29 Mayıs 2016 Pazar

Canım Bavulum

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 12:47 0 yorum
          Bavullar değişik varlıklardır. İnsana her türlü duyguyu yaşatabilirler. Aslında evin en görünmeyen köşesinde, hiç kullanılmayan dolap diplerinde bekleyen bir eşyanın insanı bu kadar hissiyata sürüklemesi pek mantıklı gelmese de bir gerçektir.
          Mesela bavulu hazırlamaya ilk karar verdiğiniz andaki o boş görüntüsü bezginlik ve üşengeçliği hat safaya ulaştırır. Kiyafet dolabını açıp göbeğinizi kaşıya kaşıya "eee ne götüreceğim ki?" dediğiniz an "kombin dünyası" denilen uzak evrene yolculuğunuz başlar. (Kahrolsun kapitalist sistem) Bir süre gerçek hayattan kopuk, "bu etekle şu tişört, ayy yok ayakkabım olmadı! Siyah sandaletleri mi de alayım o zaman. O da kırmızı çantama uyuyor ama çiçekli elbisemle olmaz ki!" (sadeleştirilmiştir) düşünceleriyle bütün dolabınızı dökersiniz. İşte kararsızlığın benliğinizi ele geçirdiği ilk nokta da burasıdır. İkinci kararsızlık dalgası daha ağır gelir. Adeta insanı yamultur geçer. O kadar ince eleyip sık dokuyarak, eleklerden süzgeçlerden geçirek seçtiğiniz eşyalarınız bavula sığmayınca "şimdi  hangisini götürmeyeceğim?" sorusu kısa süreli bir depresyon sürecine neden olabilir. O an "seçmek diğerlerinden  vazgeçmektir" sözü üzerinden derin felsefeler yapabilecek durumdasınızdır. İğne oyası gibi ince ince hazırladığınız bavulu defalarca boşaltıp, her seferinde içinden ancak bir gömleği, incecik bir tişörtü ya çıkartabilirsiniz ya da çıkartamazsınız. Sonunda üstüne oturarak, tabiri caizse üstünde tepinerek kapattığınız bavula şöyle bir bakıp gururlanırsınız.
           Bu dakikadan sonra hüzün ve sevinç gitgelleri başlar. Zaten bavullar doğaları gereği hüzünlü varlıklardır. Ancak gitmenin insanda oluşturduğu heyecan ve sevinç de yadsınamaz bir gerçektir. Eğer gidilen yer de bir tatilse "değmeyin keyfimee..." Derken tabiki bu duygularda sürekliliğini koruyamaz. Yola çıkılan andan itibaren her saniyede "eşek ölüsü" ağırlığındaki bavul kol kaslarınıza göz yaşları döktürür. Bu süreçte "ben bu bavula ne koydum?" diyerek içsel bir çatışmaya girersiniz. Kendinize çok yüklenmeyin ama. Yarısını hiç giymeyecek veya kullanmayacağınıza garanti versem de eminim hepsi gerekli şeylerdir.
              Bu aşama da tamamlandıktan sonra son evreye geçilir. Stres, korku ve rahatlama. "Kesin yük sınırını aştım, havaalanında bavulu açmam gerekecek. Kilo başı ne kadardır ki? Aman veririm parasını. Yok yok elime alırım ne olacak? Off nasıl taşıyacağım ki elimde..." O bavulu görevliye teslim edip biletinizi alana kadar süren yoğun stres ve korku bavulunuz diğerlerinin yanına giderken yerini bir rahatlama ve huzura bırakır. Geriye sadece "yolda bavulum kaybolur mu acaba?" düşüncesiyle ufaktan bir merak kalır. Sakin olun! Her şey güzel olacak. Olmazsa da bavulunuza sarılıp ağlarsınız, iyi gelir. İyi tatiller...:)

12 Mayıs 2016 Perşembe

Nefret Ettiğim Sözler Listesi

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 17:39 4 yorum
1. -ecektim ama: Başına istediğiniz fiili getirebilirsiniz. Türkçede adı "gelecek zamanın hikayesi" olan bu sözcük grubu reel hayatta da aynı anlamda kullanılır. Gelecektim ama yolda uzaylılar tarafından kaçırıldım, yapacaktım ama evin altındaki yanardağ patladı, söyleyecektim ama dilimin kemiği kırılınca dilimi alçıya aldılar... Yani ben yapmadım. Şimdi de sana hikaye uyduruyorum ve olay geçmiş zamanda olduğu için sen her dediğime inanmak zorundasın.

