku kalın derisini delince acıyla haykırmış. Günler boyu sürmüş savaşları. Başlarda prensesin hiç umudu yokmuş. Ama savaş sürdükçe içinde bir şeyler yeşermeye başlamış. "Umut prensesin ekmeği" demiş. Bazen penceresinden tezahürat bile etmiş adını bile bilmediği bu genç için.
          Günler süren çatışmalar sonucu ejderha yorulmaya başlamış. Yoruldukça güçten düşmüş. O güçten düştükçe genç zafere bir adım daha yaklaşmış. Sonra bir gün penceresinden kendisine tezahürat eden prensesi görmüş. Adeta dünya durmuş o an. Prenses o kadar güzelmiş ki. İpek elbiseleri içinde, altın rengi upuzun saçlarıyla... Genç büyülenmiş. Daha bir hevesle savaşmaya başlamış. Tam ejderhaya son darbeyi vuracakken durmuş. "Ben prensesi kurtarsam ne olacak ki? Benden prens olmaz, ondan halk olmaz. Ne ben ona altınlar verebilirim, ne o benim evimde yemek yapıp çocuk bakabilir. Burada ipekler içinde, yediği önünde yemediği arkasında. Yarın öbür gün babasının evini özler. Hem beni üzer hem kendi üzülür." diye düşünmüş. Atmış elinden bıçağını, dönmüş penceresinden hevesle bakan prensese "prenses git başımdan ben sana göre değilim. Ölümüm birden olacak seziyorum. Hem kötüyüm, karanlığım, biraz da çirkinim. Prenses git başımdan istemiyorum." demiş.
            Denilen o ki zavallı genç prensesin aşkıyla berduş olmuş. Bir daha köyüne de dönememiş. Dağda bayırda gezerken bir köylü kızına rastlamış. Evlenmiş, beş tane de çocuk yapmışlar. Ama ömrü boyunca bir yanıyla hep prensesi düşünüp pişman olmuş.
             Prensese gelince... Umudunu kaybedince ejderhanın kulesinde yaşamak daha bir çekilir hale gelmiş. Diğer ejderhaların kulelerine kapattığı prenseslerle tanışmış. Beraber altın gününde kısır yiyip, göbek atmaya başlamışlar. Ejderha yavru köpekler, kediler de almış. Sınırsız alışveriş yapmasına da izin veriyormuş. Yani keyfi yerindeymiş dıştan görüldüğü kadarıyla. İçinde ne yangınlar kopuyormuş da kimsenin haberi yokmuş. Arada bir onu kurtarmayan genci düşünüp okkalı küfürler savuruyormuş o kadar...
                                                                                                    -SON-

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Yarım

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:36 1 yorum
          Çok eskilerde hiç yarım kalmış yazım olmazdı. Tıpkı yarım kalmış işimin de olmadığı gibi. Kalbim de hiç kırılmamıştı. İncecik camdan bir heykel gibiydim. Sonra... Sonrası klasik aslında. Bir kere kırıldım yapıştırdım, iki kere, üç kere... Bir yerden sonra yapıştırmaya bile üşenir oldum. Üstünü kapattım, kimse göremedi. Benim canımın yandığıyla kaldı. İşte bu zamanlardan sonra tamamlanamayanlar oldu hayatımda. Duygular, işler, yazılar... Karıştırırken orayı burayı eski, olduça eski bir yazımı buldum. Ne zaman yazılmış belli değil. Hatırlamıyorum bile. Tek özelliği yarım olması. Tamamlamayı düşünmedim bile. Yamuk yumuk bir şey olacaktı. Onun yerine yarım haliyle paylaşmak istedim, tamamlanamayanların hatırına.
                    "Ömrün iki damla gözyaşım kadar. Onu da bir rakı bardağın içine akıtırım,  sabaha karşı kurulan bir masada... Yanlış anlama ne sana yazdıklarım ne de seninle ilgili olanlara. Hepsi kendime. Dedim ya iki damla gözyaşımsın sadece. Tıpkı senden öncekiler ve senden sonra olacak olanlar gibi.
          Sana sıfatlar yükledim, hiç hak etmediğin talep dahi etmediğin sıfatlar. .. Senin bir suçun yoktu, ne sana verdiğim değerde ne de bu değeri karşılayamamanda.  Sen yapman gerekeni yaptın.  Ben ise hak ettiğini yapamadım. Farklısın sandım.  Neye güvenerek bilmiyorum.  Senin sözlerine mi? Sanmam. Sözlerin tutulmayan şeyler olduğunu çok eskilerde öğrendim ben, kafamı duvarlara vururken. Yaratılıştan ötürü sanırım. Bir daha yapmamlara yapmayacağım eklemeyi çok seviyorum. Mesela bir daha beklentiye girmem demiştim tarih olmuş bir zamanda. Tutamadım yine kendimi. Eskisi kadar yükseğe uçamıyordum bu kırık kanatlarla.  Ne kadar tamir olmuş olsalar da kırıktılar sonuçta. Yine de senin için fazlaydı ya da fazlaymış anladım. Çok..."

