Yazdan kalma bir günden, ya da çölde çay filminden... Şarkıyı yüz kez dinleyip de filmi izlemediğim için kendi kendimi hayret çöllerinde susuz bıraktığım bir günden merhabalar. Kış bastırmadan son balkon sefamı yapmak için, ki yedi yıldır bu evdeyim toplam yedi kez yapmamışımdır, aldım bilgisayarı ve kahvemi kuruldum kedimin parçaladığı balkon sandalyeme. Kahveyi de oldum olası sevmem ama balkonda blog yazmanın da bir adabı vardır. Kahve mecburidir. Burada oldum olasıdan kasıt da 13 yaşımdan beridir. Çünkü ilk kahvemi lisede içtim. Kahve olmazdı ki bizim evde. Siz doktor çocuğu olmak nedir bilir misiniz? Mesela bizim evde hiç patates kızartması, makarna pişmezdi. Bamyalar, ıspanaklar eşliğinde büyüdüm ben. Sonra gel 18inden sonra hazır yemeğe alış. Midem aylarca travma yaşadı.
Yine konuyla alakasız bir giriş yaptığıma göre klasik bir Hazan yazısıyla karşı karşıyayız demektir. Konuyu bilerek saptırmaya çalışıyorum galiba. Çünkü üzücü. En azından şu an için kabullenmek yerine görmezden gelmeyi tercih ettiğim bir mevzu... Ankara'dan ayrılacak olmam... Nasıl geçti habersiz o güzelim 8 yılım? Henüz 17 yaşımda, benim büyüklüğümdeki ayı arkadaşım Biga ile gelmiştim Ankara'ya. Sonra günler, aylar, yıllar, bir tıp fakültesi, milyonlarca farklı kurs, sayısız dostluklar geldi geçti. Ve işte veda zamanı. İşin ilginç yanı Ankara'yı bu kadar sevmeme rağmen tercih listemde bir tane bile Ankara olmamasıydı. Çünkü ben bazen sadece bir şeyi sevdiğin için ondan vazgeçmek zorunda olabileceğine inananlardanım. Bu şey bir insan da olabilir bir şehir de. Ankara benim için o kadar güzel ve özel ki, dört yıl daha burada kalacak olsam bir şey olur da nefret ederim, artık sevemem diye korktum. Hep güzel kalsın istedim. Belki de gelecekte bir gün geri dönmeye yüzüm olsun da istemişimdir, bilemiyorum... Bildiğim tek şey çok özleyecek olmam. Canım sıkıldığı anda kafamı milyonlarca espriyle dağıtabilecek güce sahip arkadaşlarımı, her hafta sonu bıkmadan gittiğimiz mekanlardaki danslarımızı, Kolej kavşağında erkeklere laf atan travestileri, Ankara'nın doğal bitki örtüsü sayılan alışveriş merkezlerini, seğmenlerde başka şehirden gelen arkadaşların asla anlam veremediği biçimde karşı taraftaki yokuşa bakarak çekirdek çitlemelerimizi, yedinci caddeyi boydan boya defalarca turlamalarımızı, gece vakti yenilen köfte ekmeklerin tadını... Sanırım tam bu noktada ağlayacağım.
Yok vazgeçtim. Ağlamayacağım. Mutluluğun; zamanla, mekanla, yapılanlarla ilgisi olmadığını öğrenecek kadar çok şey yaşadım, çok insanla tanıştım. Bir insan hayattan ne ister? Veya mutlu olmak için gerekli şartlar nelerdir? İnsanların yüzde 99'unun bu soruya cevabı aynıdır. Hayallerindeki mesleği yapmak, aşık olmak, aşık olduğu insanla evlenmek, çok para kazanmak, çocuk sahibi olmak, huzurlu bir şekilde yaşlanmak... Uzun zaman önce bir adamla tanıştım. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu işi yapan, tahmin ettiğinden bile çok para kazanmış, uzun süre peşinde koştuğu kadınla evli, insanların "hayırlı evlat" kategorisine koyduğu çocuklara sahip bir adam... Ama gelin görün ki mutsuzdu. O kadar mutsuzdu ki, mutsuzluğu zehirli bir gaz gibi etrafına yayıp insanları zehirliyordu. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış, sadece nefes sayısını tüketerek ölmeyi bekleyen, şükür mevzusunu uzun zaman önce rafa kaldırmış bir insan... İşte ben, o adam benim de yaşam enerjimi çok kısa süre içinde sömürdüğü zaman anladım: mutluluk insanın içindedir. Asla sahip olduklarınla veya olamadıklarınla ölçeklendiremeyeceğin bir şeydir mutluluk. Yaşadığın acıyı bile hissedebildiğin için şükretmektir. En kötü anında bile "hele bir yarın olsun!" diyebilmektir.
İşte ben de şu an tam olarak onu yapıyorum. Hele bir yarın olsun. Soruşturmam bitsin, Bursa'ya gideyim. Yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç... Belli mi olur bakarsınız Bursa'yı da Ankara kadar severim. Ama Bursa'da yerde travesti kartları yoksa o kadar sevemem. Belki bir tık altı. Ama severim, mutlu olurum. Tıpkı şu an olduğum gibi...