2. Haklısın: Özellikle fırtınalı bir tartışma sonrasında karşı tarafı susturmak amacıyla söylenir. Anlamı: "ben yapacağımı yaptım, diyeceğimi dedim, bir güzel rahatladım. Haklı olduğunu düşün ve sus." Ee tamam haklıyım da ne oldu? Elime ne geçti? Madem ben haklıydım neden benimle tartıştın? Neden ben "haklı" olduğum halde bunları yaşadım? Kafanda deli sorular kalırsın öylece. "Haklıymışım" der çekilirsin köşeye. Haklılık mutluluk getirmiyor ama...

3. Dikkat et!: Kafamda canlanan şey paranoid kişilik bozukluğu. Şüpheci ve güvensiz... "Herkes kötü(günümüz dünyasında haklılık payı yok değil), herkes beni mahvetmeye uğraşıyor. Dikkatli olmalıyım, daha dikkatli, daha..." Hatta bu dikkat et'e obsesif kompulsif bozukluğu da ekleyebiliriz. "Elim mikrop oldu yıkayayım da hasta olmayayım" Hastalıklara da dikkat etmek lazım.
       Malum Türkiye şartları, her an bir bomba patlayabilir dikkat et. Mesela çelik yeleksiz ve kasksız asla dışarı çıkma. Hatta belli mi olur delinin teki saplayıverir bıçağı. Dikkat et! En iyisi özel çelikten kıyafet giymek. Eve hırsız girebilir dikkat etmek lazım. Evden çıkmayalım mesela. Ya hırsız beni öldürürse? 2 de koruma tutayım da çelik pijamalarımla rahatça uyuyayım.

4. Zamanla Geçer: Hııı evet her şeyin ilacı zaman. Sanki bilmiyorum ben bunu. Belli ki benim canım şimdi yanıyor, belli ki şimdi üzülüyorum. Doğal olarak da şimdi geçsin istiyorum. Sen "zamanla" deyince ne üzüntüm geçiyor, ne de zaman hızlanıyor. Aksine sinirleniyorum. "Hangi zaman, kaç zaman?" 3 saniye de zaman, 3 yıl da... Ayrıca gerçek şu ki zamanla hiç bir şey geçmiyor. Belki azalıyor, belki hafifliyor ama yaşanılanları kaydeden zihinler ölmedikçe "zamanla hiçbir şey geçmiyor".

5. Asla: Bu kadar kesin kelimeler kullanan insanlara üstlerinde yaşadıkları dünyanın bile yuvarlak olduğunu hatırlatmak istiyorum.
          "Asla yemem" 10 gün aç kal bakayım o asla dediğin şeyi öpüp başına koymuyor musun?
          "Asla affetmem" sen hiç hata yapmadın değil mi? Mükemmelsin. Dünya üzerindeki bütün dinlerde "tövbe etmek" inancı varken, yani yaratıcı bile affederken, sen o kadar önemli bir zatsın ki affetmiyorsun. Bravo...
          "Asla yapmam" hadi itiraf et. İçin gidiyor değil mi? Söz konusu olan mesele her neyse içten içe kendini yiyorsun. Ama bir yandan mahalle baskısı, öte yandan kendini içine hapsettiğin yüksek duvarların izin vermiyorlar. Sen yapamadığın ve "asla"ların arkasına saklandığın için de yapanları yerden yere vurmayı kendine hak görüyorsun. Bizi inandırdın da ya kendini nasıl kandıracaksın?
            "Asla vazgeçmem" diyen bütün insanlar vazgeçti desem faydası olmaz değil mi? Çünkü sen farklısın. Sen özelsin. En çok sen seviyorsun ve sevdiğinden asla vazgeçmezsin. O olmazsa da yaşayamazsın hatta. Ah bu insanoğlunun kendini yüceltmesi ve beylik lafları... Küçük bir sır: insan sadece kendi olmadan yaşayamaz. Ne yapalım, yaradışılımız bencil.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Falcı Bacı

Gönderen Hazan Çıtlak zaman: 13:49 0 yorum
           Bir insan geleceğini neden merak eder ki? Zaten yaşayıp görmeyecek miyiz? Ama olsun. Bir gidelim falcıya. Herkesin tahmin edebileceği şeyleri falcı söyleyince daha bir inandırıcı oluyor. Ya da dünyanın parasını bu işe verince inanmak mecburi oluyor. Ya tutmazsa? "Olsun sonuçta o da insan yanılabilir" oluyor. Yani işin özü kulp uydurmakta üstümüze yok. Bu kadar eleştirdim ama şimdi size kendi yaptığımı anlatınca aslında bunun bir özeleştiri olduğunu anlayacaksınız.
           Geçen hafta benim Afgan kankalardan birisi "Afganistan'dan bir matematik profesörü geldi bir konferans için. Adam çok tuhaf. Sayılarla kafayı bozmuş. Geleceğini söylüyor hesap yaparak." dedi. Tabiki doğal bir Türk kızı bu durumda ne derse ben de onu dedim. "Gidelim gidelim noluuuuur!" Sonraki gün de diğer Afgan arkadaşlarımdan adam hakkında duyduğum abartılı övgüler ve ne kadar yüce bir insan olduğuyla ilgili duyumlarımdan sonra iki lafımın biri "fal" olmaya başladı. İki üç gün arkadaşlarımın beyni ve kafalarının etleriyle beslendikten sonra adamdan bir randevu alabildik. Sevgili çatlak profesörümüz o gün Mevlana ziyaretine gitmiş. Saat 11'de Ankara'ya dönecekmiş. Ne yapalım, merak uğruna bekleyeceğiz dedik. Zaten başıma ne geliyorsa merakımdan geliyor ya neyse. Saat 11 gibi gara gittik adamı karşılamaya. Tam girmek üzereyiz, bir telefon: Beyefendi trenden inmiş, kimseyi göremeyince taksiyle oteline gitmiş. Döndük oteline gittik. Resepsiyonda beklerken bir yandan da arkadaşlarımın yoğun uyarılarıyla beklentilerimi arttırdıkça arttırdım. "Aman karşısında gülme, aman saygıda kusur etme..." Ben bayağı bayağı önemli bir adam beklemeye başladım. Tam o sırada 50li yaşlarda lacose tişörtlü, saçları kırlaşmış, göbekli bir amca yaklaştı yanımıza. Bir heyecan kalktım ayağa el sıkıştım. Yüzüme bir ciddiyet ifadesi oturttum derken arkadaşlarımdan biri bıyık altından "bu değil" demez mi? Neyse dedim geri oturdum. Bir kaç dakika sonra bir elinde kocaman bir poşet bir elinde kocaman bir çanta, benim boylarımda, yüzü 60 70 yaşlarında ama saçları kaşları kömür karası (eminim boya değildir, sayılarla oynayarak siyah kalmalarını sağlamıştır), gözlerinin biri toprağa bakan birisi Allah'a yalvaran bir tip geldi. (Yanlış anlaşılma olmasın. Kimseyle dalga geçmek değil niyetim. Sadece gecenin bir yarısı karşılaştığım manzarayı daha iyi anlamanızı istiyorum.) Adama elimi uzattım. Sonuçta medeniyet görmüştür diye ama malesef... Adam selamını aldım tarzı bir hareket yaparak karşımıza oturdu.  
           Karşımda yukarıda tasvir ettiğim tarzda bir insan var ve masadaki ben hariç 5 kişi adama hayran hayran bakarken gülmemek için yanaklarımı ısırmaktan bir hal olduğumu tahmin edersiniz. Daha öncesinde adama profesör dedikleri için "eşek değil ya koca profesör İngilizce biliyordur herhade." diye düşünmüştüm. Bilmiyormuş. Sağlık olsun. Neyse bizim karakaş çuval kıvamındaki poşetini açarak içinden 2x2 boyutlarında bir bez çıkarttı.Üstünde sudoku tarzı kareler. Üst tarafında Türk bayrağı ve Atatürk köşelerde, Ortada kocaman Bir Tayyip resmi.. Resmin altında da "Türkiye Cumhuriyeti'nin 2055 yılına kadar matematik felsefesi yönünden bir bakış" yazıyor. Bu cümleyi Türkçeye çeviren adam kör olmuş anlaşılan. Neyse başladı anlatmaya. O farsça konuşuyor, Arkadaşlarımdan biri de benim için Türkçe'ye çeviriyor. Adam o kadar çok konuştu ki o sırada. Benim üç tercüman bile yetişemedi. Ama aradan seçtiğim cümleler: "Yüce Tayyip Türkiye'yi kurtaracak. 2025 yılında kişi başı milli gelir 50 bin dolar olacak." Benim için bu iki cümle yetti zaten. "Sana doyum olmaz amca, bak Hacettepe psikiyatri buradan gözüküyor. Bir görün bence." demek gelse de içimden arkadaşlarıma ayıp olmasın diye surat ifademi ve postürümü korumaya devam ettim.
             Ulu profumuz kalem kağıt istedi. Başladı çizmeye. İç içe daireler, kareler,.. Saçma sapan sayılar.. Benim ne okuduğumu sordu. Tıp olduğunu öğrenince bir mutlu oldu. İnsan vücudunda kaç hücre var dedi. Nereden bilebilirim? Sonra bir yumurtanın bir spermi dölleme ihtimalini sordu. "Hacı doktorum ben. Bunlar değil benim işim" diyordum ki tam birden karakaş celallendi. Elindeki kalemi kağıdı fırlattı attı. Sonra cebinden pasaportunu çıkartıp fırlattı. Ben hariç herkesin kafası eğik. Ben donup kaldım. İçimden "eğer bu atar banaysa o üç tek saçını ben yolarım" diye geçirirken, kalktı yerinden. Koşarak dışarı çıktı. Dışarıda bir yağmur... Kıyamet kopuyor. Neyse bu gitti. Meğer masadaki diğer iki adama sinirlenmiş. Bu konuşurken dinlemediler diye. Adamlar gitti yanına, gelmedi. Sonra benim kız arkadaşlarımdan biri gitti. Baktık iki dakika sonra yağmurdan sırılsıklam döndü. Oturdu. Kaldığı yerden başladı anlatmaya derken birden bir ağlama krizi... Bütün bunlar olurken kıpırdamadan oturmaya devam ettim. Resmen transa geçtim. Bir anda sustu. Yazıp çizmelerine devam etti. Saçma sapan sayılar.. Yok tansiyon 120/80 yok günde 178 litre kan süzülür. Kuran-ı Kerim'de şu kadar ayet var bunu hadis sayısına bölünce şu sayı çıkıyor. Ben hariç herkes "vay be" modunda.. Karakaş yeniden kendi yüceliği karşında gözyaşlarına boğuldu. Gecenin bir körü sıcak yatağımda olmak varken ne yapıyorum ben diye  kendime içten içe söverken adam hiç susmadan konuşmaya devam etti.
            Türkiye'nin geleceği, insan vucüdunun şifreleri konularından sonra sıra bana geldi. Doğum tarihimi yazdı çizdi, topladı çıkarttı. Kolumdaki çantayı 3 yıl 3 ay 5 gün önce aldığımı söyledi. Ben de gönül rahatlığıyla "şekerim yeni sezon bu, maaşımın yarısını gömdüm 4 ay önce" dedim. Yok ben fabrikadan çıkışını söylüyorum dedi. Farsçam olsaydı yeni sezonun ne demek olduğunu anlatacaktım ama olmadı. Sonrasında adam salladı. Salladıkça tutturamadı. Tutturamadıkça ben bozdum. Ben bozdukça o kıvırdı. Benim söylediğimi bana 5 dakika sonra söyleyerek insanlarda "vaaay nereden biliyor" ifadesi uyandırdı. Her seferinde ben kendimi yırttım "ben söyledim ya biraz önce" diyerek. 1 saatlik saçmalamanın ardından herkes yorgun, ben hariç herkes hayal kırıklığına uğramıştı. İnandıkları bir insan daha "şaklaban" olmuştu. Sonunda bitti gidiyoruz derken adam kızları özel olarak bir köşeye çekti. Bana "erkeklerin yanında söyleyemedim. Sen aynı anda iki kişiyle görüşüyormuşsun" dedi. "Ben ne münasebet" diye aniden çıkışınca biraz daha yumuşattı sözlerini. "Birisini seviyormuşsun öbürünü bekletiyormuşsun" dedi. Bu sefer gözlerimi ayıra ayıra "hayır" deyince elimi sıktı (ah o günden beri elimi yıkamıyorum) Beni tebrik etti. Ben de içimden "güzel kız görünce bir kulp uydur değil mi yaşlı ayı?" dedim. Farsça bilseydim görürdü gününü ama el mahkum sustum.
             Vedalaşma olayı kaç dakika sürdü hiç bilmiyorum. Bir ara denizdeki kum kadar sözcüğüm var dediğini söyledi arkadaşım. Şaşırmadım. Boş konuşmak bedava. Sonra müslüman ülkeler neden gelişmiyor. Müslümanın profesörü bile böyleyken... Gittiğim, dinlediğim pardon dinlemek zorunda kaldığım için kendimden utandığımı söylememe gerek yok sanırım.
             Hayatımın 3 güzel saatini böyle saçma sapan harcadığım için kendimi affedemiyorum.  İyi tarafından bakarsak sayemde bayağı bir "müridini" kaybettiğini söyleyebilirim. Masadakiler, onların arkadaşları, akrabaları... Size tavsiyem fala inanmayın, falsız kalın. Bu arada merak edenler için tabiki tek kuruş vermedim. Mutlu günler :)
NOT: Karakaşın ismini ve resimlerini kullanamıyorum. Adam kesin şizofren. Şimdi görür, duyar, bana sarar falan. Benim hayatımdaki ruh hastaları bana yetiyor zaten.
 

Bir Garip Doktor Template by Ipietoon Blogger Template | Gift Idea