Çölde Kutup Ayımı Kaybettim

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 08:19 0 yorum
         Bir pikniğe gidelim dedik, ağustosun ortasında sel oldu. İşte benim şansım deyip konuyu kapatmak en kolayı ama bende işler biraz ters işliyor. Yani şöyle mesela okuldan örnek verirsek, tüm grubun rahat olduğu bir bölümde ben sabah 8 akşam 5 gitmek zorunda olduğum bir hocanın yanına denk geliyorum. Tabi ben isyaaaaaan moduna alıyorum kendimi. Sonra hoca 4 haftanın 3 haftasında izin kullanıyor. Yani Allah önce eşeğimi kaybettirip sonra bulduruyor. Bir nevi kıyemet bilme ve sevindirme yöntemi. Tabiki burası yazının giriş kısmı, gelişme konusunda bu kadar iyimser olamayacağım.
         Benim bu "sonradan dönen şansım" malesef özel hayatım için de geçerli. Geçenlerde bir yazı görmüştüm. "Kızlar hala yalnızsanız üzülmeyin Allah sizi bir ayıdan koruyor demektir." İşte demek istediğim tam olarak bu. Ayılarla tanışıp tanışıp sonra da iyiki yalnızım diye göbek atıyorum. Ama bu tanışıp ile sonra kelimelerinin cümlede yan yana durduklarına bakmayın. Arada bazen 1 saat bazen 1 yıl arası değişen bir zaman dilimi oluyor. E haliyle bol yıpranmalı, ağlamalı ve tabi ki "isyeeeeeeeaaaaaanlı" zamanlar... Bu dediklerimi lütfen "aşk" ilişkisi olarak algılamayın. Bahsettiğim şey bütün arkadaşlıklarımla alakalı. Kız erkek, kız kız, erkek erkek (abarttım).
          Bir insan hayal kırıklığına uğramaz, karşı tarafın onu hayal kırıklığına uğratmasına izin verir. İşte yazının anakonusu bu çocuklar. Tamam okumayın devamını. Okumayın, bu minnoş kalbimi bir de siz kırın. Abi ben nasıl bir insanım yahu? Nasıl bir bahtsız bedeviyim? Diğer bahtsızların karşına çölde kutup ayısı çıkar, yumuşak yumuşak sarılırlar. Bana kaktüs...
          Kime "ama o çok tatlış bir insaaaan" dediysem böyle ağzımı yaya yaya, kafama yediğim kürekle topladım ağzımı çok şükür. Hayal kırıklığına uğramak hobi olmuş bende. Her seferinde şaşırmayıp üzülmeyi nasıl başarıyorum orası muamma. Yetti, canıma tak etti. Tamam istemiyorum artık yeni arkadaşlar edinmek. Aldım dersimi. Ben bir elin parmaklarını geçmeyen eski arkadaşlarımla mutluyum ben. (Bu satırları okurken nasıl keyifliler şimdi)
           Şu son hayal kırıklığımı da yaşayayım bir dahası olmayacak. Şimdi kim benle atarlı şarkılar söyleyip, şarkı aralarında sövmek ister? Ama hepimiz benim dediğim kişiye sövceğiz. Tanımıyor musunuz? Şanslılar sizi...

19 Ağustos 2016 Cuma

Aynı Evrende Yaşamamalı Cellatlar ve Çocuklar

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 09:57 0 yorum
         Düşünsene, annen yok, baban yok, kardeşin yok, bi enkazın içindesin... Düşünsene başına bombalar yağıyor uyuyorken, uyanıkken, oyun oynarken... Neden olduğu konusunda hiçbir fikrin yok. Henüz 5 yaşındasın. Bir gün o bombalardan biri evini yerle bir ediyor. Canın yanıyor. Niye olduğunu konusunda yine bir fikrin yok. Bir ambulansın içinde acını dindirmelerini bekliyorsun. Seni teselli edecek, elini tutacak kimse yok.
          Bir süre sonra kanayan yaran kabuk bağlayacak. Yani görünenler... Ya görünmeyenler? Yaşıtların okula giderken sen çöpleri karıştıracaksın bir parça yemek uğruna. Yaşıtların oyunlar oynarken sen belki de dilini bile bilmediğin bir ülkede mendil satmaya çalışacaksın. İtilip kakılacaksın. Sen bunları yaşadıkça hırçınlaşacaksın, öfkeleneceksin. Bu kadar adaletsiz bir dünyada yaşadığını bir türlü kabul edemeyeceksin. Sokaklarda büyüyeceksin. Belki yaşadıklarını unutmak, beyninde yıllardır susmayan bombaları susturmak için farklı yollara gideceksin. Tiner çekeceksin, ya da daha kötü şeyler. Hayatta kalabilmek için çalacaksın. Seni bir türlü anlamayan, sana tiksinerek bakan gözlere zarar vermek isteyeceksin. Kim bilir, belki vereceksin de...
          Şimdi söyle bana, sen bunları hak edecek ne yaptın küçüğüm?
